BEŞİNCİ KİTAP
KARANLIKTA ÇIKILAN AVDA SESSİZ KÖPEK SÜRÜSÜ
1. Stratejinin Zikzakları
Şimdi okunacak sayfalarla, daha sonra okunacak bazı sayfalar için burada bir açıklama yapmak gerekiyor.
Bu kitabın istemeyerek kendinden söz etmek zorunda kalan yazan, yıllar var ki Paris'te bulunmamaktadır. Paris'i terk ettiğinden beri şehir değişti ve onun için meçhul olan yeni bir şehir doğdu. Yazar, Paris'i sevdiğini söylemeye bile gerek duymuyor; Paris, onun düşüncesinin doğduğu şehirdir. Gençliğinin Paris'i, dindarca bir bağlılıkla belleğinde taşıyıp götürdüğü Paris, yıkımlar ve yeni yapılanmalar nedeniyle bugün artık eski bir Paris olmuştur. Yazar, işte bu Paris'in sanki bugün hâlâ varmış gibi ondan söz etmesine izin verilmesini diliyor. Mümkündür ki, yazarın, "Filan sokakta filan ev vardır," diye okuyucuları götüreceği yerde, bugün artık ne bir ev ne de bir sokak bulunur. Okuyucular arzu ederlerse durumu kontrol edebilirler. Yazara gelince, o yeni Paris'i bilmediğinden gözlerinin önünde eski Paris'i hayal ederek yazıyor. Orada yaşarken gördüğü bazı şeylerin o git-
-235-
tikten sonra da kaldığını ve kendisi için kutsal olan her şeyin yok olup gitmediğini düşünmek onun için mutluluk vericidir. İnsan doğduğu yerde dolaşırken sanır ki, geçtiği sokaklarla hiçbir ilgisi yoktur, o pencereler, o damlar, o kapılar kendisi için hiçbir şey değildir, o duvarlar kendisine yabancıdır, o ağaçlar rastgele birtakım ağaçlardır, içine girmediği o evler gereksizdir, üzerinde yürüdüğü o taşlar taştan başka bir şey değildir. Ama daha sonra artık orada bulunmadığı zaman insan, o sokakların kendisi için kutsal olduğunu, o damları, o pencereleri, o kapılan özlediğini, o duvarlara ihtiyaç duyduğunu, o ağaçlan birer sevgili gibi sevdiğini, içine girmediği o evlere her gün girdiğini ve o kaldıran taşla-nna içinden, kanından, yüreğinden bir şeyler bırakmış olduğunu fark eder. Artık görülmeyen, belki bir daha hiç görülmeyecek olan, ama hayali zihinde saklanan bütün o yerler, yüreği sızlatan bir sihire bürünür, melankolik bir görüntü olarak zihninizde canlanır, kutsal toprağı gözlerinizin önüne serer. Ve insan o yerleri sever, onlan olduklan gibi, evvelce olduklan gibi anar, bunda direnir, hiçbir şeyin değişmesini istemez, çünkü insan vatanının çehresine de, annesinin çehresi gibi bağlı kalır.
Bunun için geçmişten, şimdi gibi söz etmemize izin verilsin. Bunu okuyucunun hatırda tutmasını rica ettikten sonra devam ediyoruz.
Jean Valjean bulvardan hemen aynlıp, yan sokaklara sapmıştı. Elinden geldiği ka-
-236-
dar zikzak çizerek ilerliyor, izlenmediğinden emin olmak için ara sıra gerisingeriye dönerek aksi istikamette yürüyordu.
Kovalanan geyiğin başvurduğu numaradır bu. İz tutan arazilerde bu manevranın avan-tajlanndan biri de, avcılan ve köpekleri ters yöne çekerek yanıltmasıdır. Buna avcılıkta yanlış iz sürmek denir.
Gökyüzünde dolunay vardı. Ama Jean Valjean bundan rahatsız olmadı. Henüz ufka çok yakın olan ay, yollarda geniş gölge ve ışık parçalan oluşturmaktaydı. Jean Valjean, karanlık taraftaki evlerin duvarlannın dibinden süzülerek aydınlık tarafı gözleyebilirdi. Böylece karanlıkta kalan tarafın kontrolünden kaçtığını belki de düşünmüyordu. Bununla birlikte, Poliveau Sokağı'na komşu bütün ıssız dar sokaklarda, peşinden kimsenin gelmediğinden emindi.
Cosette hiçbir şey sormadan yürüyordu. Hayatının ilk sekiz yılında çektiği acılar onu sabırlı ve her zorluğa dayanacak biri yapmıştı. Kaldı ki, birçok nedenlerle de göreceğimiz gibi, kendisi de pek farkında olmaksızın bu iyi adamın garipliklerine, kaderin acayipliklerine artık alışmıştı. Onunla birlikte olduğuna göre, kendisini güvende hissediyordu.
Jean Valjean da nereye gittiğini Coset-te'den fazla bilmiyordu. Ona da, sanki kendisinden daha büyük birinin elinden tutuyormuş gibi geliyordu. Sanki görünmeyen bir varlığın desteğiyle gittiğini hissediyordu. Kaldı ki, ne verilmiş bir karan, ne de bir planı vardı. Hatta o adamın Javert olduğundan bi-
-237-
le tam olarak emin değildi; kaldı ki, Javert olsa bile, Javert, kendisinin Jean Valjean olduğunu nereden bilecekti? Kılık değiştirmemiş miydi? Öldüğünü sanmıyorlar mıydı? Yalnız, birkaç gündür çok tuhaf bazı şeyler oluyordu. Bu kadarı da ona yeterdi. Gorbeau'nun evine bir daha dönmemeye kararlıydı. Yuvasından kovulan bir hayvan gibi, kendisine bannacak bir yuva bulana kadar saklanacak bir delik anyordu.
Jean Valjean Mouffetard mahallesinde değişik şekillerde sayısız labirentler çizdi. Mahalle sanki ortaçağ düzeni altındaymış, ışık yakma yasağı varmış gibi daha bu saatte uykuya dalmıştı. Jean Valjean, ustaca stratejilerle Censier, Copeau, Battoir-Saint-Victor ve Pu-its-1'Ermite sokaklannı geçti. Gerçi buralarda mobilyalı kiralık oda veren yerler vardı, ama işine gelenine rastlamadığı için hiçbirine girmedi. Peşinden gelen biri varsa, kendisini kaybetmiş olduğuna artık şüphesi kalmamıştı.
Saint-Etienne-du-Mont'da saat on biri çalarken, Pontoise Sokağı numara 14'teki polis komiserliğinin önünden geçiyordu. Biraz sonra, daha önce de sözünü ettiğimiz içgüdüyle arkasına dönüp baktı. O an, kendisini oldukça yakından izleyen üç kişinin komiserliğin önündeki fenerin altından sokağın karanlık yanına doğru geçtiklerini açıkça gördü; fenerin ışığı onlan ele vermişti. Bu üç kişiden biri, komiserin evine giden yola saptı. En önde
yürüyeni, Jean Valjean'a iyice şüpheli göründü. "Gel yavrum," dedi Cosette'e ve acele Pontoise Sokağı'ndan aynldı.
-238-
Bir daire çizdi, o saatte kapalı olan Patri-arches Pasajı'nı dolandı. Epee-de-Bois Soka-ğı'yla Arbalete Sokağı'nı arşınladı ve Postes Sokağı'na daldı.
Orada, bugün Rolün Koleji'nin bulunduğu ve Neuve-Sainte-Genevieve Sokağı'nın gelip bağlandığı bir yol kavşağı vardır.
{Neuve-Sainte-Genevieve Sokağı'nın eski bir sokak olduğunu ve Postes Sokağı'ndan da on yılda bir bile bir posta arabasının geçmediğini söylemeye bile gerek yok. Bu Postes Sokağı'nda on üçüncü yüzyılda çömlekçiler otururdu ve asıl adı Pots Sokağı'dır).
Ay, yol kavşağına parlak bir ışık saçıyordu. Jean Valjean, bu adamların'kendisini izleyip izlemediklerinden emin olmak için, onlan bu aydınlıktan geçerken çok net olarak görebileceğini hesaplayarak bir kapının altına sindi.
Gerçekten de, daha üç dakika geçmemişti ki adamlar belirdiler. Şimdi dört kişi olmuşlardı; hepsi de uzun boylu, koyu renk redingotlu, yuvarlak şapkalıydılar, ellerinde büyük bastonlan vardı. Gece karanlığındaki tehdit-kâr yürüyüşleri kadar, heybetli yapılan ve iri yumruklan da insana korku veriyordu. Sanki şehirli kılığına girmiş dört heyula idiler.
2. Bereket Versin ki Austerlitz Köprüsünden Araba Geçebiliyor
Jean Valjean için kararsızlık sona ermişti; ama neyse ki bu adamlar için hâlâ devam ediyordu. Jean Valjean, onlann tereddüt etmesinden yararlandı; onlann vakit kaybetmeleri,
-239-
kendisinin vakit kazanması demekti. Büzül-düğü kapının altından çıktı ve Botanik Bahçesi tarafına doğru Postes Sokağı'na daldı. Cosette yorulmaya başlamıştı, onu kucağına aldı. Gelip geçen hiç kimse yoktu ve mehtaptan ötürü sokak fenerlerini yakmamışlardı.
Adımlarını sıklaştırdı.
Birkaç adımda Goblet Çömlek İmalatha-nesi'ne vardı. Binanın cephesindeki eski kitabe ay ışığında açıkça okunuyordu:
Burası Goblet oğullarının fabrikası Gelin seçin, testiler var, güğümler var Çiçeklere saksılar, borular, tuğlalar var Gelen herkese gönül, döşeme taşı satar
Clef Sokağı'nı, sonra Saint-Victor Çeşme-si'ni arkasında bıraktı, aşağı yollardan Botanik Bahçesi boyunca yürüdü ve rıhtıma geldi. Burada dönüp arkasına baktı. Rıhtım bomboştu. Sokaklar bomboştu. Arkasında hiç kimse yoktu. Derin bir nefes aldı.
Austerlitz Köprüsü'ne ulaştı.
O dönemde hâlâ geçiş ücreti alınıyordu.
Geçiş ücretini alan memurun bulunduğu yere giderek bir metelik verdi. Köprüde bu işi gören memur, "İki metelik," dedi. "Yürüyebilecek bir çocuk taşıyorsunuz. İki kişilik ücret ödemeniz gerekir."
Parayı ödedi. Geçişinin böyle bir uyarıya yol açması canını sıkmıştı. Her kaçış, sessiz bir sıyrılış olmalı.
O sırada kocaman bir yük arabası da Seine Nehri'ni geçiyor ve onun gibi sağ kıyıya doğru gidiyordu. Bu da onun işine yaradı. Bütün köprüyü bu arabanın gölgesinde geçebilirdi.
-240-
Köprünün ortalarına doğru Cosette, ayaklan uyuştuğu için yürümek istedi. Onu yere bırakıp, elinden tuttu.
Köprüyü geçince, biraz sağda, karşısında şantiyeler gördü. Yürüdü. Oraya varmak için oldukça geniş, açık ve aydınlık bir alandan geçmeyi göze almak gerekiyordu. Tereddüt etmedi. Onu kovalayanların izini kaybettikleri muhakkaktı. Jean Valjean kendisini tehlikenin dışında sanıyordu. Aranmasına aranıyor, ama izlenmiyordu.
Etrafı duvarla çevrili iki şantiye arasından küçük bir sokak, Chemin-Vert-Saint-Antoine Sokağı'na açılıyordu. Dar ve karanlıktı, tam ona göre bir sokaktı. Oraya "girmeden önce arkasına baktı.
Bulunduğu noktadan Austerlitz Köprü-sü'nü boydan boya görüyordu.
Dört karaltı köprüye girmiş, sırtlarını Botanik Bahçesi'ne çevirmiş sağ kıyıya doğru ilerlemekteydiler.
Bu dört karaltı, o dört adamdı. Jean Valjean, yeniden ele geçtiğini anlayan bir hayvanın ürpertisini duydu.
Tek bir umudu kalıyordu; Cosette'i elinden tutarak, büyük aydınlık alanı geçerken, bu adamların belki hâlâ köprüye girmemiş ve onu görmemiş olmaları.
Bu takdirde, önündeki dar yola dalıp, bataklıklara, ekili arazilere, evsiz topraklara ulaşabilirse kurtulabilirdi.
Bu küçük, sessiz sokak ona güvenilebilir gibi göründü ve oraya girdi.
-241-
3. Paris'in 1727'deki Planına Bir Bakış
Üç yüz adım sonra sokağın çatallaştığı bir noktaya geldi. Sokak ikiye ayrılıyor, bir yol sağa, bir yol sola gidiyordu. Jean Valjean'ın önünde bir Tnin iki kolu gibi iki sokak vardı. Hangisini seçmeliydi?
Hiç tereddüt etmeden sağdakine saptı. Niçin?
Çünkü sol kol dış mahalleye, yani oturulan yerlere, sağ kol ise kırlara, yani ıssız bölgelere doğru gitmekteydi.
Ne var ki, artık öyle çabuk yürüyemiyor-du. Cosette yavaş yürüyor, Jean Valjean'ın adımlarını da yavaşlatıyordu.
Onu yine kucağına aldı. Cosette, başını iyi adamın omzuna dayamış, tek kelime bile söylemiyordu.
Ara sıra dönüp arkasına bakıyor, daima sokağın karanlık yerinden gitmeye dikkat ediyordu. Arkasındaki sokak dümdüz uzanmaktaydı. İki üç defa arkaya baktı, ama kimseyi göremedi, derin bir sessizlik vardı, az da olsa rahatlamış bir halde yoluna devam etti. Bir ara aniden dönüp baktığında, sokağın kendi geçtiği kısmında, uzakta, karanlığın içinde kımıldayan bir şeyler görür gibi oldu.
Yürümekten çok, ileriye doğru atıldı, herhangi bir yan sokak bulup, oradan savuşmayı, böylece bir defa daha izini kaybettirmeyi umuyordu.
Karşısına bir duvar çıktı. Ama daha ileri gitmeyi büsbütün imkânsız kılan bir duvar değildi bu; Jean Valjean'ın girdiği sokağın sonunda, bunu yandan kesen
-242-
bir başka sokağın kenar duvarıydı.
Burada da bir karar vermek gerekiyordu; sağa mı, yoksa sola mı sapmalıydı?
Sağa baktı. Dar sokak hangarlardan, ambarlardan oluşan yapılardan sonra bir çıkmazla son buluyordu. Çıkmazın dibi açık seçik görülmekteydi; büyük beyaz bir duvardı.
Sola baktı. Açıktı ve yaklaşık iki yüz adım sonra başka bir sokağa ulaşıyordu. Kurtuluş bu taraftaydı.
Jean Valjean, dar sokağın sonunda fark ettiği öbür sokağa ulaşabilmek için sola dönmeyi düşünüyordu ki, tam o an, dar sokakla gitmek üzere olduğu sokağın birleştikleri köşede hiç kımıldamadan duran büyük heykel gibi bir şey gördü.
Belli ki oraya nöbetçi olarak konulan ve geçidi keserek bekleyen bir adamdı.
Jean Valjean geri çekildi.
Jean Valjean'ın bulunduğu nokta, Paris'in Saint-Antoine ile Râpee arasında kalan yeri, son zamanlarda tepeden tırnağa değişen yerlerden biridir. Bu değişiklik bazılarına göre çirkinleşme, bazılarına göre de güzelleşmedir. Ekili topraklar, şantiyeler, eski yapılar silinmiştir artık. Bugün yepyeni büyük caddeler, meydanlar, sirkler, hipodromlar, demiryolu istasyonları ve bir de hapishane, Mazas Hapishanesi görülür; ilerleme ıslah edip, cihazını da birlikte getiriyor.
Yarım yüzyıl önce, sırf geleneklerden oluşan ve Enstitü'ye les Quatre-Nations, Opera-Komik'e de Feydeau demekte direnen gündelik halk dilinde, Jean Valjean'ın tam o an bu-
-243-
lunduğu yerin adı le Petit-Picpus'du. Saint-Jacques kapısı, Paris kapısı, Sergents kapısı, Porcherons kapısı, Galiote, Celestins, Capu-cins, Mail, Bourbe, Arbre-de-Cracovie, Petite-Pologne, Petit-Picpus, bunlar hep yeni Paris'in üstünde yüzen eski Paris'e ait adlardır. Halkın belleği geçmişin yıkıntıları üzerinde dalgalanıyor.
Ancak şöyle böyle var olabilmiş, hiçbir zaman bir mahalle taslağı olmaktan ileri gidememiş olan Petit-Picpus, adeta manastır havalı bir İspanyol şehrine benziyordu. Yollarda fazla kaldırım taşı yoktu, sokaklarda yapılar azdı. Sözünü edeceğimiz iki üç tanesi hariç, bütün sokaklar duvardan ve yalnızlıktan ibaretti. Ne bir dükkân, ne bir araba, ancak orada burada pencerelerde yanan bir mum, saat ondan sonra ışık namına hiçbir şey... Bahçeler, manastırlar, şantiyeler, bataklıklar, nadi- j ren alçak evler, evler kadar yüksek koca koca duvarlar.
İşte geçen yüzyılda bu mahalle böyleydi. Devrim onu zaten bir hayli horlamıştı. Cumhuriyet yıktı, deldi, oydu. Moloz yığınları oluşmuştu. Otuz yıl önce bu mahalle, yeni inşaatların altında kayboluyordu. Bugün büsbütün silinip atıldı ve artık hiçbir şehir planında izine rastlanmayan Petit-Picpus, 1727 planında oldukça açık bir şekilde gösterilmiştir. Bu plan Paris'te Plâtre Sokağı karşısındaki Saint-Jacques Sokağı'nda Denis Thierry Basımevi ile Lyon'da, Prudence, Merciere So-kağı'ndaki Jean Girin Basımevi tarafından yayımlanmıştı. Petit-Picpus'un, söylediğimiz
-244-
gibi Y harfine benzeyen sokakları vardı. Bu Y"yi iki kola ayıran Chemin-Vert-Saint-Antoi-ne Sokağı oluşturmaktaydı. Sola giden kol Küçük Picpus Sokağı, sağa giden kol da Po-lonceau Sokağı adını almaktaydı. Y"nin iki kolu tepelerinde bir çizgiyle birleştirilmiş gibiydi. Bu çizginin adı Droit-Mur Sokağı'ydı. Polonceau Sokağı oraya varmaktaydı. Küçük Picpus Sokağı ise daha ileri giderek, Lenoir pazarına doğru çıkıyordu. Seine Nehri'nden gelip Polonceau Sokağı'nın ucuna varan biri, solunda dik bir açı biçiminde ani bir dönüş yapan Droit-Mur Sokağı'm, karşısında bu sokağın duvarını, sağında da Droit-Mur Sokağı'nın çıkışı olmayan bir uzantısını bulurdu; Adı Genrot Çıkmazı'ydı.
İşte Jean Valjean burada bulunuyordu. Söylediğimiz gibi, Droit-Mur Sokağı ile Küçük Picpus Sokağı'nın köşesinde nöbet tutan kara silueti görünce Jean Valjean geri çekildi. Hiç şüphe yoktu. Bu hayalet pusuda kendisini beklemekteydi. Ne yapmalıydı?
Artık geri dönmeye vakit yoktu. Az önce arkasında biraz geride, karanlığın içinde kımıldadığını gördüğü şüphesiz Javert'le takımıydı. Javert, muhtemelen Jean Valjean'ın sonunda bulunduğu sokağın başına gelmişti. Görünüşe bakılırsa bu dolambaçlı küçük dehlizi biliyordu ve adamlarından birini çıkış yerini kollamaya göndererek tedbirini almıştı. Gerçeğe yakın olan bu tahminler, ani bir rüzgârla uçuşuveren bir avuç toz gibi, hemen Jean Valjean'ın beyninde iç içe girdiler. Genrot
-245-
Çıkmazı'nı gözden geçirdi; yol kapalıydı. Küçük Picpus Sokağı'nı gözden geçirdi, orada da nöbetçi vardı. Ay ışığıyla yıkanan beyaz kaldırım taşları üzerinde o uğursuz şeklin simsiyah belirdiğini görüyordu. İlerlemek, bu adamın kurduğu tuzağa düşmek demekti. Geri gitmek, Javert'in kucağına atılmaktı. Jean Valjean, kendisini yavaş yavaş daralan bir ağa yakalanmış gibi hissediyordu. Umutsuzluk içinde gökyüzüne baktı.
4. El Yordamıyla Kaçış Denemeleri
Bundan sonrasını iyice anlayabilmek için Droit-Mur Sokağı'nı, özellikle de bu dar sokağa girmek için Polonceau Sokağı'ndan çıkarken solda kalan köşeyi tam olarak göz önünde canlandırmak gerekir. Droit-Mur sokakçı-ğı, sağda Küçük Picpus Sokağı'na kadar baştan başa yoksul görünüşlü evlerle çevrelenmişti. Sokağın solunda ise, Küçük Picpus Sokağı'na yaklaştıkça giderek bir iki kat yükselen birçok ayrı dairelerden oluşan, ciddi görünüşlü tek bir bina bulunuyordu. Küçük Picpus Sokağı yönünde çok yüksek olan bu bina, Polonceau Sokağı'nın tarafında oldukça alçaktı. Orada, sözünü ettiğimiz köşede, sanki bir duvardan ibaret kalacak kadar alçalı-yordu. Bu duvar tam sokağa kadar uzanmıyordu; dik bir köşe yerine, oldukça geriden bir kesik köşe oluşturmakta ve bu kesik köşenin iki kenarı, biri Polonceau Sokağı'nda, öbürü Droit-Mur Sokağı'nda yer alacak olan iki gözcüden burasını gizlemekteydi.
Duvar, bu kesik köşenin iki kenarından
-246-
başlayarak, Polonceau Sokağı'nda 49 no'lu eve kadar, Droit-Mur Sokağı'nda da -ki burada bir parçası çok daha kısaydı- sözünü ettiğimiz karanlık binaya kadar uzanmakta, bunun üçgen çatısını keserek sokakta içerlek bir köşe oluşturmaktaydı. Bu üçgen çatının kasvetli bir görünüşü vardı; üzerinde ancak tek bir pencere, daha doğrusu çinko kaplı ve daima kapalı duran iki kepenk görülmekteydi.
Anlattığımız bu tanım, aslına tam bir sadakatle uygundur ve söz konusu mahallenin eski sakinlerinin zihninde oldukça belirgin bir anı uyandıracağı muhakkaktır.
Duvarın kesik köşesini çok büyük ve çok harap bir kapıya benzer İDir şey baştan başa dolduruyordu. Birbirine tutturulmuş şekilsiz geniş bir yığın dikine tahtaydı. Yukarıya gelen tahtalar, aşağıdakilerden daha genişti, enlemesine konulmuş ve uzun demir menteşelerle tutturulmuştu. Yanda, normal boyutta bir araba kapısı vardı. Kapının buraya açılmasının üstünden elli yıldan fazla geçmediği açıkça anlaşılıyordu.
Kesik köşenin üzerinden bir ıhlamur ağacının dallan görünüyordu ve duvar, Polonceau Sokağı tarafında sarmaşıklarla kaplıydı.
Karanlık evin artık oturulmayan inzivaya çekilmiş hali, çok yakın bir tehlike içinde bulunan Jean Valjean'ı kendisine çekiyordu. Binayı çarçabuk gözden geçirdi. Kendi kendine bu eve girmeyi başarabilirse, belki kurtulabileceğini söylüyordu. Kafasında önce bir fikir, sonra bir umut ışığı belirdi.
Binanın Droit-Mur Sokağı'na bakan cep-
-247-
nesinin orta kısmında, her katın bütün pencerelerinde altı huni şeklinde kurşundan eski oluklar vardı. Bir ana borudan çıkarak bu oluklara uzanan yan borular binanın cephesinde adeta bir ağaç resmi çiziyordu. Bu borudan dallar sayısız dirsekleriyle, eski çiftliklerin önlerinde kıvrılıp bükülen yapraksız asma kütüklerine benziyordu.
Dallan saçtan ve demirden bu acayip çardak, Jean Valjean'ın ilk gözüne çarpan şey oldu. Sesini çıkartmamasını tembih ederek, Cosette'i yere oturttu ve sırtını bir korkuluk taşma yasladı, kendisi de su borusunun kaldırıma dokunduğu yere doğru seğirtti. Belki de buradan tırmanıp eve girmenin bir yolu vardı. Ama su borusu harap durumdaydı, kullanılabilecek gibi değildi ve bağlandığı yerde zar zor duruyordu. Kaldı ki, bu sessiz evin bütün pencerelerinde, hatta tavan arası pencerelerinde bile kalın demir parmaklıklar vardı. Ayrıca ay ışığı bu cepheyi tamamen aydınlatmaktaydı, yolun ucunda gözcülük eden adam, Jean Valjean'ı tırmanırken görürdü. Sonuçta Cosette ne olacaktı? Üç katlı bir evin tepesine onu nasıl çıkarabilirdi?
Su yolundan tırmanmaktan vazgeçip, duvar boyunca sürünerek Polonceau Sokağı'na
döndü.
Cosette'i bıraktığı kesik köşeye geldiğinde, burada kimsenin onu göremeyeceğini fark etti. Daha önce de açıkladığımız gibi, nereden bakılırsa bakılsın, burada bütün gözlerden uzaktı. Üstelik karanlıktı. Ayrıca iki de kapı vardı. Bunları zorlamak mümkün olabilirdi.
-248-
Üstünde ıhlamur ağacı ve sarmaşık gördüğü duvarın gerisinde belli ki bir bahçe bulunuyordu. Ağaçlarda henüz yaprak yoksa da, hiç olmazsa o bahçede gizlenebilir ve gecenin kalan kısmını geçirebilirdi.
Vakit geçiyor, elini çabuk tutması gerekiyordu. Araba kapısını yokladığında hem içerden hem de dışardan açılmadığını anladı.
Öbür büyük kapıya daha bir umutla yaklaştı. Oldukça haraptı. Büyüklüğü onu büsbütün dayanıksız yapıyordu. Tahtaları çürümüştü, ancak üç tanesi kalmış olan demir menteşeler pas içindeydi. Bu kurt yenikli kapının delinmesi mümkün gibi görünüyordu.
İyice gözden geçirince anladı ki, bu kapı aslında kapı değildi. Ne rezeleri, ne takviye demirleri, ne kilidi ne de ortasında yangı vardı. Demir bağlantılar onu bir baştan bir başa kesintisiz kat etmekteydiler. Tahtalann çatlaklarından, kabaca çimentolanmış irili ufaklı taşlar gördü. Daha on yıl öncesine kadar oradan gelip geçenler bu taşlan herhalde görebiliyorlardı. Kapı gibi görünen bu şeyin, aslında üzerine dayalı durduğu bir yapının tahta kaplamasından ibaret olduğunu büyük bir hayal kınklığı içinde itiraf etmek zorunda kaldı. Tahtalardan birini koparmak kolaydı, ama o zaman da karşısında bir duvar bulacaktı.
5. Fenerlerde Havagazı Kullanılsaydı Bu İşi Yapmaya İmkân Olmazdı
Tam o sırada belli bir mesafeden boğuk ve düzenli bir ses duyulmaya başlandı. Jean Valjean tehlikeyi göze alıp sokağın köşesin-
-249-
den şöyle bir baktı. Manga halinde sıralanmış yedi sekiz asker Polonceau Sokağı'na girmiş geliyorlardı. Süngülerin parladığını görüyordu. Bulunduğu yere doğru gelmekteydiler.
Askerlerin başında Javert'in uzun boyunu fark edebiliyordu. Ağır ağır ve temkinli bir halde ilerliyorlar, ancak sık sık duruyorlardı. Bütün duvar diplerini, kapı ve geçit içlerini araştırdıkları belliydi.
Javert'in yolda rastlayıp, kanun namına yanına aldığı bir devriye kolu olmalıydı. Buna şüphe yoktu.
Javert'in iki yardakçısı da askerlerin safında yürümekteydiler.
Yürüyüş tempolarına ve duraklamalarına bakılırsa, Jean Valjean'ın bulunduğu yere gelmeleri yaklaşık bir çeyrek saat sürerdi. Müthiş bir andı bu an. Üçüncü defadır ki, önünde açılan korkunç uçurumdan Jean Valjean'ı sadece birkaç dakika ayırmaktaydı. Ve de bu defa kürek, artık yalnızca kürek değil, Cosette'i ebediyen kaybetmek demekti; yani mezar içi gibi bir hayat. Yapılabilecek tek şey vardı. Jean Valjean, iki ayrı heybe taşıyordu denilebilir; bu onun özelliğiydi. Heybelerden birinde bir azizin düşünceleri, öbüründe ise bir forsanın korkunç yetenekleri vardı. Duruma göre, heybelerden ya birini ya da ötekini karıştırırdı.
Toulon kürek hapishanesinden ettiği firarlar sayesinde edindiği bir ustalığı vardı. Hatırlanacağı gibi, merdivensiz, kancasız, sadece kas kuvvetiyle ensesini, omuzlarını, kal-
-250-
çalannı ve dizlerini dayayarak, bazı tek tük taş çıkıntılarından yararlanarak, bir duvarın dik açı oluşturduğu yerden, gerektiğinde altıncı kat yüksekliğe kadar tırmanmak gibi akıl almaz bir sanatta üstatlık derecesine gelmişti. Nitekim, Paris'te, Conciergerie hapishanesi avlusunun köşesine korkunç bir ün kazandıran da yine bu sanattır; yirmi yıl kadar önce mahkûm Battemolle de oradan böyle kaçmıştı.
Jean Valjean, üzerinden ıhlamur ağacının göründüğü duvarı gözüyle ölçtü. Yaklaşık on sekiz ayak yüksekliğindeydi. Büyük binanın sivri çatısıyla yaptığı açı alt kısmında üçgen biçiminde bir harçla doldurulmuştu. Herhalde, gelip geçen dedikleri pislik böceklerinin durak yapmaları pek elverişli olan bu köşeyi onlardan korumak için yapmışlardı. Duvar köşelerine koruyucu dolgu yapılması Paris'te oldukça yaygın olan bir yöntemdir.
Bu kitlenin yüksekliği beş ayak kadardı. Bunun tepesinden duvarın üstüne erişmek için aşılacak mesafe on dört ayaktan fazla değildi.
Duvarın tepesi düz taştandı.
Güçlük Cosette'ten geliyordu; duvara tırmanmasını bilemezdi. Onu bırakmak? Jean Valjean, bunu düşünmüyordu bile. Onu taşımak da imkânsızdı. Bu garip çıkışı başarabilmek için bir erkeğin bütün gücüne kuvvetine ihtiyacı vardı. En ufak yük bile onun ağırlık merkezini bozar ve aşağı yuvarlanmasına neden olurdu.
Bir ip gerekiyordu ama yoktu. Gece yansı
-251-
Polonceau Sokağı'nda ipi nerede bulmalıydı? O an, Jean Valjean'ın bir krallığı olsa, onu bir iple değiştirmeye razı olacağı kesindi.
Bıçağın kemiğe dayandığı bütün durumlarda birden bir şimşek çakar. Bu şimşek bizi bazen kör eder, bazen de aydınlatır.
Jean Valjean'ın umutsuz bakışları Genrot Çıkmazı'nın fener direğine ilişti.
O dönemde Paris sokaklarında havagazı lambaları yoktu. Sokaklarda gün batarken, aralıklı olarak konulan fenerler yakılırdı. Bunlar bir iple yerinden çıkartılıp indirilirlerdi. Bu ip, sokağı bir yandan öbür yana kate-der ve
bir direğin oyuğunda biterdi. İpin sarıldığı çıkrık, lambanın altındaki küçük bir demir dolapta kilitli dururdu. Dolabın anahtarı fener yakıcısmdaydı ve ip de madeni bir kılıf içinde korunurdu.
Jean Valjean hayati bir mücadelenin verdiği enerjiyle bir hamlede sokağı aşıp, çıkmaz sokağa girdi, bıçağının ucuyla küçük dolabın kilit dilini fırlattı; bir an sonra tekrar Coset-te'in yanına gelmişti. Elinde bir ip vardı. Kaderle çarpışan karanlık çare bulucular ellerini çabuk tutarlar.
O gece sokak fenerlerinin yakılmamış olduğunu söylemiştik. Bu yüzden, Genrot Çıkmazı'nın lambası da ötekiler gibi sönüktü; yerinde olmadığının farkına bile varılmadan yanından geçilebilirdi.
Ne var ki, bulunduğu yerin konumu, karanlık olması, Jean Valjean'ın uğraşmaları, garip hareketleri, gidiş gelişleri, bütün bunlar Çosette'i kaygılandırmaya başlamıştı. Başka
-252-
bir çocuk olsa şimdiye kadar çoktan feryatları koparırdı. Ama o, Jean Valjean'ın redingotunun eteğini çekiştirmekle yetindi. Yaklaşmakta olan devriye kolunun çıkardığı ses gittikçe daha belirgin bir şekilde duyuluyordu.
Cosette, yavaşça, "Baba, korkuyorum. Oradan kim geliyor?" dedi.
Talihsiz adam, "Şışşt! Madam Thenardier," diye cevap verdi.
Cosette titredi. Jean Valjean ekledi:
"Sesini çıkarma, işi bana bırak. Salon bağırmaya, ağlamaya kalkma, Madam Thenardier seni gözlüyor. Geri almaya geliyor."
Sonra telaş etmeden, ama hiçbir şeyi iki defa tekrarlamadan, kesin ve hızlı bir dakiklikle işe koyuldu. Devriye kolunun ve Ja-vert'in her an gelmeleri mümkün olduğu bir sırada gerçekten dikkate değer bir davranıştı bu. Boyunbağmı çıkardı, Cosette'in koltuklarının altından geçirip, çocuğu incitmemeye dikkat ederek vücuduna doladı, denizcilerin kırlangıç düğümü dedikleri bir düğümle bo-yunbağını ipin bir ucuna bağladı, öbür ucunu dişlerinin arasına aldı, ayakkabılanyla çoraplarını çıkarıp, duvarın üzerinden attı, harç dolgunun üstüne çıktı ve duvarla binanın sivri çatılı yüzü arasındaki açıda sanki topuklarının, dirseklerinin altında basamaklar varmış gibi sağlam ve emin adımlarla tırmanarak yukarıya doğru yükselmeye başladı. Yarım dakika geçmemişti ki, duvarın üstünde diz çökmüştü.
Cosette hiçbir şey söylemeden, şaşkın şaşkın onu seyretmekteydi. Jean Valjean'ın
-253-
tembihi ve Madam Thenardier'nin adını duymak onu korkutmuştu.
Birden Jean Valjean'ın çok alçak bir sesle kendisine seslendiğini duydu:
"Duvara dayan."
Cosette söyleneni yaptı.
"Sakın ses çıkarma ve korkma," dedi Jean Valjean.
Cosette, ayaklarının yerden kesildiğini hissetti.
Ne olduğunu anlamaya vakit kalmadan, kendisini duvarın tepesinde buldu.
Jean Valjean, onu yakaladı, sırtına aldı, sol eliyle iki küçük elini tuttu, yüzükoyun yattı ve duvarın üzerinde sürünerek kesik köşeye kadar geldi. Tahmin ettiği gibi orada bir bina vardı. Damı tahta kaplı duvarın yukarısından başlayıp, oldukça hafif bir meyille ıhlamur ağacını sıyırarak yerin çok yakınına kadar iniyordu. İyi bir rastlantıydı bu, çünkü duvar bu tarafta, sokak tarafına göre çok daha yüksekti. Jean Valjean aşağıya baktığında zemini ancak çok derinde görebiliyordu.
Damın eğik yüzüne yeni gelmiş ve henüz duvarın tepesini bırakmamıştı ki, şiddetli bir gürültü devriye kolunun geldiğini haber verdi. Javert'in gürleyen sesi duyuldu.
"Çıkmaz sokağı araştırın! Droit-Mur Sokağı koruma altında, Küçük Picpus Sokağı da öyle. Eminim çıkmaz sokaktadır!"
Askerler Genrot Çıkmazı'na doğru seğirttiler.
Jean Valjean kendini bırakıp dam boyunca aşağıya kaydı, bir yandan da Cosette'i tu-
-254-
tuyordu, ıhlamur ağacına vardı ve yere atladı. Ya korkusundan ya da cesaretten Cosette hiç ses soluk çıkarmamış, sadece biraz elleri sıyrılmıştı.
6. Bilmece Gibi Bir Sorunun Başlangıcı
Jean Valjean, epeyce geniş ve garip görünüşlü bir bahçede bulunuyordu. Sadece kışın ve geceleri seyredilmek için yapılmışa benzeyen hüzünlü bahçelerden biriydi. Uzun dikdörtgen biçimindeydi; dipte iki' sıra büyük kavaldan olan bir yolu, köşelerde epeyce yüksek ağaçlan, ortada gölgeliksiz bir alanı vardı. Bu alanda tek başına yüksek bir ağaç fark ediliyordu. Sonra büyük çalılıklara benzeyen eğri büğrü, diken diken birkaç meyve ağacı, küçük sebze ve kavun tarlası ve bir de eski bir kirli su çukuru fark ediliyordu. Şurada burada yosundan
kararmışa benzeyen taş sıralar vardı. Yollann kenarlannda koyu renk, dimdik küçük ağaçlar sıralanmıştı. Yollann yansını otlar bürümüş, geri kalan kısmını da yeşil bir küf kaplamıştı.
Jean Valjean'ın yanında, damından yararlanarak aşağı indiği yapı, bir yığın çalı çırpı, bunlann gerisinde de, duvann tam dibinde, kınk yüzü karanlıkta belli belirsiz görünen şekilsiz bir maskeden ibaret bir taş heykel vardı.
Bina bir harabeydi; içinde yıkık dökük odalar fark ediliyordu; bunlardan tıklım tıklım eşya dolu olan biri hangar vazifesi görüyor gibiydi.
-255-
Droit-Mur Sokağı'na bakan ve Küçük Pic-pus Sokağı'na da dönen büyük bina, her iki cephesini de köşeleme bu bahçeye veriyordu. İçeriye bakan bu cepheler, dışarıya bakan cepheden daha trajik görünüşlüydüler. Bütün pencereler parmaklıklıydı. Hiçbir ışık fark edilmiyordu. Üst katlarda, hapishanelerdeki gibi kullanılmış olan suları ve dam akıntılarını toplayan hazneler vardı. Cephelerden birinin gölgesi öbürünün üzerine vuruyor ve koskocaman, simsiyah bir çarşaf gibi bahçeye seriliyordu.
Görünürde başka bir ev yoktu. Bahçenin dip tarafı sisin ve gecenin içinde kayboluyordu. Böyleyken, sanki arkalarında başka ekili yerler de varmış gibi, birbiriyle kesişen bazı duvarlar ve Polonceau Sokağı'nın alçak damları hayal meyal seçilmekteydi.
Bu bahçeden daha vahşi, daha sessiz bir yer düşünülemezdi. Ortalıkta kimseler yoktu. Bu saatte kimsenin olmaması çok doğaldı ama burası öğle vaktinde de birileri gezsin, yürüsün diye yapılmış bir yere hiç benzemiyordu.
Jean Valjean'ın ilk işi pabuçlarını arayıp bulmak ve ayağına giymek, sonra da Coset-te'le birlikte hangara girmek oldu. Kaçan biri hiçbir zaman kendisini yeterince gizlenmiş sayamaz. Hep Madam Thenardier'yi düşünen çocuk da, onun, olabildiğince bir yerlere sokulup büzülme içgüdüsünü paylaşıyordu.
Cosette titreyerek ona sokuluyordu. Sokağı ve çıkmazı araştırıp duran devriye kolunun gürültüsü, taşlara vurulan dipçik darbeleri,
-256-
Javert'in nöbetçi diktiği polislerin birbirlerine seslenişleri, anlaşılmayan bazı sözlerle karışık lanetlemeleri işitiliyordu.
On beş dakika kadar sonra bu fırtına uğultusu uzaklaşmaya başlar gibi oldu. Jean Valjean soluk bile almıyordu.
Elini hafifçe ses çıkarmaması için Coset-te'in ağzının üstüne koymuştu. Diğer yandan, içinde bulunduğu yalnızlığın öyle garip bir sessizliği vardı ki, bu korkunç şamata ne kadar şiddetli ve yakın olursa olsun, bu sükûneti az da olsa bozamıyordu. Sanki bu duvarlar, Kutsal Kitap'ta yazılı sağır taşlardan örülmüştü.
Birdenbire bu derin sessizliğin ortasında bir ses yükseldi. Semavi, tanrısal, sözle anlatılmaz bir sesti bu; öteki ne kadar korkunçsa, bu da o kadar büyüleyiciydi. Karanlıklardan çıkan bir ilahiydi, zulmün korkunç gece sessizliğinin içinde bir dua ve ahenk parıldayışıydı. Bu ilahiyi söyleyen kadın sesleriydi, ama bakirelerin lekesiz, temiz vurgusuyla çocukların saf vurgusunun karışımından oluşan seslerdi bunlar; yeryüzüne alt olmayan, yeni doğanların hâlâ duydukları, ölmek üzere olanlarınsa duymaya başladıkları seslere benzeyen seslerdi. Bu nağme, bahçeye hâkim olan karanlık binadan geliyordu. Şeytanların gürültüsü uzaklaşırken, sanki bu melekler korosu da karanlığın içinden yaklaşıyordu.
Cosette'le Jean Valjean dizlerinin üstüne çömeldiler.
Bu seslerin ne olduğunu bilmiyorlardı, nerede olduklarını da bildikleri yoktu, ama
-257-
adam ve çocuk, çilekeş ve masum, her ikisi de dizüstü çökmeleri gerektiğini hissediyorlardı.
Seslerin garip yanı şuydu ki, binanın ıssız görünmesine engel olmuyordu. Hiç kimsenin oturmadığı bir yerde doğaüstü bir nağmeydi.
Bu sesler duyulduğu sürece Jean Valjean hiçbir şey düşünemedi. Artık geceyi görmüyor, sadece masmavi bir gökyüzü görüyor, hepimizin içinde bulunan o kanatların açıldığını hisseder gibi oluyordu.
Nağme söndü. Belki de uzun süre sürmüştü. Jean Valjean bunu söyleyebilecek durumda değildi. Vecd içinde geçen saatler daima bir dakika gibidir. Her şey yeniden sessizliğe gömüldü. Ne sokakta ne de bahçede artık hiçbir ses kalmamıştı. Tehdit eden de, teskin eden de silinip gitmişti. Rüzgâr duvarın tepesindeki bazı kuru otlan buruşturuyor, onlar da tatlı ve hazin, hafif bir ses çıkarıyorlardı.
7. Bilmecenin Devamı
Gece ayazı çıkmıştı. Bu da sabahın saat biri ya da ikisi olduğunu gösteriyordu. Zavallı Cosette hiçbir şey söylemiyordu. Yanında oturmuş, başını göğsüne dayamış olduğundan, Jean Valjean onu uyumuş sanıyordu. Eğilip baktı. Cosette'in gözleri faltaşı gibi açıktı ve üzerinde Jean Valjean'm yüreğini sızlatan düşünceli bir hal vardı.
Hâlâ titriyordu.
"Uykun var mı?" diye sordu Jean Valjean.
Cosette, "Çok üşüyorum," dedi.
Az sonra tekrar konuştu:
"Hâlâ orada mı acaba?"
-258-
"Kim?"
"Madam Thenardier."
Jean Valjean, Cosette'in ses çıkarmaması için başvurduğu çareyi çoktan unutmuştu.
"Ha!" dedi, "o gitti. Artık korkma."
Çocuk göğsünün üstünden bir yük kalkmış gibi derin bir nefes aldı.
Toprak rutubetli, hangar dört bir yandan açık, rüzgâr her an biraz daha serin esiyordu. İyi adam redingotunu çıkarıp Cosette'i sardı.
"Biraz ısındın mı?" dedi.
"Oh, evet baba."
"Peki öyleyse, beni biraz bekle. Şimdi gelirim."
Harabeden çıktı, büyük bina boyunca yürümeye koyuldu, daha iyi bir barınak arıyordu. Bazı kapılara rastladı, ama kapalıydı. Zemin kat pencerelerinin hepsinde demir parmaklıklar vardı.
Binanın iç köşesi önünden geçiyordu ki, kemerli pencerelere geldiğini fark etti ve burada bir parça aydınlık gördü. Parmaklarının ucunda yükselip birinden baktı. Bu pencerelerin hepsi de oldukça geniş bir salona aitti. Geniş tabanları taş döşeli, kemerlerle, sütunlarla bölünmüş, içinde küçük bir ışıkla büyük gölgelerden başka bir şey seçilmeyen bir salondu burası. Işık, bir köşede yanan kandilden geliyordu. Salonda kimseler yoktu, hiçbir şey kımıldamıyordu. Ama daha dikkatle bakınca, yerde, döşeme taşlarının üzerinde sanki kefenle örtülmüş insan şekline benzer bir şey görür gibi oldu. Bu şey yere yüzükoyun uzanmıştı, yüzü taşa bakıyordu, kollan
-259-
haç şeklinde açılmıştı, ölü gibi hareketsizdi. Yerde sürünen yılan gibi bir şeye bakılırsa, bu uğursuz şeklin boynunda bir ip vardı.
Bütün salon zayıf bir ışıkla aydınlanan yerleri saran karanlık sisin içinde yüzüyor ve bu da ona büsbütün dehşetengiz bir görünüş veriyordu.
Jean Valjean'ın o günden bu yana sık sık söylediğine göre, hayatında birçok ölüm man-zaralanyla karşılaşmış olmasına rağmen böyle gece vakti bu karanlık yerde kim bilir hangi meçhul sırrı gerçekleştiren bu muammalı şekilden daha korkunç, daha dondurucu bir şey asla görmemişti. Bunun bir ölü olduğunu düşünmek dehşet vericiydi, ama bir canlı olduğunu düşünmek daha da dehşet vericiydi. Cesaret edip alnını cama yapıştırdı ve bu şeyin kımıldayıp kımıldamadığını gözetledi. Kendisine çok uzun gelen bir süre beklediği halde yerde uzanmış yatan şekil hiçbir hareket yapmıyordu. Birdenbire tarif edilmez bir korku hissine kapıldı ve kaçtı. Arkasına bakmaya cesaret edemeden hangara doğru koşmaya başladı. Başını çevirecek olursa, o şeklin hızlı adımlarla, kollarını sallayarak peşi sıra yürüdüğünü görecekmiş gibi geliyordu.
Harabeye vardığında soluk soluğaydı. Dizleri bükülüyor, sırtından terler boşanıyordu. Neredeydi? Paris'in ortasında böyle mezara benzer bir yeri kim hayal edebilirdi? Bu garip ev neyin nesiydi? Gecenin esranyla dolu, karanlıkta meleklerin sesiyle ruhları çağıran ve geldikleri zaman da onlara aniden bu korkunç gürültüyü sunan, göğün ışıklı kapısını
-260-
açmayı vaat edip, mezarın korkunç kapısını açan bir ev! Ve gerçekten de sokakta bir numarası olan bir bina, bir evdi bu! Bir rüya değildi! Rüya olmadığına inanmak için taşlarına dokunma ihtiyacı duyuyordu.
Soğuk, sıkıntı, endişe ve gecenin heyecanlan yüzünden her yanını gerçek bir ateş sarmıştı ve bütün bu düşünceler beyninin için-I de çırpınıp duruyordu.
Cosette'in yanına gitti. Uyuyordu.
8. Bilmece Gibi Sorun İyice Karmaşıklaşıyor
Çocuk başını bir taşın üzerine koymuş, uyumuştu.
Yanına oturdu ve onu seyre koyuldu. Ona I baktıkça, yavaş yavaş sakinleşiyor, şimdi da-jha rahat düşünebiliyordu.
Bundan böyle hayatının temeli olan şu gerçeği açıkça görüyordu ki, bu çocuk yanında bulunduğu sürece herhangi bir şeye ihtiyaç duyarsa, yalnız onun için duyacak ve herhangi bir şeyden korkarsa yalnız onun için korkacaktı. Redingotunu onu örtmek için çıkardığından, çok üşüdüğü halde bunu hissetmiyordu bile.
Bu sırada, daldığı hayaller arasında bir süredir garip bir ses duyar olmuştu. Sallanan bir çıngırak gibi bir şeydi. Bahçenin içinden geliyordu. Gerçi hafifti, ama açıkça işitiliyordu. Gece çayırlarda, ineklerin boynundaki çıngırakların çıkardığı belli belirsiz, hafif müzik sesine benzeyen bir sesti.
Jean Valjean döndü; arkasına baktı.
-261-
İnsana benzer bir yaratık kavun tarlasının arasında dolaşıyor, düzenli hareketlerle kalkıyor, eğiliyor, duruyordu; toprağın üzerinde bir şey sürüklüyor ya da yayıyor gibiydi. Görünüşe göre topallıyordu.
Jean Valjean, kaderleri kötü kişilerin her zamanki titreyişiyle sarsıldı. Onlar için her şey düşman, her şey kuşkuludur. Gündüzden çekinirler, çünkü görülmelerine yardımcı olur; geceden çekinirler, çünkü habersiz yakalanmalarına yardım eder. Az önce o bahçenin ıssızlığından titriyordu, şimdi ise bahçede birisi olduğu için titremekteydi.
Soyut korkulardan, somut korkulara düştü. Javert'le polislerin belki de gitmemiş olduklarını, mutlaka sokağa gözcüler bıraktıklarını, bu adam kendisini bahçede görecek olursa, "Hırsız var!" diye bağırıp, ele vereceğini düşündü. Uyumakta olan Cosette'i yavaşça kucağına alarak, hangarın en uzak köşesine, kullanılmayan bir yığın eski eşyanın arkasına taşıdı. Cosette hiç kımıldamadı.
Buradan, kavun tarlasındaki yaratığın davranışlarını gözetledi. Garip olan şuydu ki, çıngırak sesleri hep adamın hareketlerini izliyordu. Adam yaklaştığı zaman, ses de yaklaşmakta, uzaklaştığı zaman ses de uzaklaşmakta; acele hareket ettiği zaman titrek bir çıngırak sesi duyulmakta, durduğu zaman ses kesilmekteydi. Çıngırağın bu adama bağlı olduğu açıkça anlaşılıyordu. Ama öyleyse bunun anlamı neydi? Bir koç ya da öküz gibi çıngırak takılmış olan bu adam neyin nesiydi?
Kendi kendine bu sorulan sorarken, Co-
-262-
sette'in ellerine dokundu. Buz gibiydiler.
"Aman Tanrım!" dedi.
Alçak sesle seslendi:
"Cosette!"
Çocuk gözlerini açmadı.
Jean Valjean, onu şiddetle sarstı.
Cosette uyanmadı.
"Sakın ölmüş olmasın!" dedi. Ayağa fırladı. Tepeden tırnağa titriyordu.
Aklından en korkunç düşünceler karmakarışık geçti. Bazı anlar vardır ki, iğrenç ihtimaller bizi bir zebani sürüsü gibi kuşatır ve beynimizin bölmelerini şiddetle zorlar. Eğer sevdiğimiz kimseler söz konusu ise, basiretimiz her türlü çılgınlığı icat eder. Jean Valjean soğuk bir gecede ve açık havada uyumanın öldürücü olabileceğini hatırladı.
Cosette, beti benzi solgun, hiç hareket etmeden, ayaklarının dibine yere uzanmıştı.
Soluğunu dinledi; soluk alıyordu, ama zayıf ve hemen sönecekmiş gibi gelen bir soluktu bu.
Onu nasıl ısıtmalı? Nasıl uyandırmalıydı? Bunun dışında her şey düşüncesinden silindi. Kendini kaybetmişçesine harabeden dışarı fırladı.
Bir çeyrek saat geçmeden Cosette'in mutlaka bir ateşin önünde, bir yatağın içinde olması gerekiyordu.
9. Çıngıraklı Adam
Doğruca bahçede gördüğü adama yürüdü. Yeleğinin cebindeki para tomarını da eline almıştı.
-263-
Adamın başı önüne eğikti, onun geldiğini görmüyordu. Jean Valjean bir iki adımda kendini adamın yanında buldu. Haykırarak ona yanaştı: "Yüz frank!"
Adam sıçradı ve gözlerini kaldırdı. Jean Valjean, "Yüz frank," diye tekrarladı, "eğer bu gece için bana barınacak bir yer verirseniz, yüz frank kazanırsınız!"
Ay ışığı Jean Valjean'ın telaşlı yüzünü iyice aydınlatıyordu.
"Madeleine Baba siz ha!" dedi adam şaşkınlıkla.
Bu karanlık saatte, bu meçhul yerde, bu meçhul adam tarafından söyleniveren bu adı duyunca Jean Valjean irkildi.
Her şeyi beklerdi, ama bunu değil. Onunla konuşan adam iki büklüm olmuş topal bir ihtiyardı; köylü gibi giyinmişti ve sol dizinde oldukça büyük bir çıngırak sallanan meşin bir dizlik vardı. Karanlıkta kalan yüzü seçile-miyordu.
Bu arada adamcağız başından takkesini çıkarmış, titreyerek bağırıyordu:
"Hey, Tanrım! Ne arıyorsunuz burada Madeleine Baba? İsa aşkına! Buraya nereden girdiniz? Gökten düşmüş olmalısınız! Hiç şaşmam, bir gün düşerseniz, mutlaka oradan düşersiniz. Ama bu ne hal böyle! Bo-yunbağınız yok, şapkanız yok, redingotunuz yok! Biliyor musunuz, sizi tanımayan biri böyle görse korkardı. Ulu Tanrım, şimdiki azizler akıllarını mı kaçırıyor? İyi ama, buraya nasıl girdiniz?"
-264-
Kelimeleri birbiri ardına sıralıyordu. İhtiyar adam bir köylü gevezeliğiyle konuşmaktaydı; sözlerinde endişe edecek bir taraf yoktu. Bütün bu sözler şaşkınlıkla karışık safça bir babacanlıkla söylenmişti.
"Siz kimsiniz? Bu ev neyin nesi?" diye sordu Jean Valjean.
"Eh, yani bu kadarı da olmaz!" diye haykırdı ihtiyar. "Ben sizin buraya yerleştirdiğiniz kimseyim, bu ev de sizin beni yerleştirdiğiniz evdir. Nasıl! Beni tanımadınız mı?"
'Tanımadım," dedi Jean Valjean. "Peki, siz beni nasıl oluyor da tanıyorsunuz?"
Adam, "Siz benim hayatımı kurtarmıştınız," dedi.
Yan döndü, ay ışığının bir demeti adamın yüzünü yandan aydınlattı. O zaman Jean Valjean, ihtiyar Fauchelevent'i tanıdı.
"Ah!" dedi Jean Valjean, "Siz miydiniz? Evet, sizi tanıyorum."
İhtiyar, sitem eden bir tavırla, "Hele şükür!" dedi.
Jean Valjean tekrar konuştu: "Peki, burada ne yapıyorsunuz?" "Ne yapacağım, kavunlarımı örtüyorum işte!"
Gerçekten de, Jean Valjean yanına yanaştığı sırada ihtiyar Fauchelevent bir hasır örtünün ucundan tutmuş, kavun tarlasına sermekle meşguldü. Bahçede bulunduğu yaklaşık bir saatten beri çoğu yerini kapamıştı. Ona, Jean Valjean'ın hangardan gördüğü özel hareketleri yaptıran işte bu işti. Fauchelevent devam etti:
-265-
"Kendi kendime dedim ki, ay parladı, dona çekecek. Acaba kavunlarımı giydirsem mi?" Sonra ağız dolusu gülerek Jean Valje-an'a baktı ve ekledi, "Siz de aynı şeyi yapsanız iyi olur! Yalnız, kuzum, buraya nasıl girdiniz?"
Jean Valjean, bu adamın kendisini Madeleine adıyla tanıdığını anlayınca temkinli konuşmaya başladı. Durmadan soru soruyordu. İşin tuhafı, roller sanki tersine dönmüştü. İçeri gizlice giren kendisi olduğu halde, adamı sorguya çekiyordu.
"Peki, dizinizdeki bu çıngırak ne oluyor?" "Ha, bu mu?" diye cevap verdi Fauchele-vent, "Benden kaçsınlar diye."
"Nasıl? Sizden kaçsınlar diye mi?" İhtiyar Fauchelevent tarif edilmez bir ifadeyle göz kırptı.
"Lanet olsun! Yalnız kadınlar var bu evde; bir sürü genç kız. Bana rastlamaları onlar için tehlikeli olurmuş. Çıngırak onlara geldiğimi haber veriyor. Ben gelince, onlar gidiyorlar."
"Nedir bu ev?" "Canım, biliyorsunuz ya." "Hayır, bilmiyorum."
"Beni buraya bahçıvan olarak koymuştunuz ya!"
"Siz yine de ben bilmiyormuşum gibi cevap verin."
"Burası Küçük Picpus Manastırı." Jean Valjean'ın anılan canlanıyordu. Tesadüf, yani ilahi takdir onu tam da Saint-An-toine Mahallesi'ndeki bu manastıra atmıştı
-266-
işte; arabasının devrilmesiyle sakat kalan ihtiyar Fauchelevent'in, Madeleine Baba'nın tavsiyesi üzerine iki yıl önce kabul edilmiş olduğu manastıra.
Kendi kendine konuşur gibi tekrarladı: "Küçük Picpus Manastın." Fauchelevent yine sordu: "İyi ama, gerçekten Madeleine Baba, siz nasıl oldu da buraya girdiniz? Bir aziz bile olsanız, sonuçta erkeksiniz, oysa buraya erkek giremez."
"Siz girmişsiniz ama." "Sadece ben vanm."
"Ne olursa olsun burada kalmak gerekiyor," dedi Jean Valjean.
Fauchelevent, "Aman Tannm!" diye haykırdı.
Jean Valjean, ihtiyara yaklaştı ve ciddi bir sesle ona, "Fauchelevent Baba, sizin hayatınızı kurtarmıştım," dedi.
"Bunu ilk hatırlayan bendim," diye Fauchelevent cevap verdi.
"Öyleyse, o zamanlar sizin için yaptığım şeyi bugün siz benim için yapabilirsiniz."
Jean Valjean'ın sağlam ve güçlü iki elini, buruşuk ve titreyen ellerinin arasına aldı Fauchelevent ve konuşacak gücü yokmuş gibi birkaç saniye durdu ve sonra, "Ah! Sizin bana yaptığınızın bir parçasını olsun size yapa-bilsem ulu Tann'nın bir lütfü olur bu! Ben ha! Sizin hayatınızı kurtaracağım! Sayın belediye başkanı, bu ihtiyar emrinizdedir," dedi.
Olağanüstü bir sevinçti bu, ihtiyar adam adeta değişmişti, sanki yüzü ışık saçıyordu.
-267-
"Ne yapmamı istiyorsunuz?" diye sordu. "Bunu size anlatırım. Bir odanız var mı?" "Ayrı bir barakam var, şurada, eski manastır harabesinin arkasında, kimsenin göremeyeceği bir köşede. Üç odası var."
Gerçekten de baraka harabenin gerisinde, öyle iyi gizlenmiş, kimsenin görmemesi için öyle iyi bir yere kurulmuştu ki, Jean Valjean onu görmemişti.
"İyi," dedi Jean Valjean. "Şimdi sizden iki şey istiyorum."
"Nedir sayın başkan?" "Birincisi, benim hakkımda bildiklerinizi kimseye söylemeyeceksiniz, ikincisi daha fazlasını öğrenmeye çalışmayacaksınız."
"Nasıl isterseniz. Biliyorum, sizin elinizden ancak dürüst şeyler yapmak gelir, her zaman da Tann'nın iyi bir kulu olmuşsunuzdur. Sonra, zaten beni buraya siz koydunuz. Sizin bileceğiniz iş. Emrinizdeyim."
"Tamam. Şimdi gelin benimle. Çocuğu alalım."
Fauchelevent, "Ay! Bir de çocuk mu var?" dedi.
Başka bir şey söylemedi, efendisinin peşinden giden bir köpek gibi Jean Valjean'ı takip etti.
Yarım saat geçmeden kor bir ateşin alevinde Cosette'in yüzü yeniden pembeleşmiş, ihtiyar bahçıvanın yatağında uyuyordu. Jean Valjean boyunbağını takmış, redingotunu giymiş, duvarın üzerinden atılan şapka bulunup alınmıştı. Jean Valjean, redingotunu sırtına takarken, Fauchelevent de çıngıraklı diz-
-268-
liğini çıkarmıştı. Dizlik şimdi hasırdan sırt küfesinin yanındaki çiviye asılmış olarak duvarı süslemekteydi.
İki adam bir masanın başına geçmiş ısınıyorlardı. Fauchelevent, masanın üstüne bir parça peynir, bir kara ekmek, bir şişe şarap ve iki de bardak koymuştu. İhtiyar adam elini Jean Valjean'ın dizine koyarak, "Ah! Madeleine Baba!" diyordu, "hemen tanımadınız beni! İnsanların hayatını kurtarıyor, sonra da onları unutuyorsunuz! Yoo! Çok kötü bir huy bu! Oysa onlar sizi hiç unutmuyorlar!"
10. Javert'in Avını Elinden Nasıl Kaçırdığının Hikâyesidir
Yukarıda, deyim yerindeyse, arka yüzünü gördüğümüz olaylar, aslında çok basit şartlar içinde olmuştu.
Jean Valjean, Fantine'in ölüm döşeğinin yanında Javert tarafından tutuklandığı günün gecesinde Montreuil-sur-mer şehir hapishanesinden kaçtığı zaman, polis, kaçak forsanın Paris yönüne gittiğini tahmin etmişti. Paris, her şeyin içinde kaybolduğu bir gayya kuyusudur. Dünyanın Paris denen göbeğinde, her şey denizin göbeğindeymiş gibi yok olur! Hiçbir orman, bir insanı bu mahşeri kalabalık kadar saklayamaz. Her türden kaçaklar bunu çok iyi bilirler ve Paris'e bir girdaba dalar gibi dalarlar. Kurtarıcı girdaplar da vardır. Polis de bunu bilir ve bunun için de başka bir yerde kaybettiğini Paris'te arar. Eski Montreuil-sur-mer belediye başkanını da Paris'te aradı. Javert, araştırmaları aydınlatma-
-269-
sı için Paris'e çağrıldı. Gerçekten de Jean Val-jean'ın yakalanmasında Javert'in çok büyük yardımı oldu. Javert'in gösterdiği çaba ve azim, Emniyet Müdürü Kont Angles'nin Sekreteri Mösyö Chabouillet'nin dikkatini çekti. Javert'i daha önce de korumuş olan bu adam, Montreuil-sur-mer polis müfettişini, Paris Polis Teşkilatı'na aldırdı. Orada, çeşitli yerlerde şerefle -bu gibi görevler için beklenmedik bir kelime ama biz yine de söyleyelim-hizmet gördü.
Artık Jean Valjean'ı hiç düşünmüyordu -daima av peşinde olan köpeklere bugünkü kurt, dünkünü unutturur- ancak, 1823 yılı Aralık ayında bir gün gazete okumak hiç âdeti olmadığı halde gazete okuyacak oldu. Çünkü kral taraftarı olan Javert, 'başkomutan prens'in Bayonne'a zafer kazanarak girişini detaylarıyla öğrenme arzusuna kapılmıştı. Onu ilgilendiren yazıyı tam bitirmemişti ki, bir sayfanın altındaki Jean Valjean adı dikkatini çekti. Jean Valjean adındaki forsanın öldüğünü bildiriyordu haber. Gazete olayı öyle kesin bir dille yazıyordu ki, Javert doğruluğundan şüphe bile etmedi. Sadece, "İşte güzel bir tahliye," demekle yetindi.
Bir süre sonra Seine-et-Oise Polis Müdür-lüğü'nden Paris Polis Müdürlüğü'ne bir rapor gönderildi. Montfermeil'de, söylendiğine göre bazı garip şartlar altında olmuş çocuk kaçırma olayıyla ilgili bir rapordu bu. Bildirildiğine göre, annesi tarafından başka ilçedeki bir hancıya emanet edilen yedi sekiz yaşlarındaki küçük bir kız çocuğu meçhul bir kişi tara-
-270-
I
fından çalınmıştı. Bu küçük kızın adı Coset-te'ti ve hastanede ölen, ama hangi hastanede ne zaman öldüğü bilinmeyen Fantine adındaki bir sokak kadınının çocuğuydu. Bu rapor Javert'in eline geçti ve onu düşüncelere sevk etti.
Fantine adını çok iyi biliyordu. Jean Val-jean'ın bu yaratığın çocuğunu gidip almak için üç günlük bir süre isteyerek, kendisini kahkahayla güldürdüğünü hatırlıyordu. Jean Valjean'ın Paris'te, Montfermeil arabasına binerken tutuklandığını da hatırladı. Hatta o tarihte bazı belirtiler, onun Montfermeil arabasına ikinci binişi olduğunu, bir gün önce de bu ilçenin civarında dolandığını akla getiriyordu, çünkü o zaman onu köyün içinde gören olmamıştı. Bu Montfermeil denen yere acaba ne yapmaya gidiyordu? Kimse tahmin edememişti. Javert şimdi anlıyordu. Fanti-ne'in kızı oradaydı. Jean Valjean onu almaya gidiyordu. Oysa bu çocuk şimdi meçhul biri tarafından çalınmıştı! Kim olabilirdi ki bu meçhul kişi? Jean Valjean mı? Ama Jean Valjean ölmüştü. Javert kimseye bir şey söylemeden Planchette çıkmazındaki Plat d'eta-in'in arabalarından birine binip Montfermeil'e doğru yola çıktı.
Bu sorunun orada iyice aydınlığa kavuşacağını umuyordu, ama koyu bir karanlıkla karşılaştı.
İlk günler öfkeye kapılan Thenardier'ler hayli gevezelik etmişlerdi. Tarlakuşunun ortadan kaybolması köyde dedikodulara yol açmıştı. Hikâye hemen türlü biçimlerde anlatıl-
-271-
maya başlanmış ve sonunda çocuk hırsızlığı olup çıkmıştı. Polis raporunun nedeni buydu. Ne var ki, başlangıçtaki öfkesi yatışan The-nardier, o şaşılacak içgüdüsüyle kralın sayın savcısını harekete geçirmenin kendi açısından hiç de faydalı olmadığını ve Cosette'in kaçırıldığına dair şikâyetlerinin, sonuçta adaletin pırıltılı göz bebeklerinin ilk önce kendi üzerinde, yani Thenardier üzerinde, onun bir sürü karışık işleri üzerinde durmasına yol açacağını çabucak anlamıştı. Baykuşların istemedikleri ilk şey, üzerlerine ışık tutulmasıdır. Öncelikle bin beş yüz frank aldığını nasıl açıklayacaktı? Hemen çark etti, karısının ağzını tıkadı ve kendisine çalınan çocuktan bahsedildiğinde şaşırmış göründü. Hiçbir şey anlamıyordu; gerçi o sevgili küçük kızı bu kadar çabuk 'alıp götürmeleri'nden o sıralar ya-kınmıştı şüphesiz; şefkatli biri olduğundan dolayı onu hiç değilse iki üç gün daha yanında alıkoymak isterdi; ama ne de olsa 'büyük-babası'ydı onu almaya gelen; yeryüzünde bundan daha doğal bir şey olamazdı. Ayrıca onun hayırsever bir 'büyükbaba' olduğunu da ekliyordu. Montfermeil'e geldiğinde Javert, işte bu hikâyeyle karşılaşmıştı. Büyükbaba, Jean Valjean'ı ortadan siliyordu.
Buna rağmen Javert, Thenardier'nin hikâyesine sonda sokar gibi, bazı sorular sapladı: "Bu büyükbaba kimdi ve adı neydi?" Thenardier kısaca cevap verdi: "Zengin bir çiftçi. Yol geçiş belgesini gördüm. Sanırım adı Mösyö Guillaume Lambert'di."
Lambert, babacan ve pek güven verici bir
-272-
isimdi. Javert Paris'e döndü. Kendi kendine, "Canım, Jean Valjean öldü işte," dedi, "Ben de amma enayiyim."
Bütün bu hikâyeyi yeniden unutmaya başlıyordu ki, 1824 Martı içinde bir gün Sa-int-Medard Ruhani Dairesi içinde oturan ve kendisine 'sadaka veren dilenci' diye ad takılmış olan tuhaf bir adamdan söz edildiğini işitti. Söylendiğine göre, bu adam adını kimsenin doğru dürüst bilmediği bir gelir sahibiydi; yedi sekiz yaşlarında küçük bir kızla birlikte yaşıyordu ve bu kız Montfermeil'den geldiğinin dışında hiçbir şey bilmiyordu. Montfermeil! İkide bir ortaya çıkan bu ismi duyunca Javert'in kulakları dikildi. Bu kişinin sadaka verdiği, eski kilise hademesi olan yaşlı bir dilenci ajan başka bazı bilgiler de eklemekteydi: "Bu, gelir sahibi yabani bir insandı. Sürekli akşamları dışarı çıkıyor, kimselerle konuşmuyor, yalnızca ara sıra yoksullarla konuşuyor ve kimseyi yanına yanaştırmıyordu. Birkaç milyon frank eden, çünkü her tarafında banknotlar dikili bulunan san renkte bir redingot giyiyordu." Özellikle bu nokta Javert'in merakını gıcıkladı. Bu efsanevi gelir sahibini ürkütmeden yakından görebilmek için bir gün eski kilise hademesinin hırpani kılığını ödünç aldı ve yaşlı ajanın her akşam çöreklenip, genzinden dualar okuduğu, okurken de etrafı dikiz ettiği yere geçip oturdu.
Gerçekten de, 'şüpheli kişi' kılık değiştirmiş olan Javert'e doğru gelip sadaka verdi. O anda Javert başını kaldırdı ve Jean Valjean'ın
-273-
Javert'i tanıdığını sandığında duyduğu sarsıntıyı, aynen Javert de Jean Valjean'ı tanıdığını sanarak duydu.
Ancak karanlıkta yanılmış olabilirdi; Jean Valjean'ın öldüğü resmen tespit edilmişti; Ja-vert'e yalnızca bazı ciddi şüpheler kalıyordu; işinde titiz bir insan olan Javert ise sadece şüphelendiği birinin yakasına yapışmazdı.
Adamını Gorbeau viranesine kadar izledi ve 'ihtiyar kadın'ı konuşturdu; zaten zor bir iş değildi bu. Kadın, astarında milyonlar olan redingot olayını doğruladı ve bin franklık para hikâyesini anlattı. Gözleriyle görmüş, elleriyle dokunmuştu! Javert bir oda kiraladı ve hemen o akşam yerleşti. Esrarengiz kiracının kapısına gelip dinledi, onun sesini duymayı umuyordu, ama Jean Valjean mum ışığını anahtar deliğinden fark etti ve hiç sesini çıkarmayarak onun oyununu boşa çıkardı.
Ertesi gün Jean Valjean gitmeye hazırlanıyordu. Ama yere düşürdüğü beş franklık paranın sesini fark ederek, parayla oynandığını anlayan kadın, kiracının taşınmak üzere olduğunu anladı ve hemen Javert'i haberdar etti. Geceleyin Jean Valjean dışarı çıktığında, Javert, iki adamıyla birlikte onu bulvarın ağaçlan arkasında beklemekteydi.
Javert, emniyet müdürlüğünden yardım istemiş, ama yakalamayı umduğu kişinin adını söylememişti. Bu onun sırrıydı. Bu sırrı üç nedenden ötürü saklamıştı: Birincisi, çünkü en ufak bir ağız gevşekliği Jean Valjean'ı uyandırabilirdi; çünkü firar eden ve ölü diye bilinen eski bir forsanın adli raporlan-
-274-
nın, vaktiyle en tehlikeliler arasında olan bir mahkûmun yakalanması olağanüstü bir basan olacağından, Paris polisinin kıdemlileri bu başarıyı muhakkak ki Javert gibi yeni gelen birine bırakmak istemezlerdi, bu nedenle kürek mahkûmunu elinden almalanndan korkuyordu; nihayet, çünkü Javert bir sanatkâr olduğundan, beklenmedik işlerden zevk alırdı. Öyle ilan edilen, önceden uzun uzun sözü edilip cazibesini kaybeden basanlardan nefret ederdi. Şaheserlerini gölgede bırakıp, sonra birdenbire göz önüne sermeyi tercih ederdi.
Javert, Jean Valjean'ı ağaçtan ağaca ve sonra bir sokak köşesinden öbür sokak köşesine takip etmiş, onu bir an bile gözden kaybetmemişti; Jean Valjean'ın kendisini en çok güvenlik içinde sandığı anlarda bile Javert'in gözü onun üstündeydi. Peki, Javert niçin Jean Valjean'ı tutuklamıyordu? Tutuklamıyor-du, çünkü hâlâ şüpheleniyordu.
Hatırlanacağı gibi, o dönemde polisler ke-yiflerince hareket edemiyorlardı; özgür basın onlan rahatsız etmekteydi. Gazeteler tarafından açığa vurulan bazı keyfi tutuklamalar meclise kadar yansıdığından polis müdürlüğü çekiniyordu. Kişi özgürlüğüne tecavüz ağır sorumluluğu olan bir fiildi. Polis memurları yanılmaktan korkuyorlardı; emniyet müdürü yakalarına yapışıyordu; yapılan bir hata işten atılmak demekti. Yirmi gazetede birden çıkacak şöyle kısa bir haberin Paris'te yapacağı etkiyi bir düşünün: "Dün, ak saçlı, yaşlı bir büyükbaba, saygıdeğer bir gelir sahibi, sekiz
-275-
yaşındaki torunuyla gezerken kaçak bir forsa olduğu sanılarak yakalanmış ve polis müdürlüğünün nezarethanesine götürülmüştür!"
Şunu da tekrarlayalım ki, Javert'in kendine göre bazı titizlikleri vardı, emniyet müdürünün emirlerine bir de kendi vicdanının emirleri eklenmekteydi. Gerçekten emin değildi.
Jean Valjean sırtını Javert'e dönmüş, karanlıkta yürüyordu.
Üzüntü, kaygı, sıkıntı, bitkinlik, gece yansı kaçarak, hem Cosette hem de kendisi için Paris'te rastgele bir barınak aramak zorunda kaldığı bu yeni felaket, adımlarını çocuğun adımlarına uydurma zorunluluğu, bütün bunlar, kendisi de farkında değildi ama Jean Valjean'ın yürüyüşünü ve dış görünümünü değiştirmiş; adeta yaşlanmıştı. Bu durumda Javert'in şahsında cisimleşen polis yanılabilirdi ve nitekim yanıldı da. Yanına fazla yaklaşmaya imkân olmaması, gurbetten dönen yaşlı bir çocuk bakıcısı kıyafetine benzeyen kıyafeti, Thenardier'nin onu büyükbaba yapan ifadesi, nihayet kürekte öldüğü inancı, Javert'in zihnindeki şüphelere eklenip, bunları büsbütün artırıyordu.
Bir ara Javert'in aklına onu durdurup, kimlik kâğıdını sormak geldi. Ama bu adam eğer Jean Valjean değilse, namuslu yaşlı bir gelir sahibi de değilse, pekâlâ Paris'in pisliklerinin karanlık örgüsüne derinden ve ustaca karışmış herhangi bir serseri, tehlikeli bir çete reisi olabilirdi, belki de öbür marifetlerini gizlemek için sadaka veriyordu; eski bir kurnazlıktı bu. Belki güvenilir adamları, yardak-
-276-
çılan, gerektiğinde sığındığı yerleri vardı ve şimdi şüphesiz oraya gidiyordu. Sokaklarda yaptığı bu zikzaklar onun kendi halinde bir adam olmadığını gösterir gibiydi. Onu çarçabuk yakalamak 'altın yumurtlayan tavuğu' kesmek olurdu. Beklemekte ne zarar vardı ki? Javert, adamın kaçamayacağından emindi. Oldukça şaşkın bir halde bu esrarengiz şahıs hakkında kendi kendisine yüzlerce soru sorarak yol almaktaydı.
Ancak Pontoise Sokağı'na geldiği zaman, içkili bir lokantanın kuvvetli ışığı sayesinde ve bir hayli güçlükle onun Jean Valjean olduğundan kesinlikle emin oldu.
Sadece iki yaratık bu dünyada derinden titrer; çocuğunu bulan ana ve avını bulan kaplan. Javert, işte bu derin titreyişi duydu. Jean Valjean'ı, bu müthiş forsayı kesinlikle tanıyınca, Javert sadece üç polis olduklarından Pontoise Sokağı'ndaki polis karakolundan takviye istedi. Dikenli bir sopayı kavramadan önce eldiven giyilir.
Gerek bu gecikme, gerekse Rollin kavşağında ajanlanyla nasıl davranacaklarını görüşmek için durması nedeniyle az kalsın Jean Valjean'ın izini kaybedecekti, ama onun kendisiyle avcıları arasına nehri koymak isteyeceğini çabucak tahmin etti. Tıpkı doğru yoldan ayrılmamak için burnunu yere koyan bir av köpeği gibi başını eğdi ve düşündü. Yanılmayan güçlü içgüdüsüyle Javert, doğru Austerlitz Köprüsü'ne yollandı ve köprüdeki görevliye sorduğu tek bir soru ona doğru yolda olduğunu gösterdi: "Küçük bir kız çocu-
-277-
ğuyla bir adam gördünüz mü?" "Ona iki metelik ödettim," diye cevap verdi görevli. Ja-vert, köprüye tam vaktinde geldi ve suyun öbür yanında Jean Valjean'ı Cosette'in elinden tutmuş, ayın aydınlattığı açık alandan geçerken gördü ve Chemin-Vert-Saint-Antoi-ne Sokağı'na saptığını fark etti. Orada bir tuzak gibi duran Genrot Çıkmazı'nı ve Droit-Mur Sokağı'nm da Küçük Picpus Soka-ğı'ndan başka bir çıkışı olmadığını düşündü. Avcıların dedikleri gibi evin önünü emniyete almak için hemen ajanlardan birini bir arka yoldaki çıkışı tutmaya gönderdi. O sırada oradan geçmekte olan ve tersane nöbetine giden bir devriye kolunu kanun namına emrine alıp peşine taktı. Bu gibi olaylarda askerin gücü bir kozdur. Zaten prensip gereği bir yaban domuzunun hakkından gelebilmek için avcılık bilimini köpeğin gücüyle birleştirmek gerekir. Bütün önlemleri aldıktan sonra Jean Valjean'm sağda Genrot Çıkmazı, solda polis memuru, arkada da bizzat kendisi tarafından kıstırıldığını düşünen Javert, bir tutam enfiye çekti.
Sonra oyununu oynamaya başladı. Bir an cehennemi bir zevkle mest oldu. Avını, önünde gitmesi için bıraktı, onun nasıl olsa avucu-nun içinde olduğunu biliyor, ama yakalayacağı anı mümkün olduğu kadar geciktirmek istiyordu, onun yakalandığını anlaması ve yakalanmışlığı içinde kendisini özgür sanmasını görmek Javert'i mutlu ediyordu, ağına düşmüş sineği orada uçması için bırakan örümceğin ya da fareyi koşması için bırakan
-278-
kedinin şehvetiyle gözlerini onun üzerine dikmişti. Tırnağın ve pençenin canavarca bir ten zevki vardır, kıskaçlarına hapsolan hayvanın umutsuz çırpınışlarının verdiği zevktir bu. Nasıl bir lezzet vardır bu azar azar
boğuluşta! Javert haz içindeydi, ağının ilmikleri sımsıkı atılmıştı. Başarısından emindi. Forsa avucundaydı. Geriye sadece elini kapatmaktan başka yapacak işi kalmamıştı.
Emrinde böyle bir kuvvet varken, ne kadar enerjik ne kadar umutlu olursa olsun Jean Valjean'ın karşı koyması bile düşünülemezdi. Javert, sokağın bütün köşe bucağını bir hırsızın cebi gibi yoklayıp karıştırarak ağır ağır ilerliyordu.
Örümcek, ağının ortasına geldiğinde sineği orada bulamadı.
Öfkesinin şiddeti tahmin olunabilir. Droit-Mur ve Picpus sokaklanndaki nöbetçisini sorguya çekti; hiç gözünü kırpmadan nöbetini tutmuş olan memur, adamın kesinlikle geçmediğini söyledi. Bazen öyle olur ki, köpek sürüsü üstüne üşüşmüşken bir bakarsınız geyik kaçıp kurtulmuştur; böyle bir durumda en yaşlı avcılar bile ne diyeceklerini bilemezler. Duvivier, Ligniville ve Desprez apışıp kaldılar. Sadece Artonge, bu türlü umulmadık bir başarısızlık karşısında şöyle haykırdı; "Bu bir geyik değil, sihirbaz." Aynı çığlığı Javert de pekâlâ koparabilirdi. Hayal kırıklığı, umutsuzlukla çılgınlık arası bir şey oldu.
Napoleon'un Rusya savaşında, Büyük İskender'in Hindistan savaşında, Sezar'ın Afri-
-279-
ka savaşında, Keyhüsrev'in İskit savaşında hata yaptıkları kesin olduğu gibi, Javert'in Jean Valjean'a karşı birçok hata yaptığı da kesindir. Eski kürek mahkûmunu tanımakta tereddüt etmekle hata yaptı. İlk gördüğünde onu tutuklamalıydı. Onu o viran evde hemen yakalamamakla hata yaptı. Rolün kavşağında ay ışığının tam altında yardımcılarıyla durup onlara danışmakla hata yaptı. Gerçi fikir almakta yarar vardır, güvene layık köpeklerin fikrini sormak ve öğrenmek iyi bir şeydir ama kurt gibi, forsa gibi kuşkulu hayvanları avlarken bir avcı ne kadar tedbir alsa azdır. Javert sürüdeki av köpeklerini ize sürmekte gereğinden fazla oyalanarak, hayvana tuzağın kokusunu duyurup onu kışkırttı ve kaçmasına neden oldu. Hele Austerlitz Köprüsü'nde onun izini yeniden bulduğunda böyle bir adamı bir ipin ucunda tutma gibi tehlikeli ve çocukça bir oyun oynama hevesine kapılmakla hata yaptı. Kendisini olduğundan daha güçlü gördü ve bir aslanla da fareyle oynar gibi oynayabileceğini sandı; aynı zamanda yanına takviye kuvvet almayı gerekli bularak, kendisini zayıf gördü. Talihsiz bir tedbir, değerli bir zaman kaybı. Javert bütün bu hataları yaptı ama her şeye rağmen gelmiş geçmiş polislerin en bilgilisi ve en iyisiydi. Kelimenin tam anlamıyla avcılıkta akıllı bir köpek dedikleri türdendi. Ama kusursuz insan var mıdır?
Büyük strateji ustalarının bile ustalıklarına gölge düştüğü olmuştur.
Büyük saçmalıklar çoğu zaman kalın halatlar gibi bir sürü küçük parçalardan olu-
-280-
şur. Halatı tel tel alınız, bütün belirleyici küçük nedenleri de ayrı ayrı alınız, hepsini birbiri ardınca koparabilir, sonra da, "Bu kadar-cık mıymış?" dersiniz. Ama onları örün, hepsini birden bükün, ortaya kocaman bir şey çıkar. İşte, batıda Marcianus ile doğuda Valen-tinianus arasında tereddüt eden Atilla budur; Capuue'da geciken Annibal budur; Arcis-sur-Aube'da uyuyakalan Danton budur.
Ama ne olursa olsun Javert, Jean Valje-an'ı elinden kaçırdığı an soğukkanlılığını kaybetmedi. Kürek kaçkını forsanın çok uzağa gidemeyeceğinden emin olduğundan gözcüler koydu, kapanlar, pusular kurdu ve bütün gece mahallede dört döndü durdu. İlk gördüğü şey, ipi kesilmiş ve kurcalanmış fenerdi. Değerli bir ipucuydu bu, ama yine de onu şaşırttı, bütün araştırmalarını Genrot Çıkma-zı'na yöneltti. Bu çıkmazda oldukça alçak duvarlar vardı. Bunlar, ekilmemiş geniş arazilerle sınırlan olan ve bahçelere bakan duvarlardı. Jean Valjean, muhakkak buradan kaçmış olmalıydı. Gerçek şu ki, Jean Valjean eğer Genrot Çıkmazı'na biraz daha girseydi, ki muhtemelen öyle yapardı, işte o zaman mahvolurdu. Javert bu bahçeleri ve arazileri bir iğne arar gibi didik didik araştırdı.
Gün doğarken, iki zeki adamını gözcü bırakıp, bir hırsıza soyulan polis gibi utanarak polis müdürlüğünün yolunu tuttu.
-281-
1
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder