17 Aralık 2010 Cuma

SEFİLLER - YEDİNCİ KİTAP

ATOMLARINA AYRILMIŞ PARİS
1. Parvulus
I
Paris'in bir çocuğu, ormanın bir kuşu vardır. Orman kuşunun adı serçedir, çocuğun adı sokak çocuğudur.
Birisi fınnm bütün sıcaklığını içeren, ötekisi gündoğumunun bütün aydınlığını düşündüren bu iki fikri
birleştirin; bu iki kıvılcım, Paris'i ve çocukluğu birbiriyle çarpın, ortaya küçük bir insan varlığı çıkar. Plautus,
buna, 'Homuncio' derdi.
Bu küçük yaratık neşelidir. Her gece karnı doymaz, ama canı isterse her gece tiyatroya gider. Ne sırtında
gömlek, ne ayağında ayakkabı, ne de başmı sokabileceği bir yeri vardır. Sinekler gibi yersiz yurtsuzdur. Yedi
ile on üç yaş arasındadır, güruh halinde yaşar, kaldırımları çiğner durur, açık havada yatıp kalkar, babasının
paçaları yerleri süpüren eski bir pantolonunu giymiştir, kulaklarına kadar inen bir şapka ve san bir askısı
vardır; koşar, hep gözetler, arar, bakar, dilenir, zamanını öldürür, pipo tüttürür, hırsızlan tanır, eğlence
yerlerinin çevresinde sürter, kızlarla senli benlidir; argo konuşur, müstehcen şarkılar söyler ama kalbinde
kötülüğün zer-
-13-
resi yoktur. Gönlünde masumiyet denen inciler yatar, incilerin ve masumiyetin çamurda yok olmadıklarını
biliriz. İnsanoğlu çocukluk devresi boyunca masumdur. Tanrı bunu böyle istemiş.
Şu koca şehre "Bu da kim?" diye sorulsaydı, şehir, "o benim yavrumdur," derdi.
2. Onun Kişisel Özelliklerinden Bazıları
Paris'in sokak çocuğu, devin cüce yavru-sudur.
İşi abartmayalım; bu sefil sokak meleğinin bazen gömleği vardır ama bir tek gömleği vardır. Ayakkabısı
vardır ama tabanları parçalanmıştır, bazen bir evi de vardır ve bu evi, annesi orada bulunduğu için sever
ama sokağı tercih eder. Çünkü orada özgürlüğünü bulur. Kendine ait oyunları, muziplikleri vardır.
Burjuvalara duyduğu nefret bütün bunların temelidir. Kendine özgü tabirleri de vardır. Ölmek, onun dilinde
'kuyruğu titretmektir.' Kendine ait meslekleri de vardır: Araba çağırmak, basamaklarını indirmek, yağmur
yağdığında karşıdan karşıya geçmek isteyenleri geçirerek geçiş parası almak -buna sanat köprüsü diyordupara
kazanmak, Fransız politikacılarının halk lehine attıkları nutukları bağıra bağıra tekrar etmek; kaldırım
taşlarının arasını kazımak. Kendine özgü parası da vardır; yolda bulduğu işlenmiş bakır parçalarından
yaptığı onun dilinde mangır adını alan- bu paranın bu bohem çocuk
-14-
cemaatinde hiç değişmeyen sabit bir değeri vardır.
Kendine özgü hayvanları da vardır. Bunları, kuytuda, köşede dikkatle inceler: Uğur böcekleri, danaburunlan,
çiçek biti; tarla örümceği; 'şeytan' denilen kuyruğu çatallı iki boynuzlu, düşmanlarını tehdit eden kara ve
zehirli bir böcek. Canavarını da bulmuştur. Bu canavarın ismi 'sağır'dır. Karnının altında pullar vardır ama
kertenkele değildir, sırtı kabarcıklar dolu kurbağaya benzer ama kurbağa da değildir, sönmüş kireç
ocaklarında ve kurumuş su çukurlarında yaşar, kapkara tüylü, yapışkan, bazen hızlı bazen yavaş giden bir
hayvandır. Sürünerek yürür, bağıramaz ama gözünü dikip bakar, o kadar korkunçtur ki onu şimdiye kadar
kimse görmemiştir. Taşların arasında sağır avlamak onun için ürkütücü derecede tehlikeli bir zevktir. Bir taşı
aniden kaldırıp altındaki teşbih böceğini seyretmek de bir başka zevktir. Paris'in köşesi bucağı bu tür
hayvanlarla ünlüdür. Ursiline taraflarında kulağakaçanlar; Pantheon'da kırkayaklar. Champ de Mars
hendeklerinde kurbağa yavruları vardır.





















büyük adamların ve yüce işlerin, Tanrısal kaderini ve insani yanlannı açıkça görüyordu. Kendisine çok eski
düşüncelermiş gibi gelen daha önceki düşüncelerini hatırladıkça öfkeleniyor ve gülümsüyordu.
Babasının gözünde yeniden itibar kazanınca, bunun doğal olarak Napolyon'un da yeniden itibar
kazanmasına yol açıyordu.
Ama bütün bunlar gayret sarf etmeden kendiliğinden olmuş değildi.
Çocukluğundan beri onun kafasına, 1814 partisinin Napolyon hakkında verdiği hükümler sokulmuştu.
Bilindiği gibi Restoras-yon'un bütün menfaatleri, bütün içgüdüleri, Napolyon'u tahrif etme eğilimindeydi.
Napol-yon'dan, Robespierre'den daha fazla nefret ediyordu Restorasyon, ülkenin yorgunluğunu ve
çocuklannı kaybeden annelerin nefretini kolaylıkla istismar etmişti. Napolyon'u, masallarda görülen bir
canavar haline sokmuşlardı. Daha önceden dediğimiz gibi, halkın hayalgücü çocuklann hayalgücüne benzer.
Bu yüzden, 1814 Partisi, Napolyon'u bu hayal gücüne kötü göstermek için, şimdi büyük olduğu için en
korkunç olandan grotesk olduğu için korkunç olana kadar, Tiberius'tan
-95-
gulyabaniye, bütün ürkütücü maskeleri başarıyla takdim etti. Böyle olunca, Bona-part'tan söz edildiğinde
ister gözyaşı döker, ister gülmekten çatlardınız; yeter ki, temelinde kin ve nefret eksik olmasın. Elverir ki,
ondan nefret edilsin. Marius'ün da bu herif-Na-polyon bu şekilde zikrediliyordu- hakkında başka fikri yoktu.
İçinde, Napolyon'dan nefret eden, yola gelmez, dikkafalı ufacık bir adam vardı sanki.
Tarih okuyarak ve özellikle belgeleri inceledikçe Marius, Napolyon'u örten sis perdesi yavaş yavaş
aralanmaya başladı. Önünde yüce bir varlık belirmişti. Napolyon konusunda aldandığı gibi, bütün başka
şeylerde de al-dandığmdan şüphe etmeye başladı. Her geçen gün biraz daha iyi görüyordu artık. Böylece
yavaş yavaş, başlarda duyduğu utanç, sonra dayanılmaz bir büyünün çekiciliğine kapılmışçasma,
başdöndürücü coşkunluğunun önce karanlık, sonra alacakaranlık, en sonunda da ışıklı ve şaşaalı
duraklarını geçmeye başlamıştı.
Bir gece, çatı katındaki küçük odasında yalnızdı. Mumunu yakmış, penceresinin yanında, masasının üzerine
dirseklerini dayamış, okumaya başlamıştı. Dışardan her çeşit hayal göğün boşluğundan gelip gönlüne
dolarak düşüncelerine karışıyordu. Gece ne güzel bir görünüm sunar. Nereden geldiğini bilmediğiniz boğuk
gürültüler duyarsınız. Yeryüzünden yüz kere büyük olan Jüpiter, bir ateş parçası gibi parlar. Gökyüzü
siyahtır. Yıldızlar yanıp söner. Harikulade bir şeydir bu.
-96-
Marius büyük ordunun tebliğlerini savaş alanında yazılmış Homer'vari şiirlerini okuyordu. Onlarda ara sıra
babasının adına rastlıyor, İmparatorun ismi ise sürekli geçiyor, büyük İmparatorluk, önünde bir bütün olarak
beliriyordu. İçinde sanki bir coşku selinin yükseldiğini hissediyordu. Bazı anlar sanki babası bir nefes gibi
yanıbaşından geçiyor, kulağına bir şeyler fısıldıyordu. Kendi kendine bir tuhaf oluyor; trampetlerin, topların,
borazanlı trampetli bölüklerin düzenli yürüyüşlerinin çıkardığı sesleri, süvarilerin uzaklardan gelen boğuk nal
seslerini işitir gibi oluyordu. Bazen gözlerini gökyüzüne kaldırıyor, uçsuz bucaksız boşluklarda ışıyıp duran
yıldız kümelerini görüyor orada da aynı derecede yüce şeylerin kaynaşıp durduğunu hissediyordu. Yüreği
daralıyor, vecd içinde titreyerek derin derin soluyordu. Birden, hangi etkinin, buyruğun altında kaldığını
anlama-yamadan ayağa kalktı, kollarını pencereden dışarı uzatıp karanlığa baktı. Sessizlik, karanlık
sınırsızlık ve yücelikle karşı karşıyaydı. O anda: "Yaşasın İmparator!" diye bağırdı.
Bundan sonra, her şey değişti artık. "Korsika Ayısı, iktidar gaspçısı, zorba, kız kardeşlerinin âşığı olan
canavar, katil," Talma'dan ders alan aktör bozuntusu, Yafa'yı zehirleyen, kaplan yani Napolyon, aklından
silinmişti. Bütün bunların yerine, ta uzaklarda, belirsiz bir ışıkla aydınlanmış ve erişilemeyecek kadar
yükseklerde Sezar'ın hayali belirdi. İmparator, Marius'ün babasının gözünde sevilen ve kendisine sadakat
duyulan bir komutandı. Mari-
-97-
us için ise bundan başka bir şeydi. Onun gözünde Napolyon, Romalılardan sonra dünyayı boyunduruğu
altına almak isteyen Fransızla-n derleyip toplayan büyük adamdı. O, Charle-magne'ın XV. Louis'nin, IV.
Henri'nin, Richeli-eu'nün, XTV. Louis'nin şimdiye kadar yaptıklarını sürdüren birisiydi. Selamet komitelerini
yaratan oydu, kötülükler, hatta işlediği suçlar olmuştu, ama sonuçta o da bir insandı. Ne var ki hatalarında
yücelik, lekelerinde parlaklık, suçlarında kuvvet vardı. O, bütün ulusu Fransa'dan söz açtıkları zaman,
"Büyük Ulus" dedirtmeye zorlamış olan insandı. Daha fazlasını da yapmıştı. Fransa adeta onun etine
kemiğine bürünerek ortaya çıkmıştı. Avrupa'yı kılıcıyla, dünyayı saçtığı ışıkla boyunduruğuna almıştı.
Marius, Napolyon'da, sınırlara dikilip geleceği koruyacak olan göz kamaştırıcı bir hayalet görüyordu. Hem
zorba, hem diktatördü. Bir Cumhuriyetten doğuyor ve bir devrimi özetliyordu. Isa'mn insan-tann olması gibi,
Napolyon da onun için insan-halk'tı.
Marius, yeni bir dine giren bütün insanlar gibi, inancıyla sarhoş oluyor, bu inanca katılmak için acele ediyor
ve bu konuda çok hızlı ilerliyordu. Mizacı böyleydi. Bir işe girişince kendini durduramazdı. Kılıç fanatizmi onu
sardıkça sarıyor ve düşünceye karşı duyduğu saygı ile karışıyordu. Dehayla birlikte kuvvete karşı da
hayranlık duyuyordu; yani tapındığı nesnelerin bir yanı tanrısaldı, öbür yanı kuvvetle doluydu. Başka
yönlerden de alda-nıyor, her şeyi kabul ediyordu. Gerçeği ele geçirmeye giderken belli bir şekilde
yanıldığımız
-98-
olur. Marius'ün da iyi niyeti her şeyi olduğu gibi, bütünüyle kabul etmeye sebep oluyordu. Eski dönemin
hatalarını nasıl mübalağalı bir şekilde görüyorsa, Napolyon'un erdemlerini de o şekilde görüyordu. Hafifletici
sebepleri gözden kaçınyordu.
Her ne olursa olsun, Marius ileriye doğru büyük bir adım atmıştı. Eskiden Monarşinin yıkılışı diye gördüğü
olayı, şimdi Fransa'nın doğuşu olarak görüyordu. Düşüncelerinin yönü değişmişti. Eskiden günbatımı
sandığı şey, şimdi şafak olmuştu.
Bütün bu değişimler, ailesinin hiç haberi olmaksızın meydana geliyordu.
Bu gizli çalışmalar sırasında, eski mutaassıp ve Bourbon taraftan düşüncelerinden tamamıyla kurtulup, tam
anlamıyla devrimci, demokrat ve cumhuriyetçi olunca, Orfevres Rıhtımı'ndaki gravürcülerden birisine gidip,
bir kart ısmarladı. Kartın üzerinde şöyle yazıyordu. Baron Marius Pontmercy.
Bu, başına gelen büyük değişimin mantıksal bir sonucuydu. Bu değişmenin merkezi, bilindiği gibi, babasıydı.
Ama kimseyi tanımadığı için bu kartları cebine koymaktan başka bir şey yapmadı.
Öte yandan, yine gayet mantıklı olarak, yavaş yavaş babasına ve babasının yirmi beş sene boyunca
uğrunda savaştığı şeylere yaklaştıkça, büyükbabasından uzaklaşıyordu. Zaten, Mösyö Gillenormand'm tavrı,
çoktan beri pek hoşuna gitmiyordu. Ağırbaşlı genç adamla her şeye yüzeysel açıdan bakan bir ihtiyar
arasında çıkabilecek bütün anlaşmaz-
-99-
lıklar onların da arasında çıkmıştı. Geronte'-un neşesi, Werther'i şaşırtır ve üzer. Aynı politik fikirlere ve
düşüncelere sahip olduklan müddetçe, Marius'la Mösyö Gillenormand köprü üzerinde karşılaşmış iki insana
benzi-yorlardı. Bu köprü yıkılınca, birden, onları ayıran uçurum ortaya çıkmıştı. Marius, kendisini babasından
ve babasını kendisinden, aptalca nedenlerle Mösyö Gillenormand'ın ayırdığını düşündükçe anlatılmaz bir
hınç duyuyordu.
Babasına acıya acıya, büyükbabasından nefret eder bir hale gelmişti.
Ama bunların hiçbirini belli etmediğini söylemiştik. Sadece hergün biraz daha soğuk davranıyor, yemeklerde
az konuşuyor, evde pek görünmüyordu. Teyzesi kendisine çıkıştığında, tatlı bir şekilde özür diliyor, neden
olarak da derslerini, sınavlarını, konferansları ileri sürüyordu. Gillenormand, ilk teşhisinden şaşmıyordu; "Ben
iyi bilirim bunu, âşık oldu," diyordu.
Marius arada bir dışarıda da kalıyordu. Teyzesi, "Nereye gider ki bu çocuk?" diyordu.
Bu kısa yolculukların birinde, babasının isteğini yerine getirmek için Montfermeil'e gitmişti. Eski onbaşı
Thenardier'yi arıyordu. Thenardier, iflas etmiş, lokanta kapanmıştı. Ne olduğunu kimse bilmiyordu. Bu
araştırmaları yaparken, Marius dört gün evden ayrılmak zorunda kaldı.
"Biraz mübalağa ediyor, canım!" dedi büyükbabası, "besbelli gönlünü kaptırmış."
-100-
Tam göğsünün üstünde, gömleğinin altında bir şey bulunduğunu ve bunun siyah bir şeritle boynuna
bağlanmış olduğunu belli belirsiz görmüşlerdi...
7. Bir Kadın Parmağı
Bir mızraklı süvariden söz açmıştık. Bu M. Gillenormand'ın babası tarafından uzak bir yeğen torunuydu.
Ailesinin yanında kalmıyor, evsiz, barksız, kışla hayatı sürüyordu. Teğmen Theodule Gillenormand, yakışıklı
bir subay olmak için gereken ne özellik varsa hepsine sahipti. Bir genç kız gibi beli ipinceydi, kılıcını çalımlı
bir şekilde sallıyordu. Uçları yukarıya kıvrık bıyıklan vardı. Paris'e çok seyrek gelirdi. O kadar seyrek ki,
Marius kendisini hiç görmemişti. Birbirlerini sadece ad-lanndan tanıyorlardı. Theodule'ün, teyzenin gözdesi
olduğunu daha önce söylemiştik sa-nınm. Kadının onu sevmesinin nedeni, kendisini sık sık görmemesiydi.
Sık sık görmediğimiz insanlara, düşündüğümüz bütün üstünlükleri ve meziyetleri kolayca atfederiz.
Bir sabah büyük Matmazel Gillenormand, eve heyecan içinde geldi. Onun gibi bir insan ne kadar
heyecanlanabilirse o da o kadar heyecanlanmıştı. Bu sırada, Marius, yine büyükbabasından bir yolculuğa
çıkmak üzere izin istemekteydi; o günün akşamı hareket edeceğini de ilave etmişti. Mösyö Gillenormand,
"Git bakalım," demiş, sonra da kendi kendine, kaşlannı kaldırarak, "Eski bir suçlu gibi davranmaya başladı,"
diye söylenmişti.
-101-
Matmazel Gillenormand bu işin altında bir şeyler olduğunu düşünerek odasına pek bozuk dönmüş,
merdivenleri çıkarken şöyle bağırmıştı: "İyi de, nereye gidiyor olabilir ki?" Kendi kendine az çok uygunsuz bir
aşk hikâyesi, karanlıkta bir kadın, bir buluşma, bir sır tasavvur ediyordu. İmkân olsaydı böyle bir durumu
yakından ve iyice görmek için gözlüklerini takıp bakmaktan kaçınmayacaktı. Bir sırrın ne olduğunu
öğrenmek tatlı bir şeydir. Bir rezaleti ilk duyan olmaya benzer. Evliya ruhlu insanlar bile bundan hoşlanırlar.
Dindarlığın en gizli yerinde bile, skandal ve rezaletleri öğrenmekten zevk alma eğilimi vardır.
Bu yüzden, bu hikâyeyi öğrenmek için kör bir arzu duyuyordu.




"Bourbonlar yerin dibine batsın, XVIII. Louis domuzu gebersin!" diye bağırdı. XVIII. Louis dört yıl önce ölmüştü, ama o buna pek aldırmıyordu."
Kıpkırmızı kesilmiş olan ihtiyar birdenbire kâfurun gibi bembeyaz oldu. Sonra şöminenin üzerinde duran, Due de Bery'nin büstüne döndü. Büstü saygıyla ve ağırbaşlılıkla selamladı. Ardından şömineden pencereye, pencereden şömineye gidip geldi. Çok ağır yürüyor ve hiç ses çıkarmıyordu. Odayı arşınlarken topukları sanki taştan bir yaratık yürüyormuş gibi döşemeyi gıcırdatıyordu. Sonunda, bu manzara karşısında aptala dönmüş olan kızına hitap ederek sakin bir şekilde güldü ve şöyle dedi:
"Bu beyefendi gibi bir baronla benim gibi bir burjuva aynı çatının altında barınamazlar."
Ve birden yüzü gözü öfkeden şişmiş, solgun, sinirli ve kendini kaybetmiş bir halde, Marius'e haykırdı:
"Defol!"
Marius evi terk etti.
Ertesi gün Mösyö Gillenormand, kızma şöyle diyordu:
"Her ay şu kan içici herife bir miktar para
-115-
yollayın. Sakın bana bir daha ondan söz etmeyin."
Çok kızdığı halde kızgınlığını dökecek yer bulamayan Mösyö Gillenormand, kızma üç ay boyunca 'Siz' diye hitap etti,
Marius de bir hayli kızmış, evden öfkeyle çıkmıştı. Bütün bu olanlardan sonra bir başka talihsizlik, durumu daha da kötüleştir-mişti. Evdeki kavgaları daha kötüleştiren bu tür aksilikler hep olur. Yapılan kötülükler artmadığı halde, bunlardan duyulan acılar artar. Büyükbabanın emrine uyarak "paçavraları' alıp götürmüş olan Nicolette, farkında olmadan içinde Albayın el yazısı bulunan kâğıdın saklı olduğu siyah kutuyu düşürmüştü. Bunu, Marius'ün odasına çıkan karanlık merdivenlerde düşürmüş olması muhtemeldi. Araştırıldığı halde ne bu kâğıt, ne de madalyon bulunabilmişti. Ama Marius, Mösyö Gillenormand'm -münakaşa ettikleri günden beri büyükbabasına "Mösyö Gillenormand," diyordu- vasiyeti bulup ateşe attığından emindi. Gerçi babasının yazdıklarını ezbere biliyordu. Bu bakımdan herhangi bir şey kaybolmuş sayılmazdı. Ama kâğıt ve üzerindeki o kutsal el yazısı kaybolup gitmişti. Bu, onun her şeyiydi. Acaba vasiyete ne olmuştu?
Marius nereye gittiğini bilmediği için kimseye bir şey söylemeden çekip gitmişti. Üzerinde otuz franktan ve saatinden başka bir şey yoktu. Meydanların birinden kalkan bir arabaya bindi. Arabanın nereye gittiğini de bilmiyordu.
Marius ne olacaktı?
-116-
DÖRDÜNCÜ KİTAP
ABC DOSTLARI
1. Gittikçe Tarihselleşen Bir Grup
Görünüşte durgun geçen o dönemde, ortalıkta belli belirsiz bir devrim havası dolanıyordu. 89'un, 92'nin derinliklerinden gelen esintiler vardı. Genç Paris -bu ifadeyi bağışlayın- buluğa ermek, ergenliğe girmek üzereydi. İnsanlar hemen hiç farkında olmadan, zamanın akışıyla birlikte değişmekteydiler. Saatlerin kadranında dolaşan yelkovan, insanların ruhları arasında da hareket eder. Herkes ileriye doğru atacağı adımı atıyordu. Kralcılar liberal oluyor, liberaller de-mokratlaşıyorlardı. Binlerce med-cezirle karmaşıklaşmış bir deniz kabarması gibiydi bu. Med-cezirlerin özelliği, karışımlar oluşturmaktır. Bu yüzden ilginç düşünce karışımları ve birleşmeleri oluyordu. Hem Napo-leon'a hem özgürlüğe tapılıyordu. Biz, şimdi burada tarihi yazıyoruz. Bunlar o dönemin tahaflıklanydı. Fikirler de çeşitli aşamalardan geçerler. Acayip bir tarz olan Voltaire'ci kralcılığın, acayiplikte ondan aşağı kalmayan bir benzeri ortaya çıktı; Bonaparist liberalizm.
-117-
Başka düşünce grupları daha ciddiydiler. Oralarda ilkeler araştırılıyor; hukukla bağlantılar kuruluyordu. Mutlak olana büyük özlem duyuluyor, sonsuz mutlak olanın sonsuz gerçekleştirme imkânları yakalanıyordu. Mutlak, o sarsılmaz dayanıklılığıyla, zihinleri sınırsıza doğru iter ve onlan sınırsızlığın içinde yüzdürür. Hiçbir şey dogma kadar hayal üretmez. Ve, hiçbir şey hayal kadar geleceğe gebe olamaz. Bugün ütopya olan, yarın ete kemiğe bürünür.
İleri görüşlerin iki temeli vardı. Gizli birtakım düşünceler ortaya çıkarak, kuşkucu ve sessiz kurulu düzeni tehdit ediyordu. Devrimin en yüksek derecedeki belirtisidir bu. İktidarın kararsızlığı onu yıkmak için kazılan lağımda, halkın kararsızlığıyla karşılaşır. Ayaklanmaların kulukça devri, hükümet darbelerinin tasarlanma süresine karşılık gelir.
O tarihte Fransa'da henüz Almanların Tu-genbund'u, İtalyanların Corbonari'si gibi geniş yeraltı örgütleri yoktu. Ama yer yer karanlık kuytu köşelerde çeşitli topluluklar dal budak salmaktaydı. Aix'de Cougourde yavaş yavaş şekilleniyordu; Paris'te bu tür gizli örgütler arasında özellikle ABC Dostları Derneği bulunuyordu.
Neydi bu A B C Dostları? Görünüşteki amacı çocukların eğitilmesi, gerçekte ise büyüklerin yetiştirilmesi olan bir demek.



















-187-
genliğini tahrik etmeden ihtiyarlığına sıcaklık veriyordu. Gençlik, yumuşaklıkla birlikte olursa, ihtiyarlar
üzerinde rüzgârsız güneş etkisi yapar. Marius, askeri zaferlere, top barutuna, yürüyüş ve karşı yürüyüşlere,
babasının bunca müthiş kılıç darbeleri indirdiği ve yediği bütün o muazzam savaşlara iyice doyunca M.
Mabeufü görmeye gidiyor ve M. Mabeuf de ona kahraman askeri, çiçekler acısından anlatıyordu.
1830'a doğru papaz kardeşi öldü ve hemen onun arkasından, gece bastırınca hep olduğu gibi, M. Mabeuf
için bütün ufuk karardı. Bir iflas -bir noterin iflası- kendisinden kalma ve kendine ait bütün servetini oluşturan
on bin frangı alıp götürdü. Temmuz Devrimi kitapçılıkta bir buhrana yol açtı. Kriz dönemlerinde satışı duran
ilk şey çiçeklerdir. Cauteretz civan çiçeklerinin sürümü bıçak gibi kesildi. Haftalar geçiyor, tek bir alıcı bile
çıkmıyordu. M. Mabeuf bazen bir çıngırak sesiyle ürperiyordu. Plutarque Ana kederli kederli ona: "Sucu
geldi," diyordu. Nihayet, günün birinde M. Mabeuf, Mezieres Soka-ğı'ndan ayrıldı, mütevellilik görevini
bıraktı, Saint-Sulpice'den vazgeçti; kitaplannm değilse de, estamplarının en az bağlı olduğu bir bölümünü
sattı ve Montpamasse Bulvan'nda küçük bir eve gidip yerleşti. Ama burada da üç aydan fazla kalmadı.
Bunun iki nedeni vardı: Birincisi zemin katla bahçenin kirası yılda üç yüz franktı; o ise kiraya iki yüz franktan
fazla ayırmayı göze alamıyordu; ikincisi, Fatou atış alanı_____na komşu olduğun-
-188-
dan, sürekli tabanca sesleri duyuyordu, bu da onun tahammül edemeyeceği bir şeydi.
Bitkilerini, klişelerini, kurutulmuş bitki koleksiyonlannı, portföylerini ve kitaplannı taşıdı ve Salpâtriere
yakınlannda Austerlitz köyünün kulübeye benzer yapılanndan birine yerleşti. Böylece yılda elli ekü
karşılığında, üç odaya ve çitle çevrili, kuyulu bir bahçeye sahip oldu. Bu taşınma dolayısıyla hemen bütün
eşyasını sattı. Bu yeni eve girdiği gün pek keyiflendi; gravürleri, kurutulmuş bitki koleksiyonlarını asmak için
kendi eliyle çiviler çaktı, günün kalan kısmında bahçeyi ça-paladı ve akşam Plutarque Ana'nm tasa içinde
düşündüğünü görünce, omzuna vurup, gülümseyerek ona: "Çivitimiz var ya, canım!" dedi.
Yalnız iki ziyaretçinin, Saint-Jacques kapısındaki kitapçı ile Marius'ün, onu Auster-litz'deki kulübesinde
görmesine müsaade ediyordu. Sonra, her şeyi söylemiş olmak için şunu da belirtelim ki, bu Austerlitz adı
onun pek de hoşuna gitmeyen gürültücü bir addı.
Zaten az önce de belirttiğimiz gibi, bilgeliğe ya da deliliğe yahut sık sık görüldüğü gibi her ikisine birden
gömülmüş beyinler hayat olaylarını ancak pek ağır kavrayabilirler. On-lann kendi kaderleri kendilerine
uzaktır. Zihnin, düşüncenin bu türden, belli şeyler üzerinde yoğunlaşmasının sonucunda, akla uygun olması
halinde felsefeye benzeyebilecek bir pasiflik hali ortaya çıkar. Düşülür, inilir, kayılır, hatta yuvarlanılır da,
farkına vanl-
-189-
maz. Gerçi bu daima bir uyanışla sonuçlanır ama çok geç bir uyanıştır bu. O zamana kadar insan mutluluğu
ve felaketi arasında oynanan oyunda tarafsız kaldığını sanır. Oyun kendi üzerine oynanmakta olduğu halde,
partiyi kayıtsızca seyreder.
M. Mabeuf de işte böyle, çevresini gittikçe saran bu karanlığın içinde, bütün umutlan arka arkaya sönerken,
biraz çocukça ama çok derin bir huzur ve sükûnet içinde kalabilmişti. Düşünce alışkanlıkları bir rakkasın
gidiş gelişlerine benziyordu. Bir kere kendini hayale kaptırdı mı, hayal kaybolacak olsa bile, o çok uzun süre
onun peşinde gider dururdu. Nitekim, bir saat de, anahtarı kaybolduğu an hemen durmaz.
M. Mabeufün masumca bazı eğlenceleri vardı. Bu eğlenceler az masraflı ve beklenmedik şeylerdi. En küçük
bir değişiklik, bir rastlantı, bu eğlenceleri beslemeye yetiyordu. Plutarque Ana odanın bir köşesinde roman
okumaktaydı. Daha iyi anladığını sandığından romanı yüksek sesle okuyordu. Yüksek sesle okumak,
okuduğunu kendi kendine onaylamaktır. Çok yüksek sesle okuyan bazı kimseler vardır ki, okudukları şey
hakkında kendilerine şeref sözü verdiklerini sanırsınız.
Plutarque Ana elindeki romanı işte böyle bir gayretle okumaktaydı. M. Mabeuf işitiyor, ama dinlemiyordu.
Plutarque Ana, okurken bir cümleye geldi. Bir Dragon süvarisi subayıyla bir güzel hanım söz konusuydu.
"... Güzel kadın suratını astı; ejderha da..."
-190-
Plutarque Ana, gözlüğünü silmek için burada durdu.
"Buda ve ejderha," diye alçak sesle tekrarladı M. Mabeuf. "Evet, doğrudur, mağarasının dibinden ağzından
alevler saçıp, göğü yakan bir ejderha vardı. Bu canavar birçok yıldızı ateşe vermişti. Üstelik kaplan gibi de
pençeleri vardı. Buda onun inine gitti ve ejderhayı din yoluna sokmayı başardı. Güzel bir kitaptır o
okuduğunuz Plutarque Ana. Bundan daha güzel bir efsane olamaz."
Ve M. Mabeuf tatlı bir hayale daldı. '
5. Sefaletin İyi Komşusu Yoksulluk
Marius'ün yavaş yavaş yoksulluğun pençesine düştüğünü gören ve buna gitgide şaşırmaya başlamakla
birlikte, henüz üzüntü duymayan bu saf yürekli ihtiyardan hoşlanıyordu. Courfeyrac'la buluşuyordu ama M.
Mabeufü arıyordu. Ama oldukça seyrek oluyordu bu, en fazla ayda bir ya da iki defa.
Marius'ün en büyük zevki, dış bulvarlarda ya da Champ de Mars'ta ya da Luxembo-urg'un en tenha
yollarında uzun gezintiler yapmaktı. Bazen bir bostanı, salatalık tarlalarını, gübrede eşelenen tavukları,







İkinci haftanın son günlerinden birinde Marius, yine her zamanki gibi sırasında oturuyor, elinde iki saatten
beri bir sayfasını bile çevirmediği açık bir kitap tutuyordu. Birdenbire ürperdi. Yolun ucunda bir şeyler
oluyordu. M. Leblanc ile kızı sıralarından ayrılmışlardı; kız, babasının koluna girmiş, ikisi birden ağır ağır
yolun ortasna, Marius'ün bulunduğu yere doğru geliyorlardı. Marius, kitabını kapadı, sonra yeniden açtı,
sonra oturmak için kendini zorladı. Titriyordu. Nur hâlesi dosdoğru onun yanına geliyordu. "Aman Tanrım!"
diyordu kendi kendine, "bir tavır takınacak vaktim bile yok." Bu arada, beyaz saçlı adamla genç kız
ilerlemekteydiler. Bu
-218-
süre ona yüzyıl kadar uzun gelmişti , aslında sadece bir saniyeydi. "Ne yapmaya geliyorlar ki buraya?" diye
soruyordu kendi kendine. "Buradan geçecek. Ayaklan bu kumun üstünde, bu yolda, iki adım ötemde
yürüyecek demek?" Allak bullak olmuştu. Çok yakışıklı olmak isterdi, nişan sahibi olmak isterdi.
Yaklaşanların adımlarının tatlı ve ölümcül sesinin gittikçe yaklaştığını işitiyordu. M. Leblanc'in ona öfkeli
gözlerle bakacağını ve adamın kendisiyle konuşup konuşmayacağını düşünüyordu. Başını eğdi;
kaldırdığında tam yanıbaşmdaydılar. Genç kız geçerken ona baktı. Sabit bir bakışla, düşünceli bir tatlılıkla
baktı. Bu bakış, Marius'ü tepeden tırnağa titretti, bunca zamandır kendisine kadar gelmediği için kız ona
sitem ediyor ve sanki, "Bak işte, ben sana geldim," diyordu. Bu ışık ve uçurum dolu gözbebekleri karşısında
Marius, gözleri kamaşmış bir halde kalakaldı.
Beyninin içinde bir ateş yandığını hissediyordu. O, ayağına gelmişti; ne büyük mutluluktu bu! Sonra, nasıl da
bakmıştı ona! Şimdiye kadar gördüğünden de güzel bulmuştu onu. Hem kadınca, hem melekçe; Petrarca'ya
şiirler söyletecek, Dante'ye diz çöktürecek noksansız bir güzellikti bu. Marius mavi göklerde süzülüyormuş
gibiydi. Aynı zamanda fena halde canı sıkılmıştı, çünkü ayakkabılarının burnunda toz vardı.
Genç kızın da ayakkabılarına baktığından emindi.
Onu kayboluncaya kadar izledi. Sonra Lu-
-219-
xembourg Parkı'nda deli gibi yürümeye başladı. Herhalde arasıra kendi kendine gülüyor, yüksek sesle
konuşuyordu. Parktaki dadıların yanından geçerken öylesine hayal içindeydi ki, her biri, onu kendisine âşık
sandı.
Ona sokaklardan birinde rastlamak umuduyla Luxembourg'dan çıktı.
Odeon'un kemerleri altında Courfeyrac'a rastladı ve, "Hadi gel birlikte yemek yiyelim," dedi. Rousseau'ya
gittiler; altı frank harcadılar. Marius, bir dev iştahıyla yedi. Garsona altı metelik bahşiş verdi. Sıra tatlılara
geldiğinde Courfeyrac'a, "Gazeteyi okudun mu? Audry de Puyraveau ne güzel bir nutuk çekmiş!" dedi.
Çılgınca âşıktı.
Yemekten sonra Courfeyrac'a, "Seni tiyatroya davet ediyorum," dedi. Auberge des An-drets'de Frederiec'i
seyretmeye Porte-Saint-Martin'e gittiler. Marius müthiş eğlendi.
Aynı zamanda iyice tuhaflaşıp anlaşılmaz biri olmuştu. Tiyatrodan çıkarken, bir su birikintisinin üzerinden
atlayan bir terzi kızın çorap bağına bakmayı reddetti ve Courfey-rac'ın, "Bu kadını memnuniyetle
koleksiyonuma katardım," demesi onu adeta tiksindirdi.
Courfeyrac, onu ertesi gün Voltaire Kah-vesi'ne öğle yemeğine davet etmişti. Marius oraya gitti ve bir gün
öncekinden de fazla yedi. Düşünceler içinde son derece neşeliydi. Kahkaha atmak için hiçbir fırsatı
kaçırmıyor-du denilebilir. Tanıştırıldığı taşralının birini sevgiyle kucakladı. Masanın çevresinde bir
-220-
halka oluşturmuş olan öğrencilerle Sorbon-ne'da kürsülürden savrulan ve parasını devletin ödediği
saçmalıklardan söz ettiler, sonra sıra sözlüklerdeki ve Quicherat'nm konuşma, kurallan kitabındaki yanlışlara
ve eksiklere geldi. Marius, tartışmayı keserek "Bir nişan sahibi olmak ne de olsa güzel şey," dedi.
Courfeyrac, usulca Jean Prouvaire'e:
"Komik bir adam," dedi
Jean Provuaire:
"Hayır," diye cevap verdi, "o ciddi."
Gerçekten de ciddiydi. Marius, büyük tutkuların başladığı o şiddetli, o tatlı ilk saati yaşıyordu.
Bütün bunları yapan tek bir bakıştı.
Maden ocağı barutla dolunca, kibrit de hazır olunca, gerisi gayet basitti. Bir bakış, bir kıvılcım olur.
Olan olmuştu. Marius, bir kadını seviyordu. Kaderi bir bilinmezliğe doğru gidiyordu.
Kadınların bakışı, sakin barışçı gibi görünen aslında korkunç bir makineye benzer. Her gün rahatça, zarar
görmeden, hiçbir şeyden şüphelenmeksizin yanından geçer durursunuz. Bir an gelir, onun orada olduğunu
bile unutursunuz. Gider-gelir, hayal kurar, konuşur, gülersiniz. Derken, birdenbire bakarsınız ki
tutulmuşsunuz! Tamamdır artık. Çark sizi kapmıştır, bakış sizi yakalamıştır. Herhangi bir yerinizden,
herhangi bir şekilde, düşüncenizin sürüklenen herhangi bir parçasından, herhangi bir dalgınlık anınızda
yakalamıştır sizi. Mahvoldunuz demektir artık. Çark sizi bütün varlığı_____nızla içine çekecektir.
-221-
















"Geliyor!"
Baba gözlerini, kadın başını çevirdi, küçük kız kardeş hiç kıpırdamadı.
"Kim?" diye sordu baba.
"O Mösyö!"
"Hayırsever adam mı?"
"Evet."
"Hani Saint-Jacques Kilisesi'ndeki?"
"Evet."
"Şu ihtiyar?"
"Evet."
"Gelecek, öyle mi?"
"Arkamdan geliyor."
"Emin misin?"
"Eminim."
"Sahi, geliyor mu?"
"Arabayla. Rothschild'in kendisi!"
Baba ayağa kalktı.
"Nerden eminsin? Arabayla geliyorsa, sen nasıl ondan önce vardın? Bari adresi doğru verdin mi? Koridorun
sonunda, sağda son kapı dedin mi? Tann vere de yanılmasa? Demek kilisede buldun onu? Mektubumu
okudu mu? Ne dedi sana?"
-279-
"Dur bakalım hele!" dedi kız, "amma da dörtnala gidiyorsun babalık! Bak işte; kiliseye girdim, her zamanki
yerindeydi, önünde bir referans yaptım, mektubu verdim, okudu, sonra bana; 'Nerede oturuyorsun evladım?'
dedi. Ben de ona, 'Ben sizi götüreyim efendim,' dedim. O, 'Hayır, siz bana adresinizi verin, kızım alışverişe
gidecek, ben bir araba tutar, sizinle aynı zamanda evinizde olurum,' dedi. Adresi verdim. Evin yerini
söyleyince şaşırmış göründü; bir an tereddüt etti, ama sonra, 'fark etmez, gelirim,' dedi. Ayin bitince, kızıyla
birlikte kiliseden çıktığını, arabaya bindiklerini gördüm. Koridorun dibinde, sağda son kapı diye sıkı sıkı
söyledim ona."
"Peki, geleceğini nereden biliyorsun?"
"Şimdi arabanın Petit-Banquier Sokağı'na doğru geldiğini gördüm. Onun için koştum ya zaten."
"Aynı arabada olduğunu ne biliyorsun?"
"Çünkü numarasını görmüştüm."
"Neydi numarası?"
"440."
"İyi, akıllı kızsın sen."
Kız küstahça baktı babasına ve ayağındaki pabuçları göstererek:
"Akıllı bir kız olabilirim, ama şunu söyleyeyim ki, bir daha bu pabuçları giymeyeceğim; istemiyorum artık
onları, önce sağlığım için, sonra da temizliğim için. İçine su alan, sonra da yolda hep vırç, vırç, vırç diye ses
çıkaran tabanlar kadar sinir bozucu şey bilmiyorum. Yalınayak dolaşırım daha iyi."
-280-
"Haklısın," diye cevap verdi baba. Sesinin tonu, genç kızın hırçınlığına ters düşüyordu. Ne var ki,
"Kiliselerden içeri sokmazlar seni. Fakirlerin de ayakkabıları olması gerekir. Tann'nm evine yalınayak
girilmez," diye acı acı ekledi.
Sonra zihnini kurcalayan konuya döndü:
"Buna emin misin, geldiğinden emin misin?"
"Arkamdan geliyor," dedi kız.
Adam doğruldu. Yüzünü adeta bir vahiy aydınlığı sarmıştı.
"Kancığım!" diye seslendi, "duyuyor musun? İyi yürekli adam geliyor işte. Ateşi söndür."
Şaşınp kalan ana yerinden kıpırdamadı.
Baba bir cambaz çevikliğiyle sıçrayıp şöminenin üstünde duran ağzı kınk bir testiyi kaptı ve yanan odunların
üzerine su serpti.
Sonra büyük kızma dönerek:
"Sen! İskemlenin hasınnı yol!" dedi.
Kızı hiçbir şey anlamıyordu.
İskemleyi yakaladığı gibi, bir topuk darbesiyle hasın kopuk bir iskemle haline getirdi. Bacağı iskemleye
geçmişti.
Bacağını çekerken kızma sordu:
"Hava soğuk mu?"
"Çok soğuk, kar yağıyor."




Arabacı durdu, göz kırparak, sol elini Ma-rius'e doğru uzatıp, başparmağı ile işaret parmağını hafifçe
ovuşturarak: "O ne o?" dedi Marius. "Para peşin," dedi arabacı. Marius, üstünde ancak on altı metelik
olduğunu hatırladı.
"Ne kadar?" diye sordu. "Kırk metelik." "Dönüşte öderim."
Arabacı cevap yerine ıslıkla La Palisse havasını çalarak atını kamçıladı.
Marius uzaklaşan arabanın arkasından şaşkın şaşkın bakakaldı. Yirmi dört meteliği eksik diye, sevincini,
mutluluğunu, aşkını kaybediyordu! Yine karanlık gecenin içine düşüyordu! Sabahleyin şu sefil kıza verdiği
beş frankı acı acı ve söylemek gerekir ki, derin bir pişmanlıkla düşündü. Eğer o beş frank olsaydı şimdi
kurtulmuştu, yeniden doğacaktı; olacaklar konusundaki belirsizlikten, karanlıktan kurtulacaktı; yalnızlıktan,
hüzünden, kederden çıkacaktı; kaderinin siyah ipliğini, az önce gözlerinin önünde dalgalanan ve bir kere
daha kopan o güzel altın ipliğe bağlayacaktı. Umutsuzluk içinde; perişan bir halde evine döndü.
Marius, Mösyö Leblanc'm akşama tekrar
-295-
geleceğine söz verdiğini ve bu defa onu takip etmek için daha becerikli davranmanın yeteceğini
düşünebilirdi, ama hayran hayran seyredişi sırasında M. Leblanc'ın verdiği bu sözü galiba duymamıştı.
Merdivenden çıkacağı sırada bulvarın öbür tarafından Barriere-des-Gobelins Soka-ğı'nm duvarı boyunca,
Jondrette'in, 'iyi niyetli adam'ın getirdiği redingota bürünmüş, şehir kapısı serserileri diye anılan endişe
uyandırıcı görünüşlü adamlardan biriyle konuştuğunu fark etti; şu değişik yüzleri ve kuşkulu konuşmalarıyla
kötü düşünceli oldukları her hallerinden belli olan ve genelde gündüzleri uykuda olmaları, geceleri de
çalıştıklarını akla getiren adamlardan biriyle.
Girdaplar yaparak düşen karın altında kımıldamadan durup konuşan bu iki adam, bir inzibat görevlisinin,
şüphesiz hemen dikkatini çekecek bir topluluk oluşturuyordu, ama Marius ancak fark etmekle kaldı.
Ama yine de kalbine acı veren bu zihin meşguliyetine rağmen Marius, Jondrette'in konuştuğu bu şehir kapısı
serserisinin, Co-urfeyrac'm bir sefer kendisine gösterdiği Panchaud namıdiğer Printanier, yine namıdi-ğer
Bigrenaille adında birisine benzediğini düşünmekten kendisini alamadı. Mahallede oldukça tehlikeli bir gece
yolcusu olarak tanınıyordu bu adam. Bundan önceki kitapta bu adamın adı geçmişti. Bu Panchaud
namıdiğer Printanier, yine namıdiğer Bigranaille, daha sonra birçok cinayet davalarında boy göstermiş ve
sonra ünlü bir şair olmuştur. O sıra-
-296-
lar henüz tanınmış bir serseriydi. Bugün haydutlar, profesyoneller, katiller arasında dillere destandır. Son
siyasi devrin sonlarına doğru bir ekol haline gelmişti. Ve Force Ha-pishanesi'ndeki Aslanlar İni'nde gece
olurken gruplar oluşturup kendi aralannda usul usul konuştukları saatlerde ondan söz edilirdi. Hatta bu
hapishanede, 1843 yılında otuz mahkûmun güpegündüz kaçmasına yaramış olan bu devriye yolu altındaki
lağım kanalının geçtiği yerde, kanalın kapak taşı üstünde PANCHAUD adını okumak mümkündü. Bunu
bizzat Panchaud, firar girişimlerinden birinde devriye yolunun duvanna büyük bir cüretle kazımıştı, 1832'de
polis tarafından göz hapsine alınmıştı, ama henüz mesleğine ciddi bir şekilde başlamış değildi.
11. Sefalet, Acıya Hizmet Ekliyor
Marius viranenin merdivenlerini ağır ağır çıktı. Tam hücresine girmek üzereydi ki, arkasından, koridorda
Jondrettelerin büyük kızının peşinden geldiğini gördü. Bu kızı görmeye tahammülü yoktu, beş frankını o
almıştı, parayı geri istemek için de artık çok geçti, araba çok uzaklardadır. Hem zaten kız parayı ona geri
vermezdi de. Az önce gelen insan-lann nerede oturduklannı ona sormak da faydasızdı, bunu bilemeyeceği
besbelliydi, çünkü Fabantou imzalı mektubun adresi 'Sa-int-Jacques-du-Haut-Pas Kilisesi'ndeki hayırsever
mösyöye şeklindeydi.
-297-
Marius odasına girerek, kapıyı arkasından itti.
Kapı kapanmadı; Marius döndü, bir elin kapıyı aralık tuttuğunu gördü.
"Nedir bu?" diye sordu, "kim var orada?"
Jondrettelerin kızıydı bu.
Marius, adeta hüzünlü bir sesle:
"Siz misiniz?" dedi, "yine siz demek! Ne istiyorsunuz benden?"
Kız düşünceliydi ve Marius'a bakmıyordu. Sabahki kendine güveni de yoktu artık. İçeri girmemiş, koridorun
loşluğunda duruyordu. Marius, onu kapının aralığından görüyordu.
"Hadi ya, cevap verecek misiniz?" dedi Marius, "Benden istediğiniz nedir?"
Kız, içinde belli belirsiz bir ışığın yanar gibi olduğu kederli gözlerini ona doğru çevirdi:
"Üzgün görünüyorsunuz Mösyö Marius. Neniz var?"
"Ben mi?" dedi Marius.
"Evet, siz."
"Hiçbir şeyim yok."
"Var, var!"
"Yok."















Mezarında babasına, onu hayatı pahasına ölümden kurtarmış olan adamı, Saint-Jacques Meydanı'nda idam
olunurken, hem de oğlunun, vasiye tiyle onu kendisine emanet ettiği Marius'ün delaletiyle idam olunurken
seyret-tirecekti. Babasının kendi el yazısıyla yazdığı son isteklerini bunca zamandır göğsünde taşıyıp da,
feci bir şekilde bunların tam tersini yapmak ne acı bir şeydi! Ama öbür yandan da bu tuzağa tanık olup, onu
engellememek! Nasıl olur! Kurbanı mahkûm edip, katili esirgemekti bu! Böyle bir sefile karşı insan her-
-345-
hangi bir minnet borcu duyabilir miydi? Ma-rius'ün dört yıldan beri taşıdığı bütün düşünceler bu beklenmedik
darbeyle baştan aşağı parçalanmıştı.
Titriyordu. Her şey ona bağlıydı. Gözlerinin önünde telaş ve heyecanla kıpırdaşan şu insanların kaderini, hiç
farkında olmadıkları halde elinde tutuyordu. Tabancanın tetiğini çektiği takdirde M. Leblanc kurtulmuş, Thenardier
mahvolmuş demekti; tetiği çekmediği takdirde ise M. Leblanc feda edilmiş ve kim bilir, belki de
Thenardier kurtulmuş olacaktı. Ya birini uçuruma itmek ya da ötekini düşsün diye bırakmak! İki taraflı vicdan
azabı.
Ne yapmalı? Neyi seçmeli? En yüce, en güçlü anılan, kendi kendisine giriştiği en içten taahhütleri, en kutsal
görevi, en saygıdeğer yazılı metni çiğnemek! Ya babasının vasiyetini çiğnemek ya da bir cinayetin
işlenmesine göz yummak! Bir yandan, "Ursule"ün ona babası için yalvardığını, öbür yandan albayın ona
Thenardier'den yana çıkmasını öğütledi-ğini duyar gibi oluyordu. Çıldırmış gibi hissediyordu kendini.
Dizlerinin bağı çözülüyordu. Üstelik, gözleri önündeki sahne öylesine çılgınca bir hızla cereyan etmekteydiki
düşünüp karar verebilecek zamanı da yoktu. Bir kasırga girdabıydı adeta; Marius, önce bu girdaba hakim
olduğunu sanıyordu ama şimdi girdap onu kapmış, sürüklüyordu. Neredeyse bayılmak üzereydi.
Bu sırada Thenardier -onu artık yalnız bu adla anacağız- bir çeşit hezeyan ve zafer çıl-
-346-
gmlığı içinde masanın önünde bir baştan bir başa gidip geliyordu.
Mumu avucuyla yakaladığı gibi şöminenin üzerine öyle şiddetli bir vuruşla koydu ki, fitil az kalsın sönecekti;
erimiş mumlar duvara sıçradı.
Sonra M. Leblanc'a doğru döndü; korkutucu gözlerle, tükürürcesine:
"Yandın, bittin, duman oldun! Çıra gibi!" Ve patlamaya hazır halde yeniden dolaşmaya başladı:
"Ya!" diye haykırdı, "En sonunda sizi buldum, iyi yürekli, insansever mösyö! Hırpani milyoner mösyö! Enayi
mösyö! Ya! Demek beni tanımıyorsunuz! Hayır, sekiz yıl önce, 1823 yılı, noel gecesi Montfermeil'e, benim
hanıma gelen siz değilsiniz! Fantine'in çocuğunu, Tarlakuşu'nu benden alıp götüren siz değilsiniz! San
renkli, üç katlı yakalı redingot giyen siz değilsiniz! Hayır! Bu sabah bana geldiğiniz gibi, elinde pılı pırtı dolu
bir paketle gelen siz değilsiniz! Söylesene kadın, öyle değil mi? Anlaşılan, bunun merakı da evlere yün çorap
dolu paketler taşımak! Sadaka dağıtan ihtiyar! Tuhafiyeci misiniz siz milyoner mösyö? Fakir fukaraya
dükkânınızın sermayesini dağıtıyorsunuz demek mübarek adam! Şarlatan! Ya! Demek beni tanımıyorsunuz,
öyle mi? Ama ben sizi tanıyorum! Burnunuzu kapıdan içeri soktuğunuz o an hemen tanıdım! Ya! İnsanlann
evlerine, oralann han olduğunu bahane ederek, biçare kılık kıyafette, eline bir metelik sadaka verilecek
fukara ta-vırlanyla gelip, onlan aldatmanın, cömertlik
-347-
taslamanın, ellerinden geçim araçlarını almanın, onları ormanlarda tehdit etmenin, bu da yetmiyormuş gibi,
onlar mahvolunca, kocaman bol bir redingotla, iki külüstür hastane battaniyesi getirmenin öyle toz pembe bir
iş olmadığını sonunda göreceksin ihtiyar, dilenci, çocuk hırsızı!"
Durdu, bir an kendi kendine konuşuyormuş gibi göründü. Öfkesi, bir deliğe dökülen Rhone Nehri'ydi sanki.
Sonra, kendi kendine sessizce söylediği şeyleri yüksek sesle ta-mamlıyormuş gibi masanın üstüne bir
yumruk indirerek haykırdı:
"Şu iyilik meleği tavrıyla!" Ve şiddetle M. Leblanc'a döndü: "Allah kahretsin! Vaktiyle benimle alay ettiniz!
Büyük felaketlerimin nedeni sizsiniz! Elimdeki bir kızı bin beş yüz franka aldınız; mutlaka zengin birilerinin
kızıydı ve daha o zamandan bana epeyce para kazandırmıştı, bütün hayatım boyunca ondan geçimimi
sağlayacak kadar para çekecektim ben. Yahudi havrası gibi şamata edilen ve uğrunda varını yoğunu
yediğim şu lanet olası meyhanede kaybettiğim her şeyi bana telafi edecek bir kızdı o! Dilerim ki, bende
içtikleri bütün şaraplar içenlere zehir zıkkım olsun! Neyse, olan oldu! Söyleyin bakalım! Tarlakuşu'yla
çekip gittiğinizde, beni gülünç bulmuşsunuz-dur mutlaka! Ormandayken, elinizde sopanız vardı! Daha güçlü
olan sizdiniz. Şimdi onun intikamı almıyor. Bugün kozlar benim elimde. Hapı yuttunuz beyim! Oh! Güleceğim
geliyor. Hakikaten güleceğim geliyor! Nasıl da
-348-
bastı faka! Aktör olduğumu söyledim, adımın Fabantou olduğunu, Matmazel Mars'la, Mamzel Moche'le
komedilerde oynadığımı, ev sahibimin yarın, 4 Şubat'ta kirayı kendisine ödememi istediğini söyledim, vade
tarihinin 4 Şubat değil, 8 Ocak olduğunu farketmedi bile! Mantıksız salak! Şu bana getirdiği dört gümüş
parçasına bak! Rezil! Hiç olmazsa yüz franka çıkmaya bile gönlü razı olmamış! Yaltaklanmalarıma nasıl da
kanıyor! Pek eğlendiriyordu beni bu. İçimden; "dangalak" diyordum. Hadi bakalım, elimdesin işte! Sabahleyin
tabanlarını yalıyordum ama akşama kalbini kemireceğim!"
Thenardier sustu. Nefes nefese kalmıştı. Küçük, dar göğsü demirci körüğü gibi soluyordu. Korktuğunu yere
sermeyi, kendisini pohpohlayana hakaret etmeyi nihayet becerebilen zayıf, zalim, ödlek bir yaratığın aşağılık
mutluluğuyla doluydu gözleri. Dev Calût'-un başı üstüne ayağını koyan bir cücenin ya da hasta ve kendini
koruyamayacak kadar cansız, ama henüz acı çekebilecek kadar da canlı bir boğayı parçalamaya koyulan bir
çakalın sevinciydi bu.
M. Leblanc, onun sözünü kesmedi, ama susunca:
"Ne demek istediğinizi anlamıyorum," dedi. "Hakkımda yanılıyorsunuz. Ben çok yoksul bir insanım, milyoner
olmaktan da çok uzağım. Sizi tanımıyorum. Beni bir başkasıyla karıştırıyorsunuz."
"Ha, ha!" diye hırladı Thenardier, "Güzel maval! Bu şakadan medet umuyorsunuz ha!
-349-
Bocalıyorsunuz dostum! Ya! Demek beni tanımıyorsunuz! Demek kim olduğumu görmüyorsunuz!"
M. Leblanc, böyle bir zamanda oldukça garip ve güçlü bir etkisi olan nazik bir ses tonuyla:
"Affedersiniz mösyö," dedi, "Sizin bir haydut olduğunuzu görüyorum."
Herkes bilir ki, adi yaratıkların da alınganlıkları vardır, canavarlar çarçabuk öfkeye kapılırlar. Haydut sözünü
duyunca, Thenar-dier kadın yataktan aşağı fırladı. Thenardier, iskemlesini sanki kıracakmış gibi yakaladı.
"Sen dur yerinde!" diye karısına bağırdı, sonra M. Leblanc'a dönerek:
"Haydut ha! Siz zengin efendilerin bize böyle dediğinizi biliyorum! Ne yani? Doğrudur, iflas ettim,
saklanıyorum, ekmeksizim, meteliğim yok, bir haydutum! Üç gündür yemek yemedim, haydutum ben! Ah!
Sizler ayaklarınızı sıcak tutarsınız, Sakoski'nin iskarpinlerini giyersiniz, içi pamuk kaplı redingotlarınız vardır;
başpiskoposlar gibi, kapıcısı olan evlerde, birinci katta oturursunuz, yer mantarı yersiniz, ocak ayında demeti
kırk franktan kuşkonmaz yersiniz, bezelye yersiniz, karnınızı tıka basa doldurursunuz; havanın soğuk olup
olmadığını bilmek istediğiniz zaman da Mühendis Chevalier'nin termometresi kaçı gösteriyormuş diye
gazetelere bakarsınız. Bizlerse, kendimiz termometreyizdir! Rıhtımda, saat kulesinin köşesine gitmemize
gerek yoktur soğuk kaç dereceymiş diye görmek için; kanımızın damarlarımızda dondu-
-350-
ğunu ve buzun kalbimize kadar geldiğini duyar, "Tanrı yok!" deriz. Sonra siz bizim mağaralarımıza gelir, evet
mağaralarımıza gelir, bize haydut dersiniz! Ama biz sizi yiyeceğiz! Ama biz sizi parçalayıp yutacağız, zavallı
yavrucaklar! Mösyö milyoner! Şunu bilin; ben evvelce meslek sahibi bir adamdım, ehliyetim vardı,
seçmendim, bir burjuvaydım ben! Belki de siz öyle değilsiniz bile, kim bilir!"
Sözün burasında Thenardier, kapının yanında duran adamlara doğru bir adım attı, öfkeden titreyerek ekledi:
"Benimle, bir pabuç tamircisiyle konuşur gibi konuşmaya yeltendiğini düşünüyorum da!"
Sonra M. Leblanc'a dönerek yeni bir hezeyan depreşmesi içinde konuşmaya başladı yine:
"Ve şunu da bilin iyi yürekli, insansever mösyö! Ben adı sanı bilinmeyen, evlerden çocuk kaçırmaya gelen ne
idüğü belirsiz bir insan değilim! Ben eski bir Fransız askeriyim, nişanla ödüllendirilmem gerekirdi benim!
Waterloo'da bulundum ben! Ve savaşta adı kont bilmem ne olan bir generali kurtardım. Adını söyledi bana
ama kahrolası sesi öyle zayıf çıkıyordu ki, duyamadım. Yalnızca bir sağol duydum. Teşekkürü yerine, adını
duymayı tercih ederdim. Bu onu bulmama yarardı hiç olmazsa. David tarafından Bruquesel-les'de yapılmış
olan şu gördüğünüz tablo kimi temsil ediyor biliyor musunuz? Beni! David, bu kahramanlık olayını
ölümsüzleştirmek istedi. Sırtımda o general var işte, onu
-351-
misket ateşleri arasında götürüyorum. Tablonun hikâyesi bu! O general benim için hiçbir şey yapmış değildi;
ötekilerden daha değerli değildi benim için! Ama yine de kendi hayatımı tehlikeye atarak onu kurtardım ve
ceplerim bunun belgeleriyle dolu, Allah kahretsin! Şimdi bütün bunlan lütfedip size anlattığıma göre, artık işi
bitirebiliriz, bana para gerek, çok para gerek, pek çok para gerek, yoksa sizi mahvederim Allah'ın cezası."
Marius, sıkıntılarını biraz olsun bastırmış, dinliyordu. Son şüphe imkânı da ortadan kalkmıştı. Besbelli,
vasiyetnamedeki Thenardier buydu. Marius, babasına yöneltilen bu nankörlük suçlamasını duyunca ve
kendisinin de bu suçlamayı böyle uğursuz bir şekilde doğrulamak üzere olduğunu düşününce titredi. Ne
yapacağını bilememekten doğan şaşkınlı_____ğı bir kat daha arttı. Kaldı ki, Thenardier'nin bütün bu sözlerinde,
sesinin ifadesinde, jestlerinde, her sözcüğüyle birlikte alevler fışkıran bakışında kötü bir yaratılışın, her şeyi
açıkça ortaya döken patlamasında bu böbürlenme ve alçaklık, azamet ve küçüklük, öfke ve bönlük
karşısında gerçek sitemlerle yapmacık duyguların bu kaosunda, zorbalığın şehvetinden lezzet alan kötü bir
adamın bu hayasızlığında, çirkin bir ruhun bu rezil çıplaklığında, bütün acıların kinlerle birleşmiş bu
tutuşmasında, kötülük gibi iğrenç, hakikat gibi içe işleyen bir şeyler vardı.
Mösyö Leblanc'a satmayı önerdiği, üstat elinden çıkma tabloya, David'in resmine gelince; bu, okuyucunun
da tahmin etmiş ola-
-352-
cağı gibi, onun meyhanesinin resimli tabelasından başka bir şey değildi. Hatırlanacağı gibi, bu tabloyu o
bizzat kendisi yapmıştı ve Montfermeil'deki batışından arta kalıp, koruduğu tek enkazdı bu.
Thenardier, Marius'ün görüş alanından çekildiği için, şimdi Marius karşısındaki şeyi seyredebiliyordu artık.
Gerçekten de, bir muharebe, sürekli bir fon ve sırtında bir adam taşıyan başka bir adam görüyordu.
























5. Tarihin İçinden Çıktığı, Ancak Bilmediği Olaylar
Nisan sonlarına doğru her şey vehamet kazanmıştı. Fermantasyon kaynamaya başlamıştı. 1830'dan beri yer yer küçük isyanlar oluyordu, çabuk bastırılan, ama yeniden doğan bu isyanlar, alttan alta hazırlanan geniş bir yangının habercisiydiler. Korkunç bir şey kuluçka devrini yaşıyordu. Olması beklenen bir devrimin henüz pek belli olmayan, iyice aydınlanmamış kaba çizgileri fark ediliyordu. Fransa, Paris'e, Paris de Saint-Antoine dış mahallesine bakıyordu.
Gizliden gizliye ısınan Saint-Antoine dış mahallesi içten içe kaynamak üzereydi.
Charonne Sokağı meyhaneleri, bu iki sıfatın birarada meyhaneler için kullanılması garip görünürse de, ciddi ve fırtınalıydılar.
Buralarda düpedüz hükümetin varlığı söz konusu ediliyordu. Buralarda açıktan açığa ne için dövüşüleceği ya da ne için rahat durulacağı tartışılıyordu. Bazı dükkân arkalarında ilk alarm işaretinde sokakta bulunacaklarına ve 'düşmanın sayışma bakmadan dövüşeceklerine" dair yemin ettiriliyordu. Bir kere söz verildi mi, meyhanenin bir köşesinde oturan bir adam sesini gürleştirerek, "Anlıyorsun ya! Yemin ettin!" diyordu.
-48-
Bazen birinci katta kapalı bir odaya çıkılıyor ve orada adeta masonvari sahneler oluyordu. Yeni katılana, ona ve aile babalarına yardım etmek için yeminler ettiriyorlardı.
Basık tavanlı salonlarda 'bozguncu' broşürler okunuyordu. Devrin gizli raporlarından birinde 'hükümeti aşağılıyorlar' deniyordu.
Aynca, buralarda şuna benzer sözler işitiliyordu:
"Şeflerin adlarını bilmiyorum. Bizler, hangi gün olacağını ancak iki saat önce öğreneceğiz." Bir işçi şöyle diyordu, "Üç yüz kişiyiz, her birimiz on metelik koysak, kurşun ve barut yapmak için yüz^ elli frank eder." Bir başkası, "Ben altı ay istemiyorum, iki ay da istemiyorum. On beş güne kalmadan hükümetle başabaş olacağız. Yirmi beş bin kişiyle karşı çıkılabilir." Bir başkası daha, "Hiç yatmıyorum, çünkü geceleri fişek dolduruyorum." Zaman zaman burjuva kılıklı, iyi giyimli bazı adamlar geliyor, tafra satıp, emir verir tavırlar takınarak en önemlilerin ellerini sıkıyor, sonra çekip gidiyorlardı. Hiçbir zaman on dakikadan fazla kalmıyorlardı. Alçak sesle anlamlı konuşmalar yapılıyordu: "Komplo olgunlaştı, iş kıvamında." Böyle bir konuşmaya tanık olanlardan birinin deyişiyle, "bu söz orada bulunanların hepsi tarafından uğultuyla tekrarlanıyordu." Heyecan o derecedeydi ki, bir gün meyhanenin ortasında bir işçi haykırdı: "Silahımız yok!" Arkadaşlarından biri karşılık verdi, "Askerlerin var ya!" Böylece farkında olmadan Bonaparte'ın Italya'daki
-49-
orduya yaptığı konuşmayı taklit etmiş oluyordu. Bir raporda ayrıca yazıldığına göre, 'pek gizli bir şeyleri olduğunda, bunu ortada birbirlerine söylemiyorlardı.' Onun için, sözlerini söyleyip bitirdiklerinde neyi gizlemiş olabilecekleri asla anlaşılmıyordu.
Toplantılar bazen belli aralıklarla yapılıyordu. Bazılarında hiçbir zaman sekiz ya da on kişiden fazlası olmuyordu ve orada bulunanlar hep aynı kişilerdi. Başka bazı toplantılara ise isteyen girebiliyordu ve salon o kadar doluyordu ki, ayakta durmak zorunda kalınıyordu. Kimisi bu toplantılara heyecan ve tutkularından, kimisi de işe giderken yollan oraya düştüğü için katılıyorlardı. Devrimin zamanında olduğu gibi, bu meyhanelerde yeni katılanları kucaklayıp öpen vatansever kadınlar vardı.
Başka bazı anlamlı olaylar da görülüyordu:
Adamın biri, meyhanenin birine giriyor, içkisini içiyor, sonra da, "Şarapçı, borçlan devrim ödeyecek," diyerek çıkıp gidiyordu.
Charonne Sokağı'ndaki bir meyhanede devrimin gizli görevlileri^tayin edilmekteydi. Oylamalar, kasketlerin içinde yapılıyordu.
Bazı işçiler, Cotte Sokağı'nda gösteriler yapan bir eskrim hocasının evinde toplanıyorlardı. Evde, tahtadan çift elle kullanılan büyük kılıçlardan, değneklerden, bastonlardan, flörelerden ibaret bir silah koleksiyonu vardı. Bir gün flörelerin ucundaki düğmeleri çıkardılar.
Bir işçi şöyle diyordu; "Yirmi beş kişiyiz,
-50-
ama bana güvenmiyorlar, çünkü bana makine gözüyle bakıyorlar." Bu makine daha sonra Quenisset oldu.
Gizlice yapılması tasarlanan herhangi bir şey, giderek garip bir şekilde dillere düşüyordu. Kapısının önünü süpüren bir kadın, başka bir kadına şöyle diyordu; "Uzun zamandır olanca gayretimizle fişek yapmaya çalışıyoruz." Sokak ortalannda, eyalet milli muhafız-lanna hitaben yazılmış bildiriler okunuyordu. Bu bildirilerden biri şu imzayı taşıyordu. "Burtot, şarap taciri."
Bir gün Lenoir pazarındaki içki satıcılann-dan birinin kapısında çember sakallı, İtalyan şiveli br adam bir taşın üstüne çıkmış, gizli bir iktidardan ortaya çıkmışa benzeyen garip bir yazıyı yüksek sesle okuyordu. Çevresinde gruplar oluşmuş, alkış tutuyorlardı. Kalabalığı en fazla heyecanlandıran kısımlar derlenip, kaydedilmiştir. "...Doktrinlerimiz engellendi, bildirilerimiz yırtıldı, bildiri asanlanmız gözetlenip, hapse atıldı..." "Pamuk piyasasında meydana gelen iflaslar, birçok aracıyı bizden yana çevirdi." "... Halklann geleceği bizim karanlık saflanmızda hazırlanmaktadır." "... İşte, ortaya konulan sloganlar; etki veya tepki, devrim ya da
























-139-
kalkıyordu ki, Cosette, "Bu kadar çabuk mu?" dedi.
Jean Valjean, tuhaf kaçacak bir şey yapmak istemediği ve en çok da Cosette'i kuşkulandırmaktan çekindiği için, Luxembourg gezintilerine ara vermemişti, ama iki sevgili için bunca tatlı olan saatlerde Cosette gülümsemesini Marius'e gönderir ve Marius de, kendinden geçmiş bir halde, yalnız gülümsemeyi fark eder, gözü dünyada artık bu tapılası nurlu yüzden başka hiçbir şey görmezken, Jean Valjean, ateş saçan korkunç gözlerle Marius'e bakıp duruyordu. Artık kötü niyetli bir duyguya kapılmanın kendisi için imkânsız olduğuna inanan Jean Valjean'm, Marius orada olduğu zaman öyle anları oluyordu ki, tekrar vahşi ve yırtıcı hale geldiğini sanıyor ve ruhunun, bir vakitler öfke dolu olan eski derinliklerinin bu delikanlıya karşı yeniden açıldığını, galeyana geldiğim hissediyordu. Ona adeta içinde bilinmez birtakım yanardağ ağızlan oluşuyor gibi geliyordu.
"Nasıl! Bu yaratık yine buradaydı ha! Ne yapmaya geliyordu? Dolanmak, koku almak, incelemek, denemek için geliyordu. 'Bu ne yani? Niçin olmasın?' demeye geliyordu. Onun, Jean Valjean'm hayatı çevresinde dönüp dolaşmaya geliyordu! Mutluluğunun çevresinde, onu alıp götürmek için dolaşmaya geliyordu!"
Jean Valjean, "Evet, bu iş böyle!" diye ekliyordu, "Ne aramaya geliyor? Bir macera! Ne istiyor? Bir gönül eğlencesi! Bir gönül eğlencesi ha! Peki, ya ben? Ne yani! Önce insanla-
-140-
rın en sefil, sonra da en karabahtlısı olayım, ömrümün altmış yılını dizlerimin üzerinde sürünerek geçireyim, çekilebilecek bütün acılan çekeyim, gençliğimi görmeden ihtiyarlayayım, ailesiz, akrabasız, dostsuz, kadınsız, çocuksuz yaşayayım, bütün taşların, bütün çalıların üzerinde, bütün sınır işaretlerinde, bütün duvar boylarında kanımı bırakayım, bana karşı gösterilen sertliğe karşı yumuşak, kötülüğe karşı iyi olayım, her şeye rağmen tekrar namuslu, dürüst bir insan olayım, yaptığım kötülükten pişmanlık duyayım ve bana yapılan kötülüğü bağışlayayım... Tam bunun mükâfatını gördüğüm an, bütün bun-lann bittiği an, hedefe dokunduğum an-, İstediğim şeye eriştiğim an, tam iyi, âlâ, kefaretimi ödedim, kazandım derken, koca bir ahmağın keyfi Luxembourg'da seyre çıkmayı istedi diye bütün bunlar gidecek, her şey yok olacak, Cosette'i, hayatımı, sevincimi, ruhumu kaybedeceğim, öyle mi?"
O zaman gözbebeklerini kasvetli ve olağandışı bir ışıltı dolduruyordu. Bu bir insan, bakan bir insan değildi; bir düşmana bakan bir düşman da değildi; bir hırsıza bakan bir buldogtu.
Gerisini biliyoruz. Marius, düşüncesizliğe devam etti. Bir gün Cosette'i Ouest Sokağı'na kadar izledi. Başka bir gün kapıcıyla konuştu. Kapıcı da Jean Valjean'a konuştu ve "Mösyö, meraklı bir genç sizi sordu, kimin nesiydi acaba?" dedi. Ertesi gün Jean Valjean, Marius'e, onun nihayet fark edebildiği o bakışı fırlattı. Sekiz gün sonra Jean Valjean
-141-
evden taşınmıştı. Bir daha ne Luxembourg'a ne de Ouest Sokağı'na adım atmayacağına yemin etti. Plumet Sokağı'na döndü.
Cosette şikâyet etmedi, hiçbir şey söylemedi, soru sormadı, hiçbir neden öğrenmeye kalkışmadı, insanın, sırrına vâkıf olunacağından, artık kendini elevereceğinden korktuğu devreye girmişti. Jean Valjean'ın böyle acıklı durumlar hakkında hiçbir tecrübesi yoktu; bunlar yegâne güzel olan ve onun yegâne tanışmamış olduğu acıklı durumlardı. Bu yüzden, Cosette'in suskunluğunun vahim anlamını hiç anlamadı. Yalnız onun üzgün bir hal aldığını fark etti ve derin bir kedere gömüldü. Her iki taraf için de tecrübesizlikler söz konusuydu.
Jean Valjean bir defa bir deneme yaptı. Cosette'e:
"Luxembourg Parkı'na gitmek ister misin?" diye sordu.
Cosetet'in solgun yüzü birden aydınlandı. "Evet," dedi.
Gittiler. Aradan üç ay geçmişti. Marius, artık oraya gitmiyordu. Marius orada yoktu. Ertesi gün Jean Valjean, Cosette'e yine sordu:
"Luxembourg Parkı'na gitmek ister misin?"
Kız, üzgün ve yumuşak bir sesle cevap
verdi:
"Hayır."
Bu üzgünlük Jean Valjean'ı yaraladı, bu yumuşaklık onu kedere boğdu.
Şimdiden bu kadar sır vermez olan bu
-142-
I
gencecik zihnin içinden neler geçiyordu acaba? Orada neler oluyordu? Cosette'in ruhuna olanlar neydi? Jean Valjean, bazen yatacak yerde, başını elleri arasına alarak, karyolasının yanına oturup kalıyor, geceler boyunca kendi kendine, "Cosette ne düşünüyor?" diye soruyor ve onun düşünebileceği şeyleri düşünmeye çalışıyordu.
Ah! Bu anlarda manastıra nasıl da acı dolu bakışlarla bakıyordu, iffetin ve o yüce zirvenin, o melekler diyarına, erdemin o erişilmez buzdağına! Hayalinde manastırın bahçesini, nasıl da umutsuz bir hayranlıkla






Bahçeye yöneldi Gavroche. Yan sokağı buldu. Elma ağacını gördü. Yemişliği saptadı. Çiti inceledi. Bir çit, bir adımda aşılabilir rahatça. Gün batmak üzereydi. Bir tek kedi bile yoktu sokakta. Vakit son derece uygundu. Gavroche, tam öbür tarafa geçmeye hazırlanırken durdu. Konuşmalar geliyordu bahçeden. Çitin aralığından içeri baktı. Öbür yanda, iki adım ilerisinde ve tam içinden geçmeyi tasarladığı deliğin kendisini çıkaracağı noktada, sıra olarak kullanılan, yere yatırılmış bir taş vardı. Bahçedeki o yaşlı adam oturuyordu taşın üzerinde. Yaşlı kadın da onun karşısında, ayakta duruyordu. Kadm homurdanarak bir şeyler söylemekteydi. Görgülü bir çocuk değildi Gavroche. Dinledi.
"Mösyö Mabeuf," diyordu yaşlı kadın.
'Mabeuf,' diye düşündü küçük Gavroche, 'Ne gülünç bir ad!'
Yaşlı adam oralı değildi.
Yaşlı kadın tekrarladı:
"Mösyö Mabeuf..."
Yaşlı adam, hep yerdeki aynı noktaya bakarak cevap verdi:
"Söyleyin Plutarque Ana."
Platurque Ana, sözü tekrarlamış ve yaşlı adam da konuşmayı kabullenmek zorunda kalmıştı:
"Ev sahibi hiç de memnun değil durumdan."
"Neden?"
"Üç taksit kira borcunuz var da, ondan."
"Üç ay sonra dört taksit borcum olacak."
"Sizi sokağa atacağını söylüyor."
-166-
"Sokakta yatarım."
"Meyveci kadın para istiyor. Odun vermiyor artık. Bu kış neyle ısınacaksınız. Yakacağınız yok."
"Güneş var."
"Kasap da veresiyeyi kesti, et vermiyor artık."
"Bu iyi işte. Eti zaten hazmedemiyorum. Ağır geliyor."
"Peki, akşam yemeğinde ne yiyeceksiniz?"
"Ekmek."
"Fırıncı, alacağına mahsuben bir miktar para istiyor, yoksa ekmek vermeyeceğini söylüyor."
"Bu da iyi."
"Ne yiyeceksiniz?"
"Ağaçta elma var ya."
"Evet ama mösyö, böyle beş parasız da yaşanmaz ki!"
"Ne yapayım? Param yok işte!"
Yaşlı kadın gitmiş, adam tek başına kalmıştı. Düşünüyordu şimdi. Gavroche da kendi açısından düşünmekteydi. Karanlık, hemen hemen zifiri karanlığa dönüşmüştü artık.
Gavroche'un düşünmesinin ilk sonucu, çitten geçeceği yerde, çitin altına oturması oldu. Çalılığın alt kısmında, dallar bir parça seyrekleşiyordu. İçinden:
'îşte yatacak bir yer!' diye geçirdi Gavroche. Ve oraya büzüldü. Sırtını hemen hemen Mabeuf Baba'mn sırtına yaslamış gibiydi. Soluk alıp verişini iyice duyuyordu seksenlik ihtiyarın.
-167-
Yemek yerine uyumayı tercih ediyordu Gavroche. Ama tavşan uykusuydu bu: Tek gözü kapalı tetikte uyunan bir uyku. Nitekim bir yandan içi geçmekte ama öte yandan da çevreyi gözetlemekteydi.
Akşamın alacakaranlığında gökyüzünün beyazlığı yeryüzünü de ağartıyor, dar sokakta iki sıra karanlık, çalılığın arasında kurşuni bir çizgi meydana getiriyordu.
İşte bu beyazımsı çizgi üzerinde birdenbire iki karaltı belirdi. Karaltıların biri önden gitmekte, öbürü biraz arayla arkadan gelmekteydi. Gavroche:
"Al sana iki yaratık," diye mırıldandı. Neredeyse beli bükümüş, düşünceli, alabildiğince sade giyimli, yaşlı olduğu için yavaş yavaş yürüyen, herhalde yıldızların ışığında akşam gezintisine çıkmış bir adamdı birinci karaltı. İkincisi dimdik, sağlam ve zayıftı. Ötekinin adımlarına uydurmuştu adımlarını. Ama bu istemeye istemeye ağır yürüyüşte bile çeviklik ve atiklik sezilmekteydi. Bu karaltıda kaygı verici bir halin yanı sıra, o devirde zarif denebilecek kimselerin kılık kıyafeti de vardı: Şapkası modaya uygundu, redingotu siyahtı, iyi dikilmişti. Büyük bir olasılıkla pahalı bir kumaştandı. Güçlü bir tavırla başını dik tutuyordu. Şapkanın altında ve gecenin o vaktinde seçilebildiği kadarıyla, soluk bir delikanlı yüzü vardı. Bu yüzün ağzında da bir gül görülüyordu. Bu ikinci karaltıyı çok iyi tanıyordu Gavroche: Montparnasse'tı bu. Ötekine gelince, onu ta-
-168-
nrmıyordu, herhangi bir şey de söyleyemezdi onun hakkında. Sadece yaşlı bir adamcağızdı, o kadar.
Gavroche, hemen gözetlemeye koyuldu.
Bu iki yolcudan ikincisinin öbürüyle ilgili kötü niyeti olduğu anlaşılıyordu. Olup bitecekleri rahatça görebileceği bir yerdeydi Gavroche. Uyuma yeri aynı zamanda bir pusu olmuştu şimdi. Böyle bir saatte ve
















I
"Hem de nasıl!" dedi Gavroche. "Köprü altlarındaki gibi rüzgâr falan esmiyor katiyen! Havadar değil."
"Peki, nasıl giriyorsun?"
"Giriyorum işte."
Montparnasse merakla sordu:
"Demek ki bir delik var?"
"Elbette! Ama her önüne çıkana söylemek olmaz. Ön bacakların arasında delik var."
"Şimdi anladım!"
"Elinle şöyle bir dokunuyorsun: Trik-trak! Ve iş tamamdır."
Bir an sustuktan sonra ekledi Gavroche:
"Yumurcaklar için bir merdiven bulmak gerekecek elbette..."
Montparnasse gülmeye başlamıştı:
"Nereden buldun bunları?" diye sordu.
Dünyanın en sade sesiyle cevap verdi Gavroche:
"Bunlar, bana bir berberin armağanı."
Bu arada Montparnasse, birdenbire dalıp gitmişti.
"Hemen, görür görmez tanıdın beni," diye mırıldandı.
Sonra iki küçük şey çıkardı cebinden; pamuğa sanlı, iki, içi boş kuştüyü sapıydı bunlar. Tüylerin her birini bir burun deliğine soktu. Böylece ikinci burnu varmış gibi oluyordu.
Gavroche:
"Yakıştı sana!" dedi. "Neredeyse güzelleş-tin diyebilirim, bana kalırsa hiç çıkarma bunu suratından."
Aslında yakışıklı ve güzel bir delikanlıydı
-225-
Montpamasse, ama Gavroche alay etmeden duramazdı.
Montpamasse sordu:
"Şaka bir yana, beni nasıl buluyorsun, söyle?"
Apayrı bir ses tonuyla söylemişti bunu. Kaşla göz arasında tanınmaz bir hale girivermişti.
"Oh, ne olursun kukla oynat bize!" diye bağırdı Gavroche büyük bir heyecanla.
O ana kadar pek bir şey dinlemeksizin, parmaklarını burunlarına sokarak Montpar-nasse'ı taklide çalışmış olan yumurcaklar, kukla sözcüğünü işitir işitmez yaklaşmışlardı hemen. Sevinç ve hayranlık dolu bakışlarla beklemeye koyuldular.
Ne var ki Montpamasse kaygı ve kuşku içindeydi.
Elini Gavroche'un omzuna koydu ve kelimelerin üzerine basa basa konuştu:
"Sana söyleyeceklerimi iyi dinle çocuk. Bütün bu oyun takımımla birlikte panayır alanında olsam ve siz de bana on metelik atsanız seve seve yapardım istediğini. Ama bugün bayram değil, anlıyor musun? Ha?.."
Cümlenin bitişi Gavroche üzerinde garip bir etki uyandırmıştı. Hemen arkasına döndü ve küçük parlak gözlerini büyük bir dikkatle çevresinde gezdirdi. Birkaç adım ötede, kendilerine sırtı dönük duran bir zabıta memuru gördü. "Anladım!" diye haykıracak oldu birden ama tuttu kendini. Montparnasse'ın elini tutup sallayarak:
"Tamam, iyi akşamlar," dedi. "Ben çocuk-
-226-
larımı alıp filime gidiyorum. Günün birinde bana işin düşerse, nerede bulacağını biliyorsun. Asma katta oturuyorum, unutma. Kapıcı yok; Mösyö Gavroche diye bağırman gerekecek!"
'Tamam," dedi Montpamasse. Bu söz üzerine ayrıldılar. Montpamasse, La Greve'e, Gavroche da gene Bastille'e doğru gitti. Gavroche'un sürüklediği beş yaşındaki çocuk, 'kukla'cı Montparnasse'ın gidişini görmek için başını çevirip duruyordu arkaya.
Montpamasse, zabıta memurunun varlığını kendilerine özgü bir deyişle bildirmişti Gavroche'a. Demişti ki: "...sij'etais sur lapla-ce, avec mon dogue, ma dague et ma digue.^." Onun bu konuşmasında, çeşitli şekillerde telaffuz edilmiş olarak beş altı kez dig hecesi geçmekteydi. Ve bu hece, bir cümlenin içine ustaca karıştırılınca: Dikkatli olalım, rahat konuşamayız, anlamına geliyordu.
Yirmi yıl önce, Bastille Alanı'nın güneydoğu köşesinde, eski kale hendeğinin içine açılmış kanal barınağının yanında, bugün artık Parislilerin belleğinden silinmiş olan acayip bir anıt vardı. Aslında hatırlarda kalmayı hak eden bir anıttı bu; çünkü 'Beş Akademi Birliği üyesi ve Mısır ordusu başkomutanı'nın bir fikriydi.
Anıt diyoruz, ama aslında söz konusu anıt, kaba bir modelden başka bir şey değildi. Ne var ki, Napolyon'un fikrinin görkemli kadavrası, göz alıcı bir müsveddesi durumunda olan ve rüzgânn iki ya da üç başanlı darbesiyle bizlerden biraz daha uzağa taşın-
-227-
mış ve savrulmuş bulunan bu kaba model, tarihsel bir karaktere bürünmüş ve geçici görünüşe zıt düşen kesin bir yan kazanmıştı. Sırtında evi andıran bir de kulesi vardı. Bir vakitler gelişigüzel bir badanacı tarafından yeşile boyanmış olan bu kule, şimdi gökyüzü, yağmur ve güneş tarafından karaltılmak-taydı.









"Dondum ben burada," dedi.
"Isıtırız seni, merak etme."
"Yerimden kımıldayacak halim yok ki!"
"Kendini ipten aşağı kaydır, yeter. Biz seni tutarız."
"Soğuk ellerimi uyuşturdu, korkunç!"
"Sen ipi duvara bağla hele."
"Yapamayacağım, inanın!"
Montparnasse, bir an düşündükten sonra:
"Birimizin duvara tırmanması gerekli!" dedi.
Brujon, yukan doğru baktıktan sonra: "Üç katlı bir bina yüksekliği!" dedi.
-257-
Eskiden barakada ateş yakmaya yarayan bir sobanın bacası duvar boyunca uzanmakta ve aşağı yukan Thenardier'nin bulunduğu yere kadar yükselmekteydi. Daha o vakitler bile çatlak ve sıvası dökük olan bu boru yıkılmıştır ama izi bugün de görülür.
Montparnasse:
"Birimiz buradan çıkabiliriz," dedi.
Babet, haykırmamak için zor tuttu kendini:
"Bu borudan mı? Bir adam kesinlikle tır-manamaz bu borudan! Ancak bir velet yapabilir bu işi."
Gueulemer sordu:
"Evet ama, şu saatte o veledi nereden bulacağız?"
Montparnasse atıldı hemen:
"Durun biraz! Ben bulurum!"
Yavaşça araladı tahta perdenin kapısını. Sokaktan kimsenin geçmediğine iyice emin olduktan sonra dışarı süzüldü usulca, arkasından kapıyı kapayıp, koşa koşa Bastille Meydanı'na yöneldi.
Thenardier'ye sekiz yüz bin yıl gibi gelen yedi sekiz dakika geçti aradan.
Babet, Brujon ve Gueulemer, ağızlarını açmıyorlardı.
Nihayet yeniden açıldı kapı ve Montparnasse göründü soluk soluğa. Yaranda Gav-roche vardı. Yağmur sayesinde hâlâ ıssızdı sokak.
Küçük Gavroche avluya girince sakin sakin bakmıştı haydutların yüzüne. Saçlarından sular süzülmekteydi.
-258-
Gueulemer:
"Bana bak çocuk!" dedi. "Sen erkek misin?"
Omuzlarını silkti Gavroche:
"Benim gibi bir çocuk elbette erkek sayılır," dedi. "Sizin gibi erkekler nasıl çocuk sayılırsa!"
Babet:
"Ne çenesi düşük şey bu yahu!" diye söylendi.
Brujon yorumladı:
"Paris veletleri saman çöpünden yapılmadı!"
Gavroche:
"Söyleyin, ne istiyorsunuz?" diye sordu.
Montparnasse boruyu gösterdi:
"Şuradan yukan tırmanacaksın."
Babet, ipi uzattı:
"Şu iple."
Brujon:
"Pencerenin parmaklık tabanına," diye ekledi. "Ve ipi bağlayacaksın."
Babet tamamladı:
"Duvann üst tarafına."
Gavroche sordu:
"Peki, sonra?"
Gueulemer:
"O kadar!" dedi.
Gavroche boruyu, duvan, pencereleri inceledikten sonra küçümseyen bir ses çıkardı dudaklanyla. Hazırlandı.
"Bu kadar ha?"
Montparnasse:
"Orada bir adam var," dedi. "Onu kurtaracaksın."
-259-
Brujon sordu:
"Elbette istersen?"
Soruya, bugüne kadar hiç işitmediği tuhaf bir söz duymuş gibi, alaylı bir sesle cevap verdi çocuk:
"Çaylak!"
Ve ayakkabılarını çıkardı.
Gueulemer, Gavroche'u sımsıkı kavrayıp kaldırmış ve barakanın damına koymuştu. Dam gıcırdadı. Ardından Montparnasse'm yokluğunda Brujon'un düğümlediği ipi de uzattı çocuğa. Gavroche, tavana değen geniş bir yarık sayesinde girebileceğini gözüne kestirdiği boruya doğru ilerledi. Tam tırmanmaya başlayacağı sırada kurtuluşun ve hayatın yaklaştığını gören Thenardier, duvarın kenarından başını uzatmıştı. Günün ilk ışıklan ter kaplı alnını, soluk şakaklarını, uzun, ince, vahşi burnunu ve ağarmış sakalını aydınlatıyordu. Görür görmez tanıdı onu Gavroche:
"Bak hele!" dedi. "Babammış. Boşver canım, işimi görmeme engel değil bu!"
Ve ipi dişlerinin arasına sıkıştırıp, tırmanmaya başladı.
Çok geçmeden yukarıya ulaşmıştı. Ata biner gibi oturdu duvara ve ipi, pencerenin üst pervazına sıkı sıkıya bağladı.
Bir an sonra Thenardier sokaktaydı. Daha ayaklan kaldınma değer değmez, kendini tehlike dışında hisseder hissetmez ne yorgunluk kalmıştı haydutta, ne uyuşukluk, ne titreme. Yaşamış olduğu bütün o korkunç macera bir anda uçup gitmişti sanki ve yırtı-
-260-
cı zekâsı uyanmıştı bir anda. Hemen yürümeye hazırdı. Nitekim ilk sözü şu oldu:
"Şimdi kimi yiyoruz?"
Aynı zamanda öldürmek, paralamak, soymak anlamına gelen bu müthiş şeffaf sözcüğü açıklamaya girişmek sanırız boşunadır.
Brujon:
"Özetleyelim," dedi. "Üç kelimelik işimiz var, sonra da hemen aynlınz. Plumet Soka-ğı'nda, tatlı gibi gözüken bir iş vardı; ıssız bir sokak, tek başına bir ev, bahçeyi kuşatan eski bir parmaklık, bir arada yaşayan iki kadın."
Thenardier:
"İyi ya işte!" dedi. "Daha ne istiyorsunuz?"
Babet, cevap verdi:
"Senin kız, Eponine, gidip gördü durumu."
"Ve iyi bir öğüt verdi!" diye ekledi Gueulemer. "İş çıkmaz oradan, diyor!"
"Benim kız pek aptal değildir," dedi Thenardier. "İyi koku alır. Ama yine de gidip bir göz atmakta yarar var."
Brujon:
"Doğru, evet," dedi. "Gidip bir göz atalım."
Bu arada Gavroche, ötekilerin hiçbiri onu fark etmeksizin kazık duvannm üzerine oturmuştu. Birkaç saniye, belki de babasının ona dönüp bakmasını bekledikten sonra ayakka-bılannı ayağına geçirdi ve sordu:
'Tamam mı? Bana ihtiyacınız yoktur artık beyler? İşiniz halloldu. Ben gidiyorum. Yumurcaklar beni bekler!"
Ve yürüyüp uzaklaştı.
-261-
Gavroche, Les Ballets Sokağı'nm köşesini dönünce Thenardier'yi bir köşeye çekti Babet:
"Bu çocuğa iyi baktın mı?" diye sordu.
"Hangi çocuğa?"
"Demir duvara tırmanıp, sana ip getiren çocuğa."
"Yoo... Dikkat etmedim pek!"
"Bilmem, ama galiba senin oğlun o."
Thenardier:
"Boşver!" dedi. "Fark etmez."
-262-
mmam
YEDİNCİ KİTAP
ARGO
1. Köken
Müthiş bir sözcüktür Pigritia.
Bir dünyayı, hırsızlık anlamına gelen peg-re'i ve bir cehennemi, açlık anlamına gelen pegrenne'i doğurur.
Görüldüğü gibi, tembellik bir "anadır. Bunların anası. Bir oğlu vardır, hırsızlık; bir de kızı, açlık.
Biz, şimdi hangi alanda mıyız? Argo ala-nmdayız. Ne midir argo? Aynı zamanda hem ulustur, hem yerel, özel, deyiş; ağızdır. 'Hırsızlık' sözcüğünü iki yönden görüyoruz burada; biri halk, öbürü ise genel dil yönünden.
Bu ağır ve karanlık hikâyenin yazarı, bundan tam otuz dört yıl önce bu yapıtla aynı amacı güden Bir Mahkûmun Son Günü adlı yapıtına argo konuşan bir hırsız koydu diye büyük şaşkınlık olmuş ve şamata







Şimdi, bedenin mümkün olduğu kadar geç ölümünü, ruhunsa hiç ölmemesini arzu ediyoruz. Muamma sözünü söyleyip çözülecek, evet, sfenks konuşacak, problem çözülecektir. On sekizinci yüzyılın başlattığı halk dediğimiz yapıt, on dokuzuncu yüzyıl tarafından tamamlanacaktır, hiç şüpheniz olmasın! Evrensel refahın gelip yerleşmesi, ilahi biçimde kaçınılmaz bir olgudur.
Sonsuz büyüklükteki itici güçler insan
-289-
hayatını yönetir ve bunlar insanlığı mevcut bir tarihsel dönemde mantık aşamasına, yani dengeye, yani hakseverliğe yöneltirler. Toprak ve gökyüzünden oluşma bir güç çıkıyor insanlıktan ve onu yönetiyor, bir mucizeler yaratıcısı bu güç. Bilimin de yardımıyla, sıradan bir bakışla olanak dışı gibi görünen çelişkili problemler karşısında paniğe kapılmıyor. Günün birinde Doğu ile Batı'yı bir mezarın dibinde yüz yüze getiren ve imamlarla Bona-parte'a büyük piramidin içinde diyalog kurduran bu gizemli ilerleme gücünden çok büyük işler beklenebilir.
Bu arada, zihinlerin ileri doğru o muhteşem yürüyüşünde kesinlikle mola, duraklama ve durma olmamalı. Toplumsal felsefenin temelinde bilim ve barış duruyor. Antagoniz-malann incelenmesi yoluyla öfkeleri dağıtıp ortadan kaldırmak; toplumsal felsefenin amacı işte budur ve sonucu da işte bu olmalıdır. Arar, gözlemler ve çözümler bu felsefe; sonra yeni baştan oluşturup kurar. İndirgeme yönetimiyle iş görür: Nefreti çıkarıp atar önündeki her şeyden.
Bir toplumun insanların üzerine çöken rüzgârla sarsılıp uçuruma yuvarlandığı pek çok kere görüldü. Halkların ve devletlerin uğradıkları kazalarla doludur tarih. Töreler, yasalar ve dinler: Günün birinde fırtına çıkıve-riyor birden hepsini silip süpürüyor. Hint, Kaide, Pers, Asur, Mısır uygarlıkları birbiri ardınca göçüp gittiler. Niçin? Bilmiyoruz. Sebepleri neydi bu felaketlerin? Kesinlikle bilmiyoruz. Kurtanlamaz mıydı bu toplumlar?
-290-
Kendi hatalarının kurbanı mı oldular? Bu korkunç ölümlerdeki intihar payı nedir? Bütün bu sorular cevapsız. Ölüme mahkûm uygarlıkları gölgeler gelip örtüyor. Battıklarına göre suyun üzerindeydiler, bütün söyleyebileceğimiz bundan ibaret. Babil, Ninova, Tarsus, Tebai, Roma denilen o muazzam gemilerin, yüzyıllar denilen dev dalgaların ardından, geçmiş denilen okyanusun dibini boyla-yışlannı ürküntüyle karışık bir şaşkınlıkla seyrediyoruz: Karanlıkların bütün ağızlarından fışkıran korkunç soluğun üfleyişiyle devrilip gidiyorlar, evet. Ama orada karanlık varsa, burada da aydınlık var. Eski uygarlıkların hastalıklarını bilmiyoruz ama kendi uygarlığımızın sakat yanlarını pekâlâ bilmekteyiz. Onun üzerine her yerde ışık tutma hakkımız var. Güzelliklerini seyrettiğimiz kadar, biçimsizliklerini de açığa çıkarabiliyoruz. Ağrıyan yerini yoklamaya girişiyoruz hemen; acıyı saptadıktan sonra nedenine eğiliyoruz, bu da bizi ilacın keşfine götürüyor. Yirmi yüzyılın yapıtı olan uygarlığımız hem bir canavar, hem bir harikadır ve kurtarılmaya değer. Ve kurtarılacaktır. Onun acısını gidermek az iş midir? Başardık bunu yavaş yavaş. Aydınlatmayı da başarmaktayız. Sosyal felsefenin bütün çalışmaları bu amaca doğru yönlendirilmelidir. Bugün büyük bir görev düşüyor düşünüre; kulağını dayayıp, uygarlığı dinlemek. Tekrarlıyoruz; bu dinleme, yüreklendirici, cesaret verici olmaktadır. Acılı bir dramın sadece perde arkası olan şu sayfalan, yüreklendirme konusunda ısrar ederek kapatmak is-
-291-
temekteyiz. Sosyal ölümlülüğün altında hissettiğimiz, insanın ölümsüzlüğüdür. Halk hastalıkları öldürmüyor insanı.
Gelecek, gelecek mi? Bunca korkunç karanlığı gördükçe, bu soruyu kendi kendimize yöneltmeye hak kazanmaktayız. Bencillerle sefillerin iç karartıcı karşılaşması. Bencillerin orada önyargıları var, zengin eğitiminin karanlıkları, gittikçe artan bir kendinden geçme iştahı, bunaltıcı bir refah şaşkınlığı, kimilerinde acı çekenlerden nefret etmeye kadar varan bir acı çekme korkusu, amansızca bir doygunluk arzusu, ruhu kapatacak derecede şişkin bir benlik var. Sefillerde ise kıskançlık var, ötekilerin zevk içinde yaşadığını görmekten doğan kin, insanın hayvan yanının doyumlara doğru derin sarsıntılarla uzanışları, sisle örtülü kalpler, hüzün, ihtiyaç, zorunluluk, kaçamazlık, kirli ve basit cehalet var.
Gözlerimizi gökyüzüne doğru kaldırmaya devam etmek gerekir mi acaba? Orada seçer gibi olduğumuz ışıklı nokta, sönecek noktalardan mı? İdealin böyle küçücük, tek başına, belli belirsiz, parlak, ama çevresine yığılmış bütün o muazzam siyah tehditlerle kuşatılmış olarak derinliklerde yitip gittiğini görmek elbette korkunç bir şey. Ama gene de biliyoruz ki, aynı ideal, bulutların kocaman ağızlan içindeki bir yıldızdan daha fazla tehlike altında değil.
-292-

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder