-120-
İKİNCİ KİTAP
DÜŞÜŞ
1. Bir Yürüyüş Günü Akşamı
1815 Ekim ayının ilk günlerinden birinde, gün batımından yaklaşık bir saat kadar önce, yaya olarak yolculuk yapan bir adam Digne'ye giriyordu. O sırada, evlerinin pencerelerinde ya da kapılarının eşiğinde oturan tek tük bazı sakinler bir tür kaygıyla bu yolcuya bakmaktaydılar. Bundan daha sefil görünüşte olan bir yolcuya güç rastlanırdı. Orta boylu, geniş ve sağlam yapılı, sağlıklı, dinç bir adamdı. Kırk altı kırk sekiz yaşlarında olabilirdi. Gözlerinin üstüne doğru indirilmiş, siperlikli meşin bir kasket, güneşten ve rüzgârdan yanmış terler akan yüzünü kısmen örtüyordu. Sarı kaba bezden yapılmış, yakası küçük gümüş bir kancayla tutturulmuş gömleğinin aralığından kıllı göğsü görünüyordu. İp gibi bükülmüş boyunbağı, mavi çuhadan, yıpranmış, havı dökülmüş, bir dizi ağarmış, öbür dizi delik pantolonu, dirseklerinden biri yeşil bir kumaş parçasıyla sicim kullanılarak yamanmış lime lime kruvaze köylü ceketi, sırtında içi tıklım tıklım dolu, sıkıca kapatılmış yepyeni asker Çantası, elinde budaklı kocaman bir sopa, Çorapsız ayaklannda ise altı demir çivili pa-
I, -121-
buçlar vardı. Başı tıraşlıydı, sakalı uzundu.
Sıcak ve ter, yaya yolculuk ve toz, bu pejmürde kılığa bir tür iğrençlik katıyordu.
Saçları dipten kesik olmakla birlikte diken dikendi, çünkü çıkmaya başlamıştı ve sanki epey zamandır kesilmemiş gibi duruyordu.
Onu kimse tanımıyordu. Belli ki bir yolcuydu. Nereden geliyordu? Güneyden. Belki de deniz kıyısı bir yerlerden. Çünkü Digne'ye, yedi ay önce Cannes'dan gelip Paris'e giden İmparator Napoleon'un geçişine tanık olan yoldan girmişti. Bütün gün yürümüş olmalıydı, çünkü çok yorgun görünüyordu. Kasabanın aşağı tarafında kalan eski kentteki bazı kadınlar, onun Gassendi Bulvarı'ndaki ağaçların altında durduğunu ve gezinti yerinin ucundaki çeşmeden su içtiğini görmüşlerdi. Çok susamış olmalıydı, çünkü ardı sıra giden çocuklar iki yüz adım ötede onun tekrar durup, pazar meydanındaki çeşmeden bir defa daha su içtiğini gördüler.
Poichevert Sokağı'nın köşesine gelince sola dönüp, belediye binasına doğru yürüdü. İçeri girdi, bir çeyrek saat sonra dışarı çıktı. General Drouot'nun 4 Mart günü şaşkın ve ürkek Digne halkına Juan Körfezi Bildirisi'ni okumak için üstüne çıktığı kapının yanında duran taş sırada bir jandarma oturuyordu. Adam kasketini çıkarıp, jandarmayı saygıyla selamladı.
Jandarma, selamına karşılık vermeksizin ona dikkatle baktı, bir süre gözleriyle izledikten sonra belediye binasına girdi.
O zamanlar Digne'de, tabelasında La Cro-
-122-
ix-de-Colbas yazılı güzel bir han vardı. Bu hanın Jacquin Labarre adındaki sahibi, Gre-noble'da Trois-Dauphins hanını işleten ve daha önceleri süvari alaylarında hizmet etmiş bir başka Labarre'la akraba olarak tanınmakta ve bu yüzden şehirde saygınlık görmekteydi. İmparator sürgünden kaçıp Fransa'da karaya çıktığında bu Trois-Dauphins hanı hakkında hayli söylentiler dolaşmıştı. Söylentiye göre, arabacı kılığına giren General Bertrand, ocak ayı içinde buraya sık sık gelmiş ve bazı askerlere madalyalar, bazı burjuvalara da' avuç avuç Napoleon altınları dağıtmıştı. Gerçekte ise imparator, Grenoble'e girdiği zaman vilayet konağına yerleşme teklifini reddetmiş, belediye başkanına teşekkür ederek, 'Tanıdığım dürüst bir adama gideceğim," demiş ve Trois-Dauphins hanına gitmişti. İşte Trois-Dauphins'in sahibi Labarre'ın bu ünü yüz yirmi beş kilometre ötedeki La Croix-de-Col-bas'ın sahibi Labarre'a kadar yansıyordu. Sakinler, bir sonraki için; "Grenoble'dakinin yeğenidir," diyorlardı.
Adam, ülkenin en iyi hanı olan bu hana yöneldi. Kapısı düzayak sokağa açılan mutfağa girdi. Bütün maltızlar* yanıyor, ocakta büyük bir ateş neşeyle alev saçıyordu. Aynı zamanda aşçıbaşı olan han sahibi, ocaktaki tencereler arasında gidip geliyordu. Çok meşguldü; bitişik odada büyük bir gürültüyle gülüşüp konuştuklan duyulan yük arabacıları için hazırlanan nefis bir akşam yemeği hazır-
Yemek pişirmek için kullanılan ayaklı, taşınabilen, ız-garalı ocak.
-123-
lamakla meşguldü. Yolculuk yapan herkesin bildiği gibi, hiç kimse arabacılar kadar iyi yemek yiyemez. Semiz bir dağ sıçanı, yanında keklikler ve yaban horozlan olduğu halde uzun bir şişe geçirilmiş ateşin önünde çevrilip duruyordu. Maltızların üzerinde Lauzet Gölü'nden iki sazan balığı ile Alloz Gölü'nden bir alabalık pişmekteydi.
Kapının açılıp içeriye yeni bir müşterinin girdiğini duyan hancı, başını maltızlardan kaldırmadan, "Beyimiz ne isterler?" diye sordu.
"Yemek ve yatak," dedi adam.
"Orası kolay." Hancı bunu derken başını yeni gelenden yana çevirmişti. Yolcuyu şöyle baştan aşağı gözden geçirdikten sonra, "Parasını verince," diye ilave etti.
Adam ceketinin cebinden büyük bir deri kese çıkararak cevap verdi:
"Param var."
"Öyleyse emrinizdeyiz," dedi hancı.
Adam kesesini tekrar cebine koydu, çantasını sırtından indirdi, sopasını elinden bırakmadan ateşin yanındaki alçak bir iskemlenin üzerine oturdu. Digne dağlık bir yerdir. Ekim ayında akşamlan soğuk olur.
Bu arada, hancı bir yandan gidip geliyor, bir yandan da yolcuyu gözden geçiriyordu.
"Hemen yiyor muyuz?" diye sordu adam.
"Birazdan," dedi hancı.
Yeni gelen arkası dönük ısınırken, sayın hancı Jacquin Labarre cebinden bir kurşunkalem çıkardı, pencerenin yanındaki küçük bir masanın üzerine atılmış eski bir gazetenin köşesinden bir parça kopardı. Kâğıdın beyaz
-124-
kısmına bir iki satır bir şeyler yazdı ve görünüşe göre hem aşçı yamağı hem de uşak olarak kullandığı bir çocuğa bu kâğıt parçasını zarfa koymadan katlayıp verdi, bu arada yamağın kulağına bir şeyler söyledi. Ve çocuk belediye binasına doğru koşarak gitti.
Yolcu, bu olup bitenlerden bir şey görmemişti.
Bir kere daha sordu: "Hemen yiyor muyuz?"
"Birazdan," dedi yine hancı.
Çocuk döndü. Kâğıdı geri getirmişti. Hancı, cevap bekleyen birinin telaşıyla kâğıdı açtı. Dikkatle okur görünüyordu. Başını salladı ve bir an düşünceli kaldı. Sonra pek de huzurlu olmayan düşüncelere dalmış görünen yolcuya doğru bir adım attı.
"Mösyö, sizi kabul edemeyeceğim," dedi.
Adam oturduğu yerden yan doğruldu.
"Nasıl? Yoksa paranızı ödemeyeceğimden mi korkuyorsunuz? Peşin ödeyeyim, ister misiniz? Param var."
"Sorun o değil."
"Ya ne öyleyse?"
"Sizin paranız var."
"Evet," dedi adam.
"Ama," dedi hancı, "benim odam yok."
Adam sakin bir sesle konuştu:
"Beni ahırda yatırın."
"Yapamam."
"Niçin?"
"Atlardan yer yok."
"Peki öyleyse," diye üsteledi adam, "ambarın bir köşesinde. Bir kucak saman bana yeter. Bu konuyu yemekten sonra görüşürüz."
-125-
"Size yemek veremeyeceğim."
Ölçülü, kesin bir tavırla söylenen bu söz yabancıya ağır geldi. Ayağa kalktı.
"Bak hele! Açlıktan ölüyorum. Güneş doğduğundan bu yana yol yürüdüm. Kırk beş kilometrelik yol teptim. Parasını veriyorum. Yemek isterim."
"Yemeğim yok," dedi hancı.
Adam bir kahkaha atıp, ocağa ve maltızlara doğru döndü: "Yok ha! Peki, bunlar ne?"
"Onların hepsi önceden ısmarlandı."
"Kim ısmarladı?"
"Şu arabacı beyler."
"Kaç kişiler?"
"On iki."
"Burada yirmi kişilik yiyecek var."
"Hepsini ısmarladılar, parasını da peşin verdiler."
Adam tekrar oturdu ve sesini yükseltmeden, "Ben bir handa karnım aç olduğu için kalıyorum," dedi.
Bunun üzerine hancı adamın kulağına eğildi ve onu ürperten bir ses tonuyla: "Gidin buradan!" dedi.
Bu sırada yolcu öne eğilmiş, sopasının demirli ucuyla ateşin içindeki korları eşeliyordu. Hızla döndü ve cevap vermek için ağzını açıyordu ki, hancı ona gözlerini dikip alçak bir sesle ekledi: "Hadi bakalım, bu kadar laf yeter. Size adınızın ne olduğunu söyleyeyim mi? Jean Valjean. Kim olduğunuzu söylememi de ister misiniz? Zaten buraya girdiğinizi görünce bir şeylerden kuşkulanmış-tım, belediyeye haber yolladım. İşte bana
-126-
verdikleri cevap; okuma biliyor musunuz?"
Bir yandan konuşuyor, bir yandan da handan belediyeye, belediyeden de hana gidip gelen kâğıdı açılmış olarak yabancıya uzatıyordu. Adam kâğıda bir göz attı. Kısa bir sessizlikten sonra hancı yine konuştu:
"Herkese terbiyeli davranmak huyumdur. Haydi, gidin buradan."
Adam başını eğdi, yere bıraktığı çantasını aldı ve çıkıp gitti.
Caddeyi tutturdu. Hakarete uğramış, üzgün bir halde yalpalıyor, evlere sürtünerek yü-. rüyordu. Bir kere bile arkasına dönüp bakmadı. Eğer baksaydı, La Croix-de-Colbas'ın hancısının kapının eşiğinde, hanındaki bütün yolcularla birlikte sokaktan gelip geçenleri etrafına toplamış, hararetli hararetli konuştuğunu ve parmağıyla kendisini işaret ettiğini görür ve topluluğun bakışlarındaki kuşku ve korkudan, gelişinin çok geçmeden bütün herkesi meşgul eden bir olay olacağını tahmin ederdi.
Ama o, hiçbirini görmedi. Ezilmiş, yıkılmış insanlar geriye dönüp bakmazlar. Kötü talihin peşlerini bırakmadığını bilirler.
Böylece bir süre yol aldı. Kederli zamanlarda hep olduğu gibi, durmadan yürüyor, bilmediği yollarda gelişigüzel gidiyor, yorgun olduğu aklına bile gelmiyordu. Birdenbire Şiddetli bir açlık duydu. Gece yaklaşıyordu. Bannabileceği bir yer bulup bulamayacağını anlamak için etrafına bakındı.
O güzelim han kendisi için artık kapanmıştı; şöyle miskin bir meyhane, pis bir barınak arıyordu.
-127-
Bulunduğu sokağın ucunda bir ışığın yandığını gördü. Alacakaranlığın beyaz göğünde, demir bir direğin ucuna asılmış bir çam dalının silueti seçiliyordu.
Gerçekten de, bu bir meyhaneydi; Chaffa-ut Sokağı'ndaki meyhane.
Yolcu bir an durup, meyhanenin camından basık salonuna baktı. İçerisi bir masanın üzerinde duran küçük bir lamba ile ocakta yanan büyük ateşin ışığıyla aydınlanıyordu. Birkaç adam içki içiyor, meyhaneci ateşte ısınıyordu. Alevler, üzerinde çengele asılı demir bir tencereyi takırdatıyordu.
Aynı zamanda bir tür han olan bu meyhaneye iki kapıdan giriliyordu. Kapılardan biri sokağa, öbürü ise içi gübre dolu küçük bir avluya açılmaktaydı. Yolcu, sokaktaki kapıdan girmeye cesaret edemedi. Avluya süzüldü, bir an durakladı, sonra mandalı çekinerek kaldırdı ve kapıyı itti.
Meyhanenin sahibi, "Kim var orada?" diye seslendi.
"Yemek yiyip, yatmak isteyen biri."
"İyi. Burada yenir de, yatılır da."
Adam içeri girdi. İçki içenlerin hepsi yeni gelene doğru döndüler. Bir tarafını lamba, öbür tarafını ocağın ateşi aydınlatıyordu. Sırtındaki çantasını yere indirirken bir süre onu gözden geçirdiler.
Meyhaneci, adama, "İşte ateş, yemek tencerede pişiyor. Gelin, ısının arkadaş," dedi.
Gidip ocağın yanına oturdu. Yorgunluktan kan oturmuş ayaklarını ateşe doğru uzattı. Tencereden güzel bir koku tütüyordu. Aşa-
-128-
ğı çekilmiş kasketinin altından fark edilebildiği kadarıyla, yüzünde, acı çekmenin verdiği son derece dokunaklı bir görüntünün yanı sıra, belirsiz bir memnuniyet ifadesi de vardı.
Zaten kararlı, enerjik ve üzüntülü bir profildi bu. Bu yüz ifadesinin tuhaf bir kompozisyonu vardı: Başlangıçta alçakgönüllü bir ifadeye bürünüyor, sonra sonra sertleşir gibi oluyordu. Kaşlarının altındaki gözleri, tıpkı bir çalılık altındaki ateş gibi parlıyordu.
Ne var ki, masada oturanlardan biri, bir balıkçı, Chaffaut Sokağı'ndaki meyhaneye gelmeden önce atını Labarre'ın ahırına bırakmaya gitmişti. Tesadüf bu ya, bu balıkçı, o sabah bu yabancıya Bras d'Asse ile... (âdını unuttum, sanırım Escoublon olacak) arasında yürürken rastlamıştı. Rastlantı sırasında çok yorgun olan adam ondan kendisini atının terkisine almasını istemiş, o da bu isteğe hızını bir kat daha artırarak cevap vermişti. Yarım saat kadar önce Jacquin Labarre'ın çevresini saran topluluğun içinde bu balıkçı da vardı ve sabahki nahoş rastlantıyı La Croix-de-Colbas'dakilere anlatmıştı. Oturduğu yerden meyhaneciye belli belirsiz bir işaret çaktı. Meyhaneci yanına geldi. Alçak sesle karşılıklı birkaç söz söylediler. Adam, yine düşüncelere dalmıştı.
Meyhaneci ocağın yanına döndü, elini kabaca adamın omzuna koydu ve "Buradan gideceksin," dedi.
Yabancı döndü ve yumuşak bir tavırla, "Ya! Siz de mi biliyorsunuz?" dedi.
"Evet."
-129-
"Beni öbür hana almadılar."
"Bundan da kovuyorlar."
"Peki, nereye gideceğim?"
"Başka bir yere."
Adam sopasını ve çantasını aldı, çekip gitti.
Çıkarken, kendisini La Croix-de-Col-bas'dan beri takip eden ve görünüşe bakılırsa oradan çıkmasını bekleyen birkaç çocuk ona taş attılar. Adam öfkeyle geri döndü ve çocukları sopasıyla tehdit etti. Çocuklar çil yavrusu gibi dağıldılar.
Hapishanenin önünden geçti. Kapının önünde çıngırağa bağlı demir bir zincir sallanıyordu. Çıngırağı çaldı.
Bir kapak açıldı. Başından kasketini saygıyla çıkararak, "Lütfen kapıyı açıp, beni bir geceliğine içeride barındırabilir misiniz?" dedi.
Bir ses cevap verdi:
"Hapishaneler han değildir. Kendinizi tutuklatın, o zaman kapı açılır."
Kapak yeniden kapandı.
Adam bahçeli evlerin yoğun olduğu bir sokağa girdi. Bazılarının çevresi yalnızca çitlerle kapatılmıştı. Bu da sokağı süslüyordu. Bu bahçe ve çitler arasında tek katlı, penceresinde ışık olan büyük bir ev gördü. Meyhanede yaptığı gibi, burada da camdan içeri baktı. Beyaz badanalı büyük bir odaydı bu. Üstü pamuklu basma örtülü karyola, bir köşede beşik, birkaç tahta iskemle ve duvara asılı bir tüfek vardı. Odanın ortasına sofra kurulmuştu. Bakır lamba, kalın beyaz kumaş masa örtüsünü, gümüş gibi parlayan içi şarap dolu kalaylı ibriği ve dumanlan tüten kahveren-
-130-
gimsi çorba kâsesini aydınlatıyordu. Masada kırk yaşlarında, neşeli, aydınlık yüzlü bir adam oturuyor ve dizlerinin üstünde küçük bir çocuğu hoplatıyordu. Yanındaki genç kadın, bir bebeği emzirmekteydi. Baba gülüyor, çocuk gülüyor, anne gülümsüyordu.
Yabancı, bu tatlı, huzur verici görüntü karşısında bir an dalıp gitti. Acaba içinden neler geçiriyordu? Bunu ancak kendisi söyleyebilirdi. Bu neşeli evin konuksever de olabileceğini ve bu kadar mutluluğun görüldüğü yerde belki biraz da merhamet bulabileceğini düşünüyordu.
Cama çok hafif vurdu.
İçeridekiler duymamışlardı.
İkinci defa vurdu.
Kadının, "Kocacığım, galiba biri vuruyor," dediğini işitti.
"Hayır," diye cevap verdi kocası.
Üçüncü defa vurdu.
Koca ayağa kalktı, lambayı aldı ve kapıya giderek açtı.
Uzun boylu, yan köylü, yan işçi tipi vardı. Sol omzuna kadar çıkan geniş meşin bir önlük taşıyordu. Önlüğün karın kısmında çekiç, kırmızı bir mendil ve barut kabı asılıydı. Bütün bu şeyler tıpkı bir cepte durur gibi kemere tutturulmuştu. Kafasını arkaya doğru eğmişti; yakası iyice açık ve kıvrık gömleğinden boğayı andıran beyaz ve çıplak boynu görünüyordu. Kalın kaşları, kocaman siyah favorileri vardı, gözleri patlak patlaktı, yüzünün alt kısmı hayvan ağzı gibi çıkıntılıydı ve anlatılması imkânsız bir kendine güven havası taşıyordu.
-131-
"Bağışlayın," dedi yolcu, "parası karşılığında bana bir tabak çorbayla, şu bahçedeki ambarda uyuyacak bir köşe verebilir misiniz? Söyleyin, verebilir misiniz? Parası karşılığında."
"Siz kimsiniz?" diye sordu ev sahibi.
Adam cevap verdi: "Puy-Moisson'dan geliyorum. Bütün gün yürüdüm. Altmış kilometre yol kat ettim. Verebilir misiniz? Parasıyla."
"Parasını verirse, uygun bir kimseyi konuk etmeyi reddetmem," dedi köylü. "Ama niçin hana gitmiyorsunuz?"
"Yer yokmuş."
"Hadi canım! İmkânsız. Bugün ne panayır günü ne de pazar. Labarre'm yerine gittiniz mi?"
"Evet."
"Öyleyse?"
Yolcu sıkıntılı bir şekilde cevap verdi: "Bilmiyorum, beni kabul etmedi."
"Peki, şeyin yerine... Chaffaut Sokağı'nda-ki... gittiniz mi?"
Yolcunun sıkıntısı artıyordu, kekeledi; "O da beni almadı."
Köylünün yüzünü bir güvensizlik ifadesi kapladı, adama şöyle tepeden tırnağa baktı ve birden bir kükremeyle haykırdı:
"Sakın siz o adam olmayasınız?"
Yabancıya tekrar bir göz attı, içeri gitti, lambayı masanın üzerine koydu ve duvardan tüfeğini kaptı.
Bu arada, köylünün, "Sakın siz o adam olmayasınız," sözü üzerine kadın ayağa fırlamış, iki çocuğunu kucakladığı gibi, alelacele
-132-
kocasının arkasına sığınmıştı. Göğsü bağn açık, korkudan fırlamış gözlerle dehşetle yabancıya bakıyor, alçak sesle "Tso-maraude"* diye mırıldanıyordu.
Bütün bunlar göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir zamanda olmuştu. Ev sahibi bir engerek yılanına bakar gibi adamı birkaç saniye süzdükten sonra, "Defol!" dedi.
"Tanrı rızası için," dedi adam, "Bir bardak su."
Köylü, "Şimdi kurşunu sıkarım!" diye bağırdı.
Sonra da kapıyı öfkeyle kapattı. Adam iki büyük sürgünün sürüldüğünü duydu. Bir an sonra da pencerenin kepengi kapandı Ve yerine konulan bir kol demirinin gürültüsü dışarıya kadar geldi. Gece bastırdıkça
bastırıyor, Alpler'in soğuk rüzgârı esiyordu. Günün sönen aydınlığında yabancı, yol kenarındaki bahçelerden birinde ot yığınlarından yapılmışa benzeyen kulübe gibi bir şey fark etti. Kararlılıkla tahta perdeden atladı ve kendisini bir bahçede buldu. Kulübeye yaklaştı. Kapı olarak dar ve çok alçak bir deliği vardı. Yol bakımı yapan işçilerin yol kenarlarına yaptıkları küçük yapılara benziyordu. Adam şüphesiz bunun da yol işçilerine ait bir barınak olduğunu düşünmüştü. Soğuk ve açlık canına tak demişti. Açlığa katlanıyordu, ama burası hiç değilse soğuğa karşı bir barınak olurdu. Bu gibi meskenlerde genellikle geceleri oturan bulunmazdı. Yüzükoyun yatıp, kulübenin içine süzüldü. İçerisi sıcaktı, samandan
* Fransız Alpleri ağzıyla: "Hırsız kedi." -133-
oldukça iyi bir de yatak buldu. O kadar yorgundu ki, bir an yatağa uzanıp hiç kımıldamadan öylece kaldı. Sonra sırtındaki çanta rahatsız ettiğinden, zaten hazır bir yastık da olduğundan, kayışlardan birinin bağını çözmeye koyuldu. Tam bu sırada vahşi bir homurtu duyuldu. Adam gözlerini kaldırdı. Karanlıkta, kulübenin kapısında iri bir köpeğin başı belirmişti.
Bu bir köpek kulübesiydi.
Ama o da kuvvetli ve korkulacak biriydi, sopasını kavradı, çantasını kalkan gibi kullanıp, üstündeki partalların yırtıklarını daha da büyütmek pahasına kulübeden dışarı çıktı.
Bahçeden de çıktı ama köpeği zararsız bir halde tutabilmek için, bu işi ancak geri geri giderek ve eskrim hocalarının kapalı gül dedikleri bir tarzda bastonunu kullanarak yapabildi.
Tahta perdeyi aşıp, kendini tekrar yolda, tek başına, evsiz, damsız, bannaksız, şu saman yataktan ve sefil köpek kulübesinden bile kovulmuş olarak bulunca bir taşın üstüne oturmaktan çok, yığıldı. Söylendiğine göre, yoldan geçen biri onun, "Ben bir köpek bile değilim!" diye bağırdığını işitmişti.
Az sonra tekrar ayağa kalktı ve yürümeye koyuldu. Bir ağaç ya da tarlalar arasında bir saman yığını bulup, orada barınma umuduyla şehirden çıktı.
Böylece, başı sürekli önüne eğik bir süre yol aldı. Kendisini, insanların kalabalık olarak oturdukları yerlerden uzakta hissettiği
-134-
aman gözlerini kaldırıp çevresine bakındı. Tarladaydı. Karşısında biçilmiş ekin saplany-la kaplı, hasattan sonra adeta tıraşlı kafalara benzeyen alçak tepelerden biri duruyordu.
Ufuk simsiyahtı, görünen yalnızca gecenin karanlığı değildi. Bunlar tepenin üzerine abanmış gibi duran çok alçak bulutlardı ve yükselip bütün gökyüzünü dolduruyorlardı. Ama ay doğmak üzere olduğu ve göğün tepe noktasında da hâlâ gün batışını andıran bir aydınlık kaldığı için, bu bulutlar adeta beyazımsı bir kubbe oluşturuyor ve bu kubbeden yeryüzüne bir ışık süzülüyordu.
Bu yüzden yeryüzü, gökyüzünden daha aydınlıktı. Bu da büsbütün korkunç bir etki yapıyordu. Tepe, zavallı ve çelimsiz hatlarıyla zifiri karanlık ufkun üstünde bulanık ve soluk bir görüntü oluşturuyordu. Manzara bütünüyle çirkin ve kasvetliydi. Yolcunun birkaç adım ötesinde titreyerek eğilip bükülen bir ağaçtan başka ne tarlada ne de tepede bir şey vardı.
Bu adamın gizemli olandan etkilenip hoş ve zekice düşünceler üretecek biri olmadığı açıkça belliydi. Ama bu gökte, bu tepede, bu düzlükte ve bu ağaçta öylesine sessizlik ve kederli bir şeyler vardı ki, adam birdenbire dönüp, geldiği yöne doğru yürümeye başladı.
Aynı yollardan geri döndü. Digne'nin bütün kapılan kapalıydı. Dini savaşlar sırasında kuşatmalara uğrayan Digne'nin çevresi, 1815'te hâlâ dört köşe kuleler olan ve daha sonra yıkılan surlarla çevriliydi. Adam bir yarıktan geçerek tekrar şehre girdi.
-135-
Akşam saat sekiz sularıydı. Yollan bilmediğinden, yine rastgele dolaşmaya başladı.
Böylece vilayet konağına, sonra ilahiyat okuluna geldi. Katedral meydanından geçerken kiliseye doğru yumruğunu salladı.
Adamın geldiği meydanın köşesinde bir basımevi vardır. Bizzat Napoleon tarafından yazdırılıp, Elbe Adası'ndan getirilen, imparatorun ve imparatorluk muhafız kuvvetlerinin orduya bildirileri ilk defa bu basımevinde basılmıştır.
Yorgunluktan tükenmiş ve her şeyden umudunu kesmiş bir halde, bu basımevinin kapısı önündeki taş sıranın üstüne uzandı.
Tam o sırada yaşlı bir kadın kiliseden çıkıyordu. Karanlıkta yatan bu adamı gördü, "Dostum, ne yapıyorsunuz orada?" diye sordu. Adam öfkeyle cevap verdi: "Görüyorsun işte be kadın, yatıyorum."
Hanımefendi sıfatına pek layık olan bu kadın, aslında R. markiziydi.
"Nasıl, bu sıranın üstünde mi?" diye üsteledi.
"On dokuz yıl tahta yatakta yatmak zorunda kaldım," dedi adam, "şimdi de taş yatakta yatıyorum." "Asker miydiniz?" "Evet hanımefendi, asker." "Niçin hana gitmiyorsunuz?" "Çünkü param yok."
"Yazık!" dedi R. markizi, "benim kesemde de sadece dört metelik var." "Olsun, verin." Adam dört meteliği aldı. R. markizi devam
-136-
etti: "Bu kadarcık parayla handa kalamazsınız ama yine de bir denemelisiniz. Geceyi böyle geçiremezsiniz. Kesinlikle üşümüş ve aç olmalısınız. Hayır için size bir yer bulabilirim."
"Çalmadık kapı bırakmadım."
"Öyleyse?"
"Beni her yerden kovdular."
Kadıncağız, adamın koluna dokundu ve meydanın öbür yanında, piskoposluk binasına bitişik, basık, küçük bir evi gösterdi.
"Demek bütün kapılan çaldınız, öyle mi?" dedi.
"Öyle."
"Şu kapıyı da çaldınız mı?"
"Hayır." ' ^
"Hele bir çalın."
2. Akıllı Olan Temkinli Davranır
Digne piskoposu o akşam şehirdeki gezintisini yaptıktan sonra geç vakte kadar odasında kalmıştı. Görevler üzerine büyük bir eser yazmakla meşguldü; yazık ki bu eser tamamlanamamıştır. Kilise babalarının ve ilahiyat doktorlarının bu önemli konuda söylemiş olduklan her şeyi bir bir dikkatle gözden geçiriyordu. Kitabı iki bölüme ayrılmıştı: Birincisinde bütün insanlara düşen görevler, ikincisinde ise tek tek kişilere, ait olduğu sınıfa göre düşen görevler ele alınıyordu. Bütün insanlara düşen görevler büyük görevlerdi. Dört çeşittiler. Aziz Matta bunlan şöyle sıralar: Tann'ya karşı görevler (Matta İncil'i, VI), insanın kendi kendine karşı olan görevleri (Matta İncil'i, V, 29, 30), yaratıklara karşı
-137-
görevler (Matta İncil'i, VI, 20, 25). Öbür görevlere gelince, piskopos bunların başka yerlerde belirtilmiş ve emredilmiş olduğunu görmüştü: Hükümdarların ve tebaaların görevleri Romalılara Mektup'ta; hâkimlerin, evli kadınların, anaların ve delikanlıların görevleri, Aziz Petrus tarafından; kocaların, babaların, çocukların ve hizmetkârların görevleri Efeslilere Mektup'ta; bakirelerin görevleri de Korin-toslulara Mektup'ta belirtilmişti. Bütün bu buyrukları, insan ruhlarına sunmak üzere, ahenkli bir bütün içinde bir araya getirmek amacıyla inceden inceye uğraşıyordu.
Saat sekizde o hâlâ çalışıyor, dizlerinin üstünde açık, kocaman bir kitapla küçük kâğıt parçalarına özensizce bazı şeyler yazıyordu ki, Madam Magloire âdeti olduğu üzere yatağın yanındaki dolaptan gümüş takımları almaya geldi. Biraz sonra da, sofranın kurulduğunu ve kız kardeşinin kendisini beklediğini anlayan piskopos, kitabını kapayıp masasından kalktı ve yemek odasına geçti.
Yemek odası, kapısı sokağa (daha önce söylediğimiz gibi), penceresi bahçeye açılan, şömineli, uzun bir odaydı.
Gerçekten de Madam Magloire sofrayı kurmuştu. Bir yandan yemekleri koyuyor, bir yandan da Matmazel Baptistine'le konuşuyordu.
Harlı bir ateş yanan şöminenin yanındaki masada bir lamba etrafı aydınlatıyordu.
İkisi de altmışını geçkin olan bu kadınları kolayca göz önüne getirebilirsiniz: Madam Magloire ufak tefek, şişman, canlı; Matmazel Baptistine ufak tefek, zayıf, narin, ağabeyin-
-138-
jen biraz uzun, kendi halinde biriydi. 1806 modasına uygun bir renkte, o zamanlar Paris'ten satın alınan ve hâlâ kullandığı kahve-rengimsi ipekliden bir elbise giymişti... Bir sayfada zor ifade edilebilecek bir fikri tek kelimeyle dile getirme erdemine sahip halk deyimlerini kullanarak söylememiz gerekirse, Madam Magloire'da bir köylü, Matmazel Baptistine'de ise hanımefendi hali vardı. Madam Magloire, başında boru gibi süsleri olan beyaz bir takke, boynunda altın bir haç -ki evdeki tek kadın mücevheri buydu- geniş, kısa kollu, siyah kalın kumaştan bir elbise ve yakasından çıkan bembeyaz bir atkı, yeşil bir şeritle beline bağlanmış kırmızı yeşil "damalı pamuklu bezden ve üst kısmı yine aynı kumaştan ve yukarıda iki tarafa toplu iğneyle tutturulmuş bir önlük, ayaklarında kaba kunduralar ve Marsilyalı kadınlar gibi san çoraplar taşıyordu. Matmazel Baptistine'in elbisesi ise dediğimiz gibi 1806 modası kalıplarına göre biçilmişti: Bedeni dar, omuzlan vatkalı, köprü ilikli ve düğmeliydi. Kır saçlarını çocuk perukası denilen kıvırcık bir perukayla örtüyordu.
Madam Magloire'un zeki, canlı, iyi biri olduğu her halinden belliydi, ancak üst dudağının alt dudağından daha etli olması ona aksi ve otoriter biri olduğu izlenimini veriyordu. Monsenyör sustuğu zamanlar, ona saygı ve belli bir rahatlıkla kanşık resmi bir tavırla konuşur, ama monsenyör konuşmaya başladı mı -evvelce görmüştük- tıpkı Matmazel Baptistine gibi o da körü körüne itaat ederdi.
-139-
....*- .
Matmazel Baptistine ise konuşmaz, sadece monsenyöre itaat etmek ve onu memnun etmeye çalışmakla yetinirdi. Gençliğinde de güzel değildi. Patlak, büyük mavi gözleri, uzun ve kemerli bir burnu vardı. Ama başlangıçta da söylediğimiz gibi, bütün simasından, bütün kişiliğinden dile getirilmesi imkânsız bir iyilik havası etrafa yayılırdı. Bağışlayıcılık her zaman onun yapısında bulunan bir şeydi; ama iman, hayırseverlik ve umut, ruhu içten içe ısıtan bu üç erdem, bu bağışlayıcılığı yavaş yavaş azizelik mertebesine kadar
yükseltmişti. Doğa, onu bir kuzu olarak yaratmış, dinse bir melek yapmıştı. Zavallı kutsal kız! Kaybolan tatlı anılar!
Matmazel Baptistine piskoposun evinde o gece olup bitenleri sonra o kadar çok anlatmıştır ki, hâlâ hayatta olan birçok kimse bunları en ufak ayrıntılarına kadar hatırlar.
Piskopos içeri girdiğinde Madam Magloire hararetle Matmazel Baptistine'e, bildiği ve piskoposun da artık duymaya alıştığı bir konudan söz ediyordu. Giriş kapısının mandalı sorunuydu bu.
Akşam yemeği için bir şeyler almaya gittiği sırada, Madam Magloire çeşitli yerlerde bazı söylentiler işitmişti. Kötü suratlı bir serseriden söz ediliyordu. Kuşku uyandırıcı bir serseri gelmiş, şehrin bir taraflarında olsa gerekmiş, bu gece evine geç dönmeye kalkanların başlarına kötü şeyler gelebilirmiş. Vali ile belediye başkanı birbirlerini sevmedikleri ve olay çıkararak birbirlerinin başını derde sokmaya çalıştıkları için polisin elinden de fazla
-140-
bir Şey gelmiyormuş. Onun için aklı olanların kendi polisliğini kendilerinin yapmaları, iyi korunmaları ve evlerini gereğince örtmeleri, sürgülemeleri, sağlamlaştırmaları ve de kapılarını sımsıkı kapatmaları gerekiyormuş.
Magloire, bu son sözleri üstüne basa basa söyledi. Ama piskopos odasından çok üşümüş olarak geldiği için şöminenin önünde oturmuş ısınıyor ve başka şeyler düşünüyordu. Bunun için, Madam Magloire'un belli bir amaçla ortaya attığı sözü karşılıksız bıraktı. Kadın tekrar aynı şeyi söyledi. Bunun üzerine Matmazel Baptistine, ağabeyinin canını sıkmadan Madam Magloire'u memnun etmek için çekine çekine şöyle diyecek oldu:
"Madam Magloire'un dediklerini duydunuz mu ağabey?"
"Belli belirsiz bir şeyler duydum," diye cevap verdi piskopos. Sonra iskemlesini biraz çevirip, ellerini dizlerine koydu ve ocaktaki alev ışığının aydınlattığı samimi, kolayca neşelenen yüzünü yaşlı hizmetçiye doğru kaldırarak, "Hele bakalım, söyle ne olmuş? Büyük tehlike içinde miymişiz?" dedi.
O zaman, Madam Magloire hikâyeyi yeni baştan ve elbette biraz da abartarak anlatmaya koyuldu: "Söylendiğine göre, şu sırada şehirde yersiz yurtsuz bir baldın çıplak, tehlikeli bir dilenci varmış. Kalmak için Jacquin Labarre'ın yerine gitmiş, ama onu kabul etmemişler. Gassendi Bulvarı'na doğru geldiğini ve akşam karanlığında yollarda başıboş dolaştığını görmüşler. Korkunç suratlı, çantalı, ipli bir herifmiş."
-141-
"Sahi mi?" dedi piskopos.
Kendisine böyle bir soru sorulması Madam Magloire'u yüreklendirdi ve ona piskoposun telaşlanmak üzere olduğu izlenimini verdi. Sonuca ulaşacağını görerek sözünü sürdürdü:
"Sahi monsenyör. Aynen böyle. Bu gece şehirde bir felaket olacak. Herkes öyle söylüyor. Üstelik, polisin de elinden bir şey gelmiyor {yararlı bir tekrarlama). Hem ıssız bir yerde yaşa hem de geceleri sokaklarda lamba bile bulunmasın! Dışarı çıkıyorsun. Bir sürü felaket işte! Ben diyorum ki monsenyör, matmazel de benimle beraber diyor ki..."
Piskoposun kız kardeşi sözünü kesti.
"Ben bir şey demiyorum. Ağabeyimin her yaptığı iyidir."
Madam Magloire, sanki hiç karşı çıkılma-mış gibi devam etti:
"Biz diyoruz ki, bu ev hiç de öyle tam olarak güvencede değil; monsenyör izin verirlerse çilingir Paulin Musebois'ya gidip kapının eski sürgülerini takmasını söyleyeyim. Şuracıkta duruyorlar, bir dakikalık iş; evet, bence sürgüler gerekiyor monsenyör, hiç değilse bu gecelik, çünkü her önüne gelenin dışarıdan mandalına basıp açabileceği bir kapıdan daha tehlikeli hiçbir şey olamaz, hem de mon-senyörün âdetidir, her zaman 'buyurun' der, gece yansı bile, aman Tanrım! İzin almaya bile gerek yok..."
Tam bu sırada kapıya çok şiddetli bir şekilde vuruldu.
Piskopos, "Buyurun!" diye seslendi.
-142-
3. Edilgen İtaatin Kahramanlığı
Kapı hafifçe açıldı ve sonra biri kuvvetle, tereddüt etmeden itiyormuşçasına hızla ardına kadar açıldı.
İçeri bir adam girdi.
Biz bu adamı artık tanıyoruz. Az önce barınacak bir yer arayarak, orada burada dolaşıp duran yolcuydu.
İçeri girdi, bir adım attı, kapıyı arkasında açık bırakarak durdu. Çantası omzunda, sopası elindeydi; gözlerinde katı, cüretkâr, yorgun ve öfke dolu bir ifade vardı. Şöminedeki ateş onu aydınlatıyordu. İğrençti. Uğursuz bir görünüşü vardı.
Madam Magloire bir çığlık atacak gücü bile bulamamıştı. Eli ayağı titriyordu. Ağzı açık kalmıştı.
Matmazel Baptistine döndü, adamın içeri girdiğini gördü, korkuyla yerinden yarı doğruldu, sonra başını yavaş yavaş şömineye doğru çevirerek ağabeyine bakmaya başladı ve yüzü yeniden derin bir huzur ifadesine büründü.
Piskopos sakin bir halde adama bakıyordu.
Besbelli, yeni gelene ne istediğini sormak için ağzını açmaya hazırlanıyordu ki, adam iki eliyle sopasına dayandı, bakışlarını sırasıyla ihtiyarın ve kadınların üzerinde dolaştırdı ve piskoposun konuşmasını beklemeden, yüksek sesle, "Buraya balan!" dedi, "Adım Jean Valjean. Bir kürek mahkûmuyum. On dokuz yılımı zindanda geçirdim. Dört gün önce tahliye edildim. Gideceğim yer olan Pontarlier'ye doğru yol alıyorum. Tou-
-143-
lon'dan beri dört gündür yürüyorum. Bütün bir gün yaya olarak altmış kilometre kat ettim ve akşam, buraya geldiğimde bir hana indim, belediyeye göstermiş olduğum san kimlik kâğıdımdan ötürü -çünkü göstermem gerekiyordu- beni geri çevirdiler. Başka bir hana gittim, orada dedikleri gibi, burada da bana, 'Defol!' dediler. Hapishaneye gittim, kapıcı kapıyı açmadı. Bir köpek kulübesine girdim. Köpek beni ısırıp kovdu, tıpkı bir insan gibi. Sanki benim kim olduğumu biliyordu. Açık havada yatmak için tarlalara gittim. Hava açık değildi. Yağmur yağacağını ve buna engel olacak bir Tann'nın da olmadığını düşünüp, bir kapı girintisi bulabilmek için tekrar şehre döndüm. Orada, meydanda bir taşın üzerinde yatacaktım ki, iyi bir kadın bana sizin evinizi gösterdi, o kapıyı çal dedi. Ben de çaldım. Burası nedir? Misafirhane mi? Yığınla param var. Tam yüz dokuz frank on beş metelik, kürekte on dokuz yıl çalışarak kazandım. Çok yorgun ve çok açım. Kalmama izin verir misiniz?"
Piskopos, "Madam Magloire, sofraya bir takım daha koyun," dedi.
Adam üç adım daha atıp, masanın üzerindeki lambaya yaklaştı, iyi anlamamış gibi, "Bakın," dedi, "öyle değil. Duydunuz mu? Ben bir kürek mahkûmuyum, bir forsa. Kürekten geliyorum." Cebinden büyük san bir kâğıt çıkararak açtı. "İşte kimlik kâğıdım. Gördüğünüz gibi sarı kâğıt. Bu, gittiğim her yerde kovulmama yarar. Okumak ister misiniz? Ben okumasını bilirim. Hapiste öğrendim. Orada
-144-
okumayı öğrenmek isteyenler için okul var. Dinleyin, bakın kimlik kâğıdına ne yazmışlar: Jean Valjean, tahliye edilmiş forsa, doğduğu yer... Burası sizi ilgilendirmez... On dokuz yıl hapiste kalmıştır. Nedeni: Zor kullanarak hırsızlık. Dört defa firar etme girişiminde bulunduğundan on dört yıla mahkûm olmuştur. Çok tehlikelidir. İşte, herkes beni kapı dışarı etti. Siz kabul ediyor musunuz? Burası misafirhane mi? Bana yemek ve yatacak yer verecek misiniz? Ahırınız var mı?"
Piskopos, "Madam Magloire, yataklıktaki karyolaya bez çarşaflan serersiniz," dedi.
İki kadının itaat etme konusundaki huylarını daha önce anlatmıştık.
Madam Magloire, bu emirleri yerine getirmek üzere dışarı çıktı.
Piskopos, adama döndü:
"Mösyö oturun, ısının. Birazdan yemek yiyeceğiz ve yatağınız da siz yemek yerken yapılacak," dedi.
Sonunda adam anladı. O ana kadar karanlık ve sert olan yüz ifadesi şaşkınlık, şüphe ve sevinçle doldu ve olağanüstü yumuşak bir ifadeye büründü. Aklını kaçırmış gibi kekelemeye başladı.
"Sahi mi? Ha... Demek beni misafir edeceksiniz? Bir kürek mahkûmunu kovmuyor musunuz? Bana 'mösyö' diyorsunuz! Bana, sen demeyecek misiniz? Bana hep 'defol köpek!' derler... Beni kovacaksınız sanıyordum onun için hemen kim olduğumu söyledim. Oh!.. Bana burayı gösteren ne iyi bir kadın-mış!.. Yemek yiyeceğim! Şilteli, çarşaflı bir ya-
-145-
tak! Herkes gibi! Bir karyola! On dokuz yıl var ki karyolada yatmadım! Gerçekten kalmamı mı istiyorsunuz?.. Soylu insanlarsınız. Zaten param da var. Karşılığını bol bol öderim... Affedersiniz, misafirhaneci mösyö, adınız ne? Ne isterseniz ödeyeceğim. Siz nazik ve iyi bir insansınız. Misafirhanecisiniz değil mi?"
Piskopos, "Ben, burada oturan bir rahibim," dedi.
"Bir rahip ha!" dedi adam. "Oh! Soylu bir rahip!.. Öyleyse, benden para istemezsiniz, öyle değil mi? Papaz değil mi?.. Şu büyük kilisenin papazı öyle mi? İşte! Öyle ya, ne budalayım! Takkenizi görmemiştim. "Konuşurken çantasıyla bastonunu odanın bir köşesine bırakmış, kimlik kâğıdını cebine sokup oturmuştu. Matmazel Baptistine onu yumuşak bir bakışla gözden geçiriyordu. Adam devam etti:
"Siz gerçekten iyi adamsınız. İnsana aşağılayarak bakmıyorsunuz. İyi bir rahip, bu çok iyi bir şey. Demek sizce para ödememe gerek yok?"
"Hayır," dedi piskopos, "paranızı saklayınız. Ne kadardı? Yüz dokuz frank demiştiniz, değil mi?"
"Ve on beş metelik," diye ilave etti adam.
"Yüz dokuz frank on beş metelik. Ne kadar zamanda kazandınız bunu?"
"On dokuz yılda."
"On dokuz yıl!"
Piskopos derin derin içini çekti.
Adam devam etti: "Param olduğu gibi duruyor. Dört günden beri ancak yirmi beş metelik harcadım. Bunu da Grasse'da, arabaların bo-
-146-
saltılnıasına yardım ederek kazanmıştım... Rahip olduğunuza göre, size söyleyeyim, hapisha-necle bizim bir papazımız vardı. Sonra bir gün bir piskopos gördüm... Monsenyör diyorlardı. Marsilya'da, Majöre
Piskoposuydu. Bilirsiniz, papazların üstünde bir papaz. Bağışlayın, kötü şeyler söylüyorum, ama bunlar bana o kadar uzak şeyler ki! -Anlıyorsunuz ya biz ötekiler!-Hapishanenin ortasında, bir mihrabın üstünde ayini yönetti, başında altından sivri bir şey vardı. Güneyin parlak güneşinde pırıl pırıl parlıyordu... Üç taraflı sıra olmuştuk, karşımızda, üzerimize çevrili fitili ateşlenmiş toplar duruyordu. İyice göremiyorduk. O konuştu, ama çok arkalarda olduğundan duyamıyorduk. İşte' piskopos denilen insan budur."
Adam konuşurken, piskopos gidip ardına kadar açık kalan kapıyı kapattı.
Madam Magloire içeri girdi. Getirdiği sofra takımını masanın üzerine koydu.
Piskopos, "Madam Magloire, o takımı mümkün olduğu kadar ateşe yakın koyun," dedi. Ve konuğuna dönerek: "Alpler'de gece rüzgârı sert olur, üşümüş olmalısınız değil mi mösyö?" dedi.
Yumuşak, ağırbaşlı ve son derece dostça konuşan piskoposun 'mösyö' kelimesini her söyleyişinde adamın yüzü işiyordu. Bir forsaya 'mösyö' denmesi, Meduse* kazazedelerine bir bardak su verilmesi gibi bir şeydi. Şerefsizlik ve onursuzluk saygınlığa susamıştır.
Piskopos yine, "Bu lamba iyi aydınlatmıyor," dedi.
* 1816 Temmuzu'nda Meduse isimli gemi Batı Afrika açıklarında batmış, 149 kişi salda 12 gün aç susuz kalmıştı.
-147-
Madam Magloire, ne demek istediğini anladı ve gidip monsenyörün yatak odasındaki şöminenin üstünde duran iki gümüş şamdanı aldı ve yakılmış olarak masaya koydu. Adam tekrar konuştu: "Papaz efendi, iyi bir insansınız, beni kü-çümsemiyorsunuz. Beni evinize alıyor, mumlarınızı benim için yakıyorsunuz. Oysa ben nereden geldiğimi, nasıl bahtsız bir adam olduğumu sizden saklamamıştım."
Piskopos onun yanma oturdu, yavaşça eline dokundu. "Kim olduğunuzu bana söy-lemeyebilirsiniz. Burası benim evim değil, İsa'nın evi. Bu kapı, içeri girene bir adı olup olmadığını sormaz, bir acısı olup olmadığını sorar. Siz acı çekiyorsunuz, açsınız, susuzsunuz, öyleyse hoş geldiniz. Bana teşekkür etmeyiniz, sizi evime kabul ettiğimi söylemeyiniz. Sığınacak bir yere muhtaç olanlar dışında, kimse burada, kendi evinde değildir. Bunu gelip geçici biri olan size söylüyorum, siz burada benden çok, kendi evinizde sayılırsınız. Burada olan her şey sizindir. Sizin adınızı bilmeme ne gerek var? Zaten siz onu bana söylemeden önce de ben sizin bir adınızı biliyordum."
Adamın gözleri şaşkınlıkla açıldı: "Sahi mi? Adımı biliyor muydunuz?" "Evet," diye cevap verdi piskopos, "adınız, kardeşim'dir." Adam haykırdı:
"Bakın papaz efendi! Buraya girdiğimde çok açtım, siz o kadar iyisiniz ki, şimdi aç mıyım, değil miyim bilemiyorum, artık geçti."
-148-
Piskopos ona bakarak, "Çok acı çektiniz değil mi?" dedi.
"Oo! Sırtında kırmızı kazak, ayağında gülle, üstünde uyuyasın diye bir tahta parçası, sıcak, soğuk, sürekli iş, bütün o kürek mahkûmları, sopa, bir hiç yüzünden takılan çifte zincirler, bir tek kelime için hücre, hasta yatağında bile zincir. Köpekler, evet köpekler bile daha mutludur! Tam on dokuz yıl! Kırk altı yaşındayım. Şimdi de elimde san kimlik kâğıdı. İşte böyle..."
"Evet," dedi piskopos, "acı ve çile çekilen bir yerden çıkıyorsunuz. Bakın, dinleyin. Pişmanlık getirmiş bir günahkârın gözyaşlanyla ıslanmış yüzü, Tann katında yüz doğru adamın beyaz elbisesinden daha çok sevinç uyandınr. Eğer o acılı yerden insanlara karşı kin ve öfke dolu düşüncelerle çıkarsanız, merhamete layıksınız, ama hayırseverlik, şefkat ve huzur dolu düşüncelerle çıkarsanız, bizlerin her birimizden daha değerli bir insansınız demektir."
Bu sırada Madam Magloire yemeği getirmişti; su, zeytinyağı, ekmek ve tuzla yapılmış bir çorba, biraz domuz yağı, bir parça koyun eti, incir, taze peynir ve bir de kocaman çavdar ekmeği. Kadın piskoposun her zamanki yemeğine kendiliğinden bir şişe de eski Mau-ves şarabı eklemişti.
Piskoposun yüzü birden konuksever yaradılışlı kimselere özgü bir neşe ifadesine büründü. Büyük bir istekle, "Haydi sofraya!" dedi. Yemekte bir yabancı olduğu zamanlar yapmak âdetinde olduğu gibi, adamı sağ tarafına
-149-
oturttu. Matmazel Baptistine sakin ve doğal bir davranışla piskoposun solunda yer aldı.
Piskopos, takdis duasını okuduktan sonra, yine âdeti olduğu üzere çorbayı kendi eliyle dağıttı. Adam hırsla yemeye başladı.
Piskopos birdenbire, "Bana bu masada eksik bir şey var gibi geliyor," dedi.
Gerçekten de Madam Magloire masaya gerekli sayıda, yani üç takım koymuştu. Oysa evdeki âdete göre piskoposun yemekte misafiri olduğunda masaya altı gümüş takım birden konurdu. Masumca bir gösteriş.
Yoksulluğu soyluluk mertebesine çıkaran bu sıkı kurallara bağlı huzurlu evde, bu hoş lüks özentisi son derece sevimli, çocukça bir davranıştı adeta.
Madam Magloire uyarıyı anladı, bir kelime bile söylemeden dışarı çıktı. Biraz sonra piskoposun yokluğundan yakındığı masa örtüsünün üstünde parlayan üç takımı, yemekteki üç kişiden her birinin tam karşısına gelecek şekilde koymuştu.
4. Pontarlier Peynirhaneleri Üzerine Bilgiler
Şimdi bu sofrada neler geçtiğine dair bir fikir verebilmek için yapabileceğimiz en iyi şey, Matmazel Baptistine'in Madam Boisc-hevron'a yazdığı bir mektubun, forsa ile piskopos arasındaki konuşmaları büyük bir saflık ve dakiklikle anlatan bir bölümünü buraya aynen almaktır:
"...Bu adam kimseye aldırış etmiyor, görül-
-150-
bir oburlukla yemek yiyordu. Ne var ki, yemekten sonra şöyle dedi:
'İyi Tann'nın papazı efendi, bütün bunlar benim için fazlasıyla iyi, ama şunu söylemeliyim ki, kendileriyle yemek yememe izin vermeyen yük arabacılarının sofrası bile sizinkinden daha zengin.'
Söz aramızda, bu gözlem beni biraz şaşırtıp sarstı. Ağabeyim şu cevabı verdi:
'Onlar benden daha çok yoruluyorlar.'
'Hayır,' dedi adam, 'onların paralan daha çok. Siz yoksulsunuz. Belki de papaz bile değilsiniz. Yalnızca papaz mısınız? Ahi Eğer Tanrı adil olsaydı, sizin mutlaka papaz olmanız gerekirdi.'
Ağabeyim, 'Tanrı adil olmaktan da üstündür, ' dedi.
Bir an durduktan sonra ekledi:
'Mösyö Jean Valjean, Pontarlier'ye gidiyorsunuz değil mi?'
'Oraya gitmek zorundayım.'
Sanırım adam aynen böyle söyledi. Sonra da şöyle devam etti:
'Yarın, gün doğarken yola çıkmam gerekiyor. Yolculuk zor oluyor. Geceler soğuk, gün-düzlerse sıcak.'
'İyi bir yere gidiyorsunuz,' dedi ağabeyim, 'Devrimde ailem mahvolmuştu, ben de önce Pranche-Comte'ye sığındım, orada bir süre elimin emeğiyle yaşadım. İyiniyet sahibiyim. Kendime iş buldum. Yalnızca bir seçme yapmak gerekiyor: Kağıthaneler, derihaneler, tasfiyehaneler, yağhaneler, büyük saat imalathaneleri, bakır imalathaneleri, yaklaşık yirmi de-
-151-
mir fabrikası var. Bunlardan dördü Lods'daki, Châtülon'daki, Audincourt'daki ve Beure'deki çok büyük fabrikalardan...'
Yanilmadım sanırım, kardeşimin saydığı isimler bunlardı. Sonra sözünü kesip bana döndü:
'Sevgili kardeşim, orada bizim akrabalarımız yok mu?' diye sordu.
'Vardı,' diye cevap verdim, 'Örneğin Mösyö de Lucenet. Eski rejimde Pontarüer'de kapı komutanıydı. '
'Evet,' dedi ağabeyim, 'ama 93'te ailemiz kalmamıştı, sadece ellerimiz, kollarımız vardı. Ben çalıştım. Mösyö Vafjean, gittiğiniz Pontarli-er denilen yerde tamamen ataerkil bir sanayii vardır; ataerkil ve pek cana yalan, bir sanayii Orada yaşayan halkın peynirhaneleridir bunlar. Bu peynirhanelere onlar, yemişlik derler.'
Böylece ağabeyim, adamın hem karnını doyurup, hem de oldukça ayrıntılı bir şekilde Pontarlier yemişliklerinin nasıl olduğunu açıkladı. Efendim, bunlar iki çeşit olurmuş; zenginlere ait olanlara büyük ambarlar denirmiş. Buralarda kırk, elli inek bulunur, her yaz yedi sekiz bin tekerlek peynir imal edilirmiş. Bir de ortaklık yemişlikleri varmış ki, onlar yoksulların yemişlikleriymiş. Orta dağlık bölgesinin köylüleri ineklerini ortaklığa koyar, ürünü aralarında pay ederlermiş. Bunlar, parayla bir peynirci tutarlar, adına da peynir kâhyası denirmiş. Bu peynir kâhyası ortaklardan günde üç defa süt toplar ve miktarlarını iki nüshaya birden not edermiş. Peynir imalathaneleri nisan sonuna doğru faaliyete geçermiş. Haziran orta-
-152-
larına doğru da peynirciler ineklerini yaylaya çıkarırlarmış.
Adam yedikçe canlanıyor, ağabeyim de ona, o güzel Mauves şarabından içiriyordu. Oysa kendisi pahalı olduğu için bu şaraptan içmez. Ağabeyim bütün bu ayrıntıları, sizin de bildiğiniz o doğal neşesiyle çok beğendiğim bir tavırla araya başka sözler katarak anlatıyordu. Sözü sık sık iyi bir meslek olan peynir kâhyalığına getirdi. Bu mesleğin ona iyi bir barınak olduğunu, doğrudan ve hiçbir şekilde öneride bulunmadan adamın kendiliğinden ahlamasını istiyor gibiydi. Gözüme bir şey çarptı: Bu adamın nasû biri olduğunu size anlattım. Oysa, ağabeyim ne yemekte ne de gece boyunca, içeri ilk girişinde İsa hakkında söylediği birkaç sözden başka, bu adama nasıl bir insan olduğunu hatırlatacak tek bir kelime bile söylemediği gibi, kendisinin kim olduğunu ona anlatacak bir söz de söylemedi. Görünüşe bakılırsa, bu ziyaretten bir iz kalmasını sağlamak için biraz vaaz vermenin ve kürek mahkûmu üzerinde piskoposluğun ağırlığını kullanmanın tam sırasıydı. Bir başkası olsa, zavallı elinin altında olduğuna göre belki bu fırsatı kaçırmak istemez ve bunu, onun bedeniyle birlikte ruhunu da beslemek, ahlak dersleri ve öğütlerle ya da biraz merhamet ve gelecekte daha iyi biri olması için değişik bazı sitemlerde bulunmak için kullanırdı. Ağabeyimse ne onun hangi şehirden olduğunu ne de hayat hikâyesini sordu. Çünkü hayat hikâyesinin içinde onun işlediği suç da vardı ve ağabeyim ona, bunu hatırlatabilecek her türlü şeyden
-153-
kaçınır görünüyordu. O kadar ki, gökyüzüne yakın oturan ve huzurlu bir işleri olan Pontar-lier dağlılarından söz ederken, ağabeyim bir ara, masum insanlar oldukları için mutludurlar, diye ekleyecek oldu ve hemen durdu, çünkü ağzından kaçan bu sözlerde adamı incitebilecek bir şey olmasından korkmuştu. Epey bir düşündükten sonra, onun yüreğinden geçenleri anladığımı sanıyorum. Hiç şüphesiz ağabeyimin yapmak
istediği, Jean Valjean adındaki bu adamın sefil durumunu bir an bile aklından çıkaramadığını, bunun için yapılacak en iyi şeyin onu oyalamak, hiç değilse geçici bir zaman için başkalarından farklı bir insan olmadığına, kendi gözünde herkes gibi bir insan olduğuna onu inandırmaktı. Hayırseverliğin, insan sevgisinin en iyi anlaşılma yolu da bu değil midir? Vaazdan, ahlak dersinden kaçınan bu incelik, gerçekten de İncil'e yaraşır tavır değil midir hanımefendi? Ve eğer bir insanın kanayan bir yarası varsa, en iyi merhamet o insanın bu yarasına hiç dokunmamak değil midir? Bana öyle geliyor ki, ağabeyimin içten içe düşündüğü işte buydu. Diyebilirim ki, kafasındaki fikirler bunlar idiyse, bunları hiç mi hiç belli etmedi, hatta benim için bile o, baştan sona kadar, her akşamki insandı. M. Ge-deon Le Prevost ile ya da kilisenin vekiliyle nasıl yemek yerse, Jean Valjean'la da aynı havada aynı tarzda yemek yedi.
Yemeğin sonuna doğru, incir yemeye başladığımız sırada kapı çalındı. Gelen, kucağında çocuğu ile Gerbaud anaydı. Ağabeyim çocuğu alnından öptü ve üstündeki on beş meteliği
-154-
ödünç olarak Gerbaud anaya verdi. Adamın o sırada olup bitenlere dikkat ettiği yoktu. Artık konuşmaz olmuştu ve çok yorgun görünüyordu. Yoksul Madam Gerbaud gittikten sonra, ağabeyim şükran duasını okudu ve arkasından adama dönerek, 'Uykuya ihtiyacınız olmalı, ' dedi. Madam Magloire sofrayı çabucak topladı. Yolcunun yatabilmesi için bizim çekilmemiz gerektiğini anladım, ikimiz de yukarıya çıkak. Ama az sonra, odamdaki kara orman karacası postunu adamın yatağının üstüne sermesi için Madam Magloire'u geri gönderdi. Geceleri buz gibi soğuk olduğu için bu post sıcak tutar. Ne yazık ki, o eski bir post, bütün tüyleri dökülüyor. Ağabeyim onu, Almanya'da Tuna Nehri'nin yakınlarındaki Tottlingen'dey-ken sofrada kullandığım fildişi saplı küçük bıçakla birlikte satın almışti.
Madam Magloire hemen dönüp yukarı geldi, çamaşırları kurutmak için astığımız salonda oturup Tanrı'ya dua ettik ve hiçbir şey konuşmadan odalarımıza girdik."
5. Sükûnet
Monsenyör Bienvenu, kız kardeşine iyi geceler diledikten sonra, masanın üstünde duran iki gümüş şamdandan birini aldı, öbürünü konuğuna verdi ve "Sizi odanıza götüre-yim mösyö," dedi.
Adam onu takip etti.
Daha önce söylediklerimizden de anlaşılacağı gibi, evin düzenlenmesi, yatak bölmesinin bulunduğu ibadethaneye gitmek ya da buradan çıkmak için mutlaka piskoposun
-155-
yatak odasından geçmeyi gerektirecek şekilde yapılmıştı.
Adam bu odadan geçerken, Madam Mag-loire, piskoposun karyolasının başucundaki dolaba gümüş takımları kapatmakla meşguldü. Onun her akşam yatmaya gitmeden önce aldığı son önlemdi bu.
Piskopos konuğunu yatak odasında bembeyaz, tertemiz bir yatağın başında bıraktı. Şamdanı küçük bir masanın üstüne koydu.
"Haydi bakalım." dedi, "iyi bir gece geçirmenizi dilerim. Yarın sabah, yola çıkmadan önce ineklerimizin sütünden sıcak sıcak bir bardak içersiniz."
Adam, 'Teşekkürler rahip efendi," dedi. Bu sözleri sakin bir tavırla henüz söylemişti ki, birdenbire bu söyleyiş tarzına hiç uymayan garip bir davranışta bulundu; öyle ki, iki kutsal kadın onu görselerdi korkudan donakalırlardı.
Bugün bile, o an onu bu davranışa iten şeyin ne olduğunu anlamak bizim için zordur. Uyanda mı bulunmak istiyordu, yoksa tehdit mi savuruyordu. Acaba sadece içgüdüsünden gelen ve kendisi için bile karanlık olan bir itilişe mi uyuyordu? Birden ihtiyara doğru döndü, kollarını çaprazlama kavuşturdu ve ev sahibini vahşi bir bakışla süzerek, soğuk bir sesle bağırdı:
"Ya! Demek öyle! Beni böyle evinizde, mümkün olduğu kadar kendinize yakın ağırlıyorsunuz."
Sustu ve içinde canavarca bir şeyler olan bir gülüşle ekledi: "İyice düşündünüz mü?
-156-
Benim katil olmadığımı ne biliyorsunuz?" piskopos cevap verdi: "Bu, Tanrı'yi ilgilendirir." Sonra ciddi bir tavırla, dua eden ya da kendi kendine konuşan biri gibi dudaklarını kımıldatarak, sağ elinin iki parmağını kaldırdı ve eğilmeden, öylece dimdik duran adamı takdis ettikten sonra başını çevirip arkasına bakmadan kendi odasına girdi.
Yatakta birisi yattığı zaman ibadethanenin bir başından öbür başına çekilen bir şayak perde, mihrabı örtüyordu. Piskopos perdenin önünden geçerken diz çöküp, kısa bir dua okudu.
Biraz sonra bahçesindeydi. Yürüyor, hayallere dalıyor, etrafı seyrediyordu. Kendisini, bütün ruhu ve bütün düşüncesiyle Tann'nın geceleri açık duran gözlere gösterdiği o esrarlı büyük şeylere vermişti.
Adama gelince, gerçekten öylesine yorgundu ki, bembeyaz temiz çarşafların zevkine varmayı bile düşünemedi. Forsaların yaptıkları gibi, mumu burnuyla üfleyerek söndürdü ve hiç soyunmadan kendisini karyolanın üstüne attı; ardından derin bir uykuya daldı.
Piskopos bahçeden odasına döndüğünde saat on ikiyi çalıyordu.
Küçük evde birkaç dakika sonra herkes uyuyordu.
6. Jean Valjean
Gece yarısına doğru Jean Valjean uyandı.
Jean Valjean, Brie'de oturan yoksul, köylü bir ailedendi. Çocukluğunda okuma yazma öğrenmemişti. Ergenlik çağına geldiğinde Fave-
-157-
rolles'de ağaç budayıcılığı yapıyordu. Annesinin adı Jeanne Mathieu'du. Babasının adıysa Jean Valjean ya da Vlajean'dı. Bu Vlajean'ın, Voilâ Jean'ın birleştirilip kısaltılmasından oluşan bir lakap olması muhtemeldir.
Jean Valjean, aklı başında, düşünmeyi bilen biriydi; ama kederli biri değildi; bu da, heyecanlı duygusal kişilerin karakteridir. Ama bütünüyle ele alındığında, hiç değilse görünüşte oldukça uyuşuk, oldukça silik bir insandı. Babasını ve annesini çok küçük yaştayken kaybetmişti. Anası, iyi tedavi edilemediği için süt hummasından, kendisi gibi ağaç budayıcısı olan babası ise ağaçtan düşerek ölmüş, Jean Valjean'a kala kala dul bir abla ile kızlı erkekli yedi çocuğu kalmıştı. Jean Valjean'ı ablası yetiştirmiş, kocası sağ olduğu sürece genç kardeşini evinde barındırıp beslemişti. Koca öldü. Yedi çocuğun en büyüğü sekiz, en küçüğü bir yaşındaydı. Jean Valjean ise yirmi beşine yeni basmıştı. Ölen babanın yerini aldı ve kendisini yetiştirmiş olan ablasına bu defa o bakmaya başladı. Jean Valjean bu işi sade bir şekilde, bir görev olarak ve hatta biraz kabaca yapıyordu. Gençliği böylelikle zorlukla, az para getiren bir işte harcanıp gidiyordu. Bir 'yavuklusu' olduğu hiç görülmemişti. Âşık olacak zamanı yoktu.
Akşamlan yorgun argın eve döner, çorbasını içip bir kelime bile konuşmazdı. Ablası Jeanne Ana, o yemek yerken yemeğinin en iyi kısmını et parçasını, domuz yağı dilimini, lahananın göbeğini kardeşinin çanağından alır,
-158-
cocuklanndan birine verirdi. O ise daima sofranın üstüne eğilmiş, başı neredeyse çorbasına girecekmiş gibi ve saçları çorba tasının etrafına dökülmüş, gözlerini örtmüş olarak yemek yediğinden, hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi görünür, hiç ses çıkarmazdı. Fave-rolles'da, Valjean'lann kulübesinin yakınlarında sokağın karşı yanında Marie-Claude adında çiftçi bir kadın oturuyordu. Valjean ailesinin, karınlan sürekli aç olan çocuklan bazen Marie-Claude'a gidip analan adına ondan bir bakraç süt alırlar, sonra bunu bir çit gerisinde ya da bir sokak köşesinde bakracı birbirlerinin elinden kapmaya çalışarak içerlerdi. Bu işi o kadar telaşla yaparlardı ki, sütün yansı küçük kızlann ağızlarına giderse yansı da önlüklerine dökülürdü. Bu hırsızlığı bilse, anneleri mutlaka suçlulan sert bir şekilde cezalandınrdı. Ama Jean Valjean, ananın haberi olmadan, kaba bir tavırla söylene söylene bütün parasını Marie-Claude'a öder, çocuklar da ceza almaktan kurtulurlardı.
Budama mevsiminde günde on sekiz metelik kazanır, sonra da orakçı, çiftçi, sığırtmaç, hamal olarak çalışır, yapabildiği her işi yapardı. Gerçi ablası da çalışıyordu, ama yedi çocukla ne yapılabilirdi? Sefaletin avucuna alıp yavaş yavaş ezdiği hazin bir topluluktular. Derken zor bir kış oldu. Jean işsiz kaldı. Ailenin ekmeği yoktu. Ekmeksizlik! Tam anlamıyla. Ve yedi çocuk!
Bir pazar akşamı, Faverolles'de kilise meydanındaki ekmekçi Maubert İsabeau tam vatmaya hazırlanıyordu ki, dükkânının demir
-159-
parmaklıklı vitrin camında şiddetli bir darbe sesi duydu. Koşup geldiğinde, demir parmaklıktan içeri cama indirilen bir yumrukla açılmış bir delikten geçmiş bir kol gördü. Kol, bir ekmeği kapmış götürüyordu. İsabeau telaşla dışarı fırladı, hırsız tabana kuvvet kaçıyordu. İsabeau da peşinden koştu ve onu yakaladı... Hırsız ekmeği almıştı, ama kolu hâlâ kanıyordu. Bu, Jean Valjean'dı.
Olay 1795'te oluyordu. Jean Valjean, 'Bir haneye geceleyin zorla tecavüz ve hırsızlık' suçundan devrin mahkemesinin huzuruna çıkarıldı. En iyi nişancılardan bile daha iyi kullandığı bir tüfeği vardı; kaçak avlanırdı. Bu da onun aleyhine oldu. Kaçak avcılara karşı haklı olarak peşin bir hüküm vardır. Kaçak avcı da kaçakçı gibi, eşkıyaya oldukça yakın sayılır. Ama sırası gelmişken söyleyelim, bu tür adamlarla şehirlerdeki iğrenç katiller arasında uçurumlar kadar fark vardır. Kaçak avcı ormanda, kaçakçı dağda ya da denizde yaşar. Şehirler ise gaddar insanlar yetiştirir, insanların düzenini allak bullak eder. Dağ, deniz ve orman, insanları vahşileştirir; insanlardan soyutlar, ama bunu yaparken, çoğu zaman insanlığı yok etmez.
Jean Valjean suçlu bulundu. Yasanın hükümleri açık ve kesindi. Uygarlığımızın korkunç saatleri vardır. Bunlar, cezanın bir insanın mahvolmasını ilan ettiği anlardır. Toplumun, düşünen bir varlıktan uzaklaştığı ve onu çaresiz bir yalnızlığa terk ettiği o dakika, ne uğursuz bir dakikadır! Jean Valjean beş yıl küreğe mahkûm edildi.
-160-
22 Nisan 1796 günü, Paris'te İtalya ordusu başkomutanı tarafından Montenotte'da kazanılan zafer ilan edilir; Drectoire'ın, Beş-yüzler Meclisi'ne hitaben yıl IV, floreal 2 tarihli mesajında bu başkomutanına Buona-Parte adı verilirken, aynı gün Bicetre hapishanesinde bir mahkûma büyük bir zincir takılıyordu. Bugün yaklaşık doksan yaşında olan eski bir hapishane kapıcısı, hâlâ avlunun kuzey köşesindeki dördüncü sıranın ucuna zincirlenen bu zavallıyı çok iyi hatırlamaktadır. Bütün ötekiler gibi, o da toprağın üstüne oturmuştu. ' Görünüşe göre içinde olduğu durumun farkında bile değildi, ancak berbat olduğunu biliyordu. Belki de her şeyin cahili olan bu zavallı, bir insanın kafasından geçen fikirler arasında, bu işte aşırıya kaçan bir şey olduğunu sezinliyordu. Boynuna taktıkları halkanın perçin çivisini başının gerisinde sert çekiç darbeleriyle
çakarlarken öylesine ağlıyordu ki, gözyaşları onu boğuyor, konuşmasını engelliyor; sadece ara sıra "Faverolles'de ağaç budayıcısıyım," diyebiliyor ve sonra da hıçkırıklar arasında sağ elini kaldırıp, kademe kademe yedi defada aşağı indiriyor, sanki farklı boyda yedi başa sırayla dokunur gibi yapıyordu. Bu hareketinden, yaptığı iş neyse, onu, yedi küçük çocuğu giydirmek ve beslemek için yaptığı yorumu çıkıyordu.
Toulon'a doğru yola çıkarıldı. Bir araba üstünde, boynunda zincir, yirmi yedi günlük bir yolculuktan sonra oraya vardı. Toulon'da sırtına kırmızı kazak giydirdiler. Bütün önceki hayatı, adına varıncaya kadar her şey si-
-161-
lindi. Artık Jean Valjean bile değildi; 24601 numaraydı. Acaba ablası ne oldu? Yedi çocuk ne oldular? Onlarla kim ilgilenir? Testereyle kökünden kesilen körpe ağacın bir avuç yaprağı ne haldeydi?
Hep aynı hikâyedir. O zavallı canlılar, Tann'nm o yaratıkları, artık dayanaksız, yol göstericisiz, barınaksız gelişigüzel dağılıp gittiler. Kim bilir? Belki her biri başka bir yana gitti ve münzevi kaderlerin içine gömüldüğü o soğuk sise yavaş yavaş daldılar, insanlığın zahmetli, eziyetli yürüyüşünde talihsiz başların birbiri ardından, içinde kayboldukları hazin karanlıklara indiler. Yaşadıktan yerlerden ayrıldılar. Evvelce yaşadıkları köyün çan kulesi onları unuttu; bir vakitler işledikleri tarlanın sınır taşı onları unuttu, birkaç yıl kürek mahkûmluğundan sonra Jean Valjean da onları unuttu. Bu yaralı yürekte açılmış olan yara kapandı, sadece izi kaldı. İşte hepsi bu. Toulon'da geçirdiği süre içinde ablasından söz edildiğini belki yalnız bir defa duydu. Sanırım mahkûmiyetinin dördüncü yılı sonlarıydı. Hangi yoldan olduğunu şimdi hatırlamıyorum, ziyarete bir kadın geldi. Onları tanıyanlardan biri, ablasını görmüştü. Paris'teydi, Saint Sulpice yakınlarında yoksul bir sokakta, Gindre Sokağı'nda oturuyordu. Yanında sadece bir çocuk, son çocuğu olan küçük bir oğlan vardı. Öbür altı çocuk neredeydi? Belki ablası da bilmiyordu. Her sabah, Sabot Sokağı 3 numarada bulunan bir basımevine gidiyor, burada işçi olarak çalışıyordu. Sabahın altısında, kışın gün doğ-
-162-
madan çok önce işe başlaması gerekiyordu. Basımevinin bulunduğu binada bir de okul vardı, yedi yaşında olan küçük oğlanı bu okula vermişti. Ne var ki, ablası basımevine saat altıda geldiğine, okulsa ancak saat yedide açıldığına göre, çocuğun bir saat süreyle avluda okulun açılmasını beklemesi gerekiyordu. Kış mevsimi ve gece, bir saat açık hava! Çocuğun basımevine girmesini istemiyorlar, çalışanları rahatsız ettiğini söylüyorlardı. Sabahleyin oradan geçen işçiler yavrucağızı kaldırıma oturmuş, oturduğu yerde uyuklar bir halde ve çoğu zaman da karanlıkta sepetinin üzerine kıvrılıp büzülmüş olarak uyurken görüyorlardı. Yağmurlu havalarda ihtiyar kapıcı kadın ona acıyıp kulübesine alıyordu. Kulübede bir kerevet, bir çıkrık ve iki tahta sandalyeden başka bir şey yoktu ve küçük çocuk orada bir köşede, daha az üşümek için kediye sarılarak uyuyordu. Saat yedide okul açılıyor, o da içeri giriyordu. İşte, Jean Valjean'a bunları anlatmışlardı.
Ona bunları anlattıkları gün, sanki bir an bir şimşek çakmış, yürekten sevmiş olduğu bu aziz varlıkların kaderi üzerine birden bir pencere açılır gibi olmuştu, sonra her şey yine kapanıp karardı. Artık bir daha onlardan söz edildiğini hiç işitmedi. Onlardan artık hiçbir haber gelmedi. Onları hiçbir zaman görmedi, onlara asla rastlamadı. Bu nedenle, bu acıklı hikâyenin devamı boyunca bir daha onlarla karşılaşılmayacaktır.
Dördüncü yılın sonlarına doğru bu bahtsız yerde âdet olduğu üzere, Jean Valjean'ın
-163-
firar etme zamanı geldi. Arkadaşları yardım ettiler. Kaçtı. İki gün özgür olarak kırlarda dolaştı durdu. Eğer kovalanmak, her an başını çevirip arkasına bakmak, en ufak gürültüden ürkmek, her şeyden; bacası tüten damdan, geçen adamdan, havlayan köpekten, dörtnala koşan attan, çalan saatten, göz gördüğü için günden, göz görmez olduğu için geceden, yoldan, patikadan, çalılıktan, uykudan korkmak özgür olmaksa, o özgürdü. İkinci günü akşamı yakalandı. Otuz altı saatten beri ne yemek yemiş ne de uyumuştu. Mahkeme bu suçundan ötürü cezasına üç yıl ekledi. Böylece mahkûmiyet süresi sekiz yıla çıktı. Altıncı yılda yine firar etme sırası geldi. Sırasını kullandı, ama kaçışı tam olarak gerçekleştiremedi; yoklamayı kaçırmıştı. Top attılar. Gece devriye kuvvetleri onu inşa halindeki bir geminin omurgasının altına saklanmış buldular. Kendisini yakalayan muhafızlara karşı koydu. Firar ve isyan. Özel yasada yeri olan bu olayla, mahkûmiyetinin iki yılı çift zincirli olmak üzere beş yıl daha uzatıldı: Etti on üç yıl. Onuncu yılda yine sırası geldi. Sırasını yine kullandı. Bir öncekinden daha başarılı olamadı. Bu yeni girişim için de üç yıl verildi: Etti on altı yıl. Nihayet, sanırım on üçüncü yılda son bir defa daha kaçmayı denedi. Bu sefer de ancak dört saatlik bir kurtuluştan sonra yakayı ele verecek kadar başarılı oldu. Bu dört saatin bedeli üç yıldı: Etti on dokuz yıl. 1815 Ekimi'nde serbest bırakıldı. Çıktığı yere, 1796 yılında cam kırıp, bir ekmek aldığı için girmişti.
-164-
I
Burada kısa bir parantez açmanın tam zamanı. Bu kitabın yazan, ceza hukuku sorunlarına ve bir insanın kanunla lanetlenmesi üzerine yaptığı incelemelerde, bir ekmek için yapılan hırsızlığın bir insanın kaderinde felaketin başlangıcı dernek olan böyle bir olaya ikinci defadır ki rastlamaktadır. Claude Gueux adında biri bir ekmek çalmıştı; Jean Valjean da bir ekmek çalmıştır. Bir İngiliz istatistiği Londra'da beş hırsızlıktan dördünün doğrudan doğruya açlık nedenine dayandığını göstermektedir.
Jean Valjean hapse hıçkırarak, titreyerek girdi. Oradan duygusuz bir insan olarak çıktı. Hapse girerken umutsuzdu, ruhu kararmış olarak çıktı.
Acaba bu ruhta neler olmuştu?
7. Umutsuzluğun Derinlikleri
Anlatmaya çalışalım:
Toplumun bu gibi şeylere yakından bakması gerekir, çünkü bunları yapan odur.
Dediğimiz gibi o cahil bir adamdı, ama aptal da değildi. İçinde doğanın ışığı yakılmıştı. Felaketin de bir aydınlığı vardır. Bu zihinde bulunan birazcık ışığı o daha da artırdı. Sopa elinde, zincirde, hücrede, yorgunluktan küreğin kızgın güneşinde, forsaların tahta yatağında, kendi vicdanı üzerine kıvrılıp derin derin düşündü.
Kendi içinde mahkeme kurdu.
İşe kendi kendini yargılamakla başladı.
Kendisinin haksız yere mahkûm edilmiş bir masum olmadığım kabul etti. Çok aşın,
-165-
kınanması gereken bir davranışta bulunduğunu kendi kendine itiraf etti. Rica etseydi, belki o ekmeği kendisine vermemezlik etmeyeceklerdi. Sonuçta, acımalarını beklemiş olsa bile daha iyi etmiş olurdu. Gerçi, 'aç olunca beklenebilir mi,' demek de büsbütün karşılıksız kalabilecek bir soru değildi. Önce kelimenin tam anlamıyla açlıktan ölmek çok ender rastlanan bir şeydir. Sonra ne yazık ki ya da ne iyi ki, insan ölmeden önce, uzun süre manevi ve maddi çok acı çekebilecek yaradılıştadır. Öyleyse sabır göstermesi gerekirdi. Aynca böyle olması o zavallı küçük çocuklar için de iyi olurdu. Bunun yerine, şiddet kullanarak atılıp bütün toplumun birden yakasına yapışmak, hırsızlıkla sefaletten kurtulu-nabileceğini düşünmek, çelimsiz, kaderi kötü olan biri için çılgınca bir işti. Herhalde, şerefsizliğe açılan kapı, sefaletten çıkmak için kötü bir kapı olmalıydı. Kısacası, hata etmişti. Sonra kendi kendine sordu: Yaşadığı bu sonu kötü biten hikâyede kusurlu olan bir tek kendisi miydi? Önce işçi olduğu halde işsiz kalması, çalışkan olduğu halde ekmek bulamaması acıklı bir durum değil miydi? Ayrıca, suç işlenmiş ve itiraf edilmiş olsa bile, ona verilen ceza gaddarca ve aşırı değil miydi? Kanunun bu cezayı vermekle yaptığı kötülük, suçlunun o suçu işlemekle yaptığı kötülükten daha büyük değil miydi? Terazinin kefelerinden biri; cezanın bulunduğu kefe daha ağır basmıyor muydu? Sonuçta bu, durumu tersine çevirmez miydi? Suçlunun yaptığı hatanın yerine, suçu bas-
-166-
tırrnanın hatası koyulmuyor muydu? Bu durum, suçluyu boynu bükük, borçluyu alacaklı yapmaz mıydı? Hakkı, hakka tecavüz edenin tarafına geçirmiş olmaz mıydı? Kaçma girişimlerinden ötürü art arda artırılarak büsbütün ağırlaştınlan bu ceza, sonuçta güçlü olanın güçsüz olana karşı bir tür suikastı, toplumun bireye karşı işlediği bir suç, hem de her gün yeniden başlayan ve on dokuz yıl süren bir suç olmuyor muydu?
Yine kendi kendine sordu:
Toplumun, kendi üyelerine, bir halde kendi akılsızca basiretsizliğinin, bir diğer halde de merhametsizce basiretliliğinin acısını çektirmeye ve zavallı bir kişiyi bir yoklukla, bir bolluk; yani iş yokluğu ile ceza bolluğu arasında ömür boyu kıskaca almaya hakkı var mıydı?
Toplumun, rastlantıların eliyle servetlerin bölüştürülmesinde en kötü payı almış olan ve bu yüzden korunmaya en çok layık bulunan üyelerine, özellikle bunlara, bu şekilde -davranması dayanılmaz bir şey değil miydi?
Bütün bu sorulan kendine sordu, cevabını verdi ve toplumu yargılayarak mahkûm etti.
Toplumu kin ve nefretine mahkûm etti.
Yazgısından onu sorumlu tuttu ve bir gün her hal ve durumda bunun hesabını ondan sormakta tereddüt etmeyeceğine dair kendi kendine söz verdi. Sebep olduğu zararla kendisine verilen zarar arasında bir denge olmadığına inandı. Ve sonuçta, çektiği cezanın gerçekte bir haksızlık olmamakla birlikte, mutlaka bir adaletsizlik olduğu sonucuna vardı.
-167-
Öfke çılgınca ve saçma olabilir; yanlışlıkla sinirlenebiliriz, ama insan kendini herhangi bir yönden haklı bulduğu zaman da öfke duyar. Jean Valjean öfke duyuyordu.
Ve ayrıca, toplum ona kötülük yapmıştı. Adalet adını verdiği ve yalnızca vurduklanna gösterdiği o öfkeli yüzünü, yalnızca bunu, daima göstermişti. İnsanlar ona ancak, canını yakmak için dokunmuşlardı. Onlar tarafından yapılan her temas onun için bir darbe olmuştu. Çocukluğundan, anasından, ablasından bu yana hiçbir zaman dostça bir sözle, iyiliksever bir bakışla karşılaşmamıştı. Istıraptan ıstıraba geçerek, yavaş yavaş hayatın yalnızca bir savaş olduğuna ve bu savaşta yenik düştüğüne inanmıştı. Kininden başka silahı yoktu. Bu silahı kürekteyken bilemeye ve çıktığında yanına almaya karar verdi.
Toulon'da, Ignorantin kardeşler denilen bir tarikata mensup olan rahipler tarafından kürek mahkûmları için kurulmuş bir okul vardı. İyi niyetli talihsizlere burada gerekli olan bilgiler öğretiliyordu. O da, iyi niyetliler arasına katıldı. Kırk yaşında okula gitti, okumayı, yazmayı, hesap yapmayı öğrendi. Zihnini güçlendirmenin, kinini güçlendirmek olacağını düşündü. Bazı hallerde, eğitim ve aydınlanmak, kötülüğü pekiştirmeye yarayabilir.
Söylemesi acı, ama felaketine neden olan toplumu yargıladıktan sonra toplumu yapan Tann'yı da yargılayıp mahkûm etti.
Böylece, on dokuz yıllık işkence ve kölelik süresince bu ruh hem yükseldi hem de düştü; bir yandan ışık, öbür yandan karanlık girdi.
-168-
Görüldüğü gibi Jean Valjean kötü biri değildi. Küreğe geldiğinde hâlâ iyi bir insandı. Toplumu mahkûm edince kötüleştiğini, Tan-n'yı mahkûm edince dinsizleştiğini hissetti.
Burada bir an durup düşünmeden edemeyeceğiz.
İnsanın doğası böyle doruktan dibe doğru tamamen düşebilir mi? Tanrı tarafından iyi yaratılmış olan insan, yine insan tarafından kötü hale getirilebilir mi? Ruh, bütünüyle kader tarafından değiştirilebilir ve kader kötüyse, o da kötü olabilir mi? Basık bir kemerin altından geçerken bel kemiğinin bükülmesi gibi, kalbin de ölçüsüz bir felaketin baskısı altında biçimsizleşmesi, çirkinlikler, onulrnaz sakatlıklar yapması mümkün mü? Her insanın ruhunda, özellikle de Jean Valjean'ın ruhunda, bu dünyada yozlaştınlması, çürütül-mesi mümkün olmayan, öbür dünyada ölümsüz olan ve iyiliğin geliştirebileceği, körükle-yip alevlendireceği ve kötülüğün söndürmeyi asla başaramayacağı bir görkemle parlatacağı tanrısal bir unsur, bir kıvılcım yok mudur ve yok muydu?
Bunlar ağır ve karanlık sorular. Toulon'da hayal kurma saatleri anlamına gelen dinlenme saatlerinde, kollarını çapraz kavuşturup bir bucurgatın sopasına oturmuş, yerde sürüklenmesin diye zincirinin ucunu cebine sokmuş bu mağrur, ciddi, sessiz, düşünceli kürek mahkûmunu, insana öfkeyle bakan bu lümpen yasadışı adamı, gözlerini sert bakışlarla göğe diken bu uygarlık lanetlisini gören herhangi bir fizyolojiste bu sorulardan so-
-169-
nuncusunu soracak olsak, o hiç tereddütsüz 'hayır' diye cevap verecektir.
Evet, muhakkak, saklayacak değiliz, gözlemci bir fizyolojist burada onulmaz bir ruh sefaleti görürdü; bu yasa mağduru hastaya belki acırdı, ama onu tedavi etmeyi bile denemezdi; bu ruhta fark edebileceği karanlık mağaralardan gözlerini çevirir ve Dante'nin cehennemin kapısında yaptığı gibi, Tanrı'nın her insanın alnına parmağıyla yazmış olduğu umut kelimesini bu varlıktan silip atardı.
Ruhunun ve zihninin analizini yapmaya çalıştığımız bu durum, acaba Jean Valjean'ın kendisi için de, okuyucularımıza anlatmaya çalıştığımız kadar açık mıydı? Jean Valjean acaba manevi sefaletini oluşturan bütün unsurları oluşumlarından sonra açıkça görebiliyor muydu ve derece derece oluşumları açıkça görmüş müydü? Bu kaba ve cahil adam, yıllardır zihninin iç ufkunu oluşturan meşum görüntülere kadar, kademe kademe çıkıp inmesine neden olan düşünce dizilerinin iyice farkında mıydı? Kendi içinde olup biten, kendi içinde kımıldayan her şeyin bilincinde miydi? Böyle bir şey söylemek zordur. Ayrıca buna inanıyoruz. Jean Valjean, bunca felaketten sonra bile, zihninde pek çok bulanıklık kalacak kadar koyu bir cehalet içindeydi. Zaman zaman ne hissettiğini kendisi de tam olarak bilmiyordu. Jean Valjean karanlıklar içindeydi; karanlıklar içinde kin ve nefret duyuyordu; denilebilir ki, kendi geleceğinden nefret ediyordu. Alıştığı bir şey olarak bu karanlıkta hayal kuran bir kör gibi, elleriyle
-170-
yoklaya yoklaya yaşıyordu. Yalnızca, ara sıra, birdenbire, içten ya da dıştan gelen bir öfke sarsıntısına, bir acı dalgasına tutuluyor ve sonra ani çakan soluk bir şimşek bütün ruhunu aydınlatıyor ve çevresi ışıkla aydınlanmış olarak, kaderinin iğrenç uçurumlarını, simsiyah ufuklarını ona gösteriyordu.
Şimşek geçince, gece tekrar çöküyordu. Neredeydi? Artık o da bunu bilmiyordu.
Karakteri acımasızlık olan bu tür cezaların özelliği, insanı yavaş yavaş, akılsızca bir dönüşümle, vahşi, hatta bazen yırtıcı bir hayvan yapmasıdır. Jean Valjean'ın inatla tekrar tekrar kaçma girişimleri, yasanın, insan ruhu üzerindeki bu garip etkisini ispat etmeye 'yeter. Jean Valjean tamamen yararsız ve çılgınca olan bu girişimleri, ne sonucunu ne de daha önceki deneyimlerini bir an olsun düşünmeden karşısına çıkan her fırsatta yineleye-bilirdi. Kafesini açık bulan bir kurt gibi hışımla kaçıyordu. İçgüdüsü ona, 'kaç' diyordu. Aklı 'dur' diyebilirdi belki, ama bu kadar şiddetli bir tahrik karşısında akıl siliniyordu. Ortada yalnızca içgüdü vardı. Yalnızca hayvan hareket ediyordu. Tekrar ele geçirildiğinde, yeniden acımasız davranışlarla karşı karşıya kalması onu büsbütün hırçınlaştırmak-tan başka bir şeye yaramıyordu.
Unutmamamız gereken bir koşul da fiziksel güç olarak mahkûmların hiçbiriyle kıyaslanmayacak kadar üstün olmasıydı. Jean Valjean çok yorucu işlerde, halat bükmede, bucurgat çevirmede dört kişinin yaptığı işi yapardı. Bazen çok büyük ağırlıkları kaldırır,
-171-
destekler ve gerektiğinde, önceleri Orgueici denilen -sırası gelmişken söyleyelim, Paris hali yakınlarındaki Montorgueil Sokağı adını buradan almıştır- kriko aletinin yerini alırdı. Bu yüzden arkadaşları ona Kriko Jean adını takmışlardı. Bir keresinde, Toulon belediye binasının balkonu onarılırken, balkona destek olan Puget'nin nefis heykellerinden biri yerinden oynadı ve düşecek gibi oldu. Oralarda bulunan Jean Valjean hemen heykele omuz vermiş ve işçilere tutmalarına yetişecek kadar zaman sağlamıştı.
Çevikliği ve esnekliği, gücünden de üstündü. Durmadan kaçış hayali kuran bazı forsalar, güç ile becerinin kaynaşmasını gerçek bir bilim haline getirirler. Bu, kasların bilimidir. Sinekleri, kuşları kıskanıp duran bu mahkûmlar, her gün ısrarla denge hareketlerine çalışırlar. Dimdik bir yere tırmanıp, ufacık bir çıkıntı gibi görünen yerlerde dayanak noktaları bulmak Jean Valjean için çocuk oyunuydu. Bir duvar köşesinde, sırtını ve bacak adalelerini gererek ve taş gediklerine dirseklerini ve topuklarını yerleştirerek, bir sihirbaz gibi üçüncü kata kadar tırmanırdı. Bazen bu şekilde hapishanenin damına kadar çıktığı olurdu.
Az konuşurdu. Gülmezdi. Yılda ya bir ya iki defa, adeta bir şeytan gülüşünün yankıla-nışmı andıran o uğursuz forsa kahkahasını koparması için çok güçlü bir heyecan duyması gerekirdi.
Onu gören, sanki sürekli çok korkunç bir şeye bakıyor sanırdı.
-172-
Gerçekten de çok dalgındı.
Kusursuz olmayan bir karakterin ve boğulmuş bir zekânın hastalıklı algılan arasından, üzerinde dev gibi bir şeyin ağırlığını belli belirsiz hissediyordu. İçinde süründüğü bu soluk, boş gölgeden boynunu her çevirişinde, bakışlarını kaldırmayı her deneyişinde öfkeyle karışık bir dehşetle üzerinde kat kat dehşetli sarp engebelerle göz alabildiğine yükselen ve yasalardan, önyargılardan, insanlardan ve olaylardan ibaret bir tür ürkütücü yığın görüyordu. Onu korkutan, bu karmakarışık, uygarlık adını verdiğimiz o olağanüstü piramitten başka bir şey değildi. Kıvıl kıvıl kaynayan şekilsiz bir bütünün içinde orada" burada bazen hemen yakınında, bazen uzaklarda ve erişilmez yaylalar üzerinde, bazı öbekler, kuvvetle aydınlatılmış bazı ayrıntılar fark ediyordu: Burada zindan bekçisi ve sopası, şurada jandarma ve kılıcı, orada başpiskopos ve başında serpuşu, en tepelerde de, güneş gibi bir şeyin içinde, başında tacıyla gözleri kamaştıran imparator. Uzaktaki bu görkemli şeyler, ona gecesini ağartmak şöyle dursun, büsbütün kasvetli, büsbütün karanlık yapıyor gibi geliyordu. Bütün bunlar, yani yasalar, önyargılar, olaylar, insanlar, şeyler, Tanrı'nın uygarlığa verdiği o karışık ve esrarlı hareket sayesinde tepesinde durmadan ileri geri gidip geliyorlar, üzerinde yürüyorlar, bir tür sakin bir gaddarlıkla, umursamaz insafsızlıkla onu eziyorlardı. Olabilecek talihsizliklerin en derinine batmış ruhlar, unutulmuş yerlerin en dibinde artık kimsenin göre-
-173-
meyeceği kadar kaybolmuş insanlar, yasanın mahkûm ettikleri, toplum denen ve dışarda-kiler için alabildiğine heybetli, altındakiler içinse alabildiğine korkunç olan bu şeyi, bütün ağırlığıyla üzerlerinde hissederler.
İşte Jean Valjean bu durumdaydı ve düşünüyordu. Kurduğu hayallerin anlamı ne olabilirdi?
Değirmen taşının altındaki buğday tanesinde düşünme gücü olsaydı, hiç şüphesiz Jean Valjean'ın düşündüklerini düşünürdü.
Bütün bu şeyler, hayaletlerle, hortlaklarla dolup taşan gerçekler, gerçeklik dolu hayaletler, onda adeta sonunda anlatılması hemen hemen imkânsız olan bir iç âlem yaratmıştı.
Zaman zaman tersanede, kadırganın gövdesi içinde, işinin ortasında aniden durur, eskisine oranla hem daha olgun, hem daha bulanık olan aklı isyan ederdi. Başına gelen şeyler ona bütünüyle saçma görünürdü; çevresinde olup bitenler ona tamamen imkânsız gelirdi. Kendi kendine, "Bir rüya bu," derdi. Bir iki adım ötesinde ayakta dikilip duran zindan bekçisini bir hayalet gibi görür ve bu hayalet ona birden bir sopa indirirdi.
Görünen doğanın varlığıyla yokluğu onun gözünde aşağı yukarı birdi. Jean Valjean için ne güneş, ne güzel yaz günleri, ne ışıklı gökyüzü ne de taze nisan seherleri vardı dersek hemen hemen gerçeği dile getirmiş oluruz. Ruhunu hangi bodrum pencereleri aydınlatıyordu, bilinmez.
Bütün bunlardan olumlu bir sonuç olarak çıkartılabilecek tek şey, on dokuz yıl
-174-
içinde Faverolles'ün zararsız ağaç budayıcısı ve Toulon'un tehlikeli kürek mahkûmu Jean Valjean'ın, küreğin ona verdiği eğitim sayesinde iki tür kötü şey yapabilecek bir hale gelmesiydi: Birincisi, düşünülmemiş, şaşınca, tamamen içgüdüye dayanan, çekilen acıların bir tür misillemesi olan kötü bir eylem; ikincisi, ağır, ciddi, bilinçle tartılmış ve ancak böyle bir felaketin verebileceği yanlış fikirlerle derinlemesine düşünülmüş kötü bir eylem. Tasarımlan ancak belli kıvamda bir bünyeye sahip kişilerin başarabilecekleri şekilde art arda üç aşamadan geçiyordu: Muhakeme, irade, azim. Onun davranışını belirleyen motifler, alışıldık öfke, ruh acılan, uğradığı adaletsizliklerin doğurduğu derin acı, iyiye, masuma, eğer varsa doğru ve dürüst olana bir tepkiydi. Bütün bu düşüncelerin hareket noktası da, varış noktası da hep insanların yasalanna karşı kin ve nefretti; gelişmesi sırasında herhangi bir tannsal müdahaleyle durdurulmadığı takdirde bir süre sonra topluma karşı, insanlığa karşı ve ardından yaradana karşı gelen ve herhangi bir kimseye, herhangi bir canlı varlığa sırf zarar vermiş olmak için zarar vermek isteyen böyle bulanık ve hayvanca bir arzuda ifadesini bulan sürekli kin ve nefret... Görüldüğü gibi, kimlik kâğıdında Jean Valjean'ın çok tehlikeli bir adam olarak nitelendirilmesi boşuna değildi.
Bu ruh yıldan yıla, yavaş yavaş, ama kaçınılmaz bir şekilde kurumuş, gittikçe daha Çok katılaşmıştı. Kalp kuruyunca, göz de ku-
-175-
rur. Kürekten çıktığında, on dokuz yıl boyunca bir damla gözyaşı dökmemiş biriydi.
8. Kabaran Dalgalar ve Gölge
Denize bir adam düşmüş.
Umurunda değil! Gemi durmuyor. Rüzgâr esiyor, bu karanlık geminin izlemek zorunda olduğu, dışına çıkamadığı bir rotası var. Geçip gidiyor.
Adam kayboluyor, tekrar beliriyor, sulara gömülüyor, tekrar yüzeye çıkıyor, sesleniyor, kollarını uzatıyor, onu işitmiyorlar. Fırtınada titreyen gemi manevra yapmaya uğraşıyor, tayfalar ve yolcular sulara gömülen adamı görmüyorlar bile; zavallı başı çok büyük dalgaların arasında yalnızca bir noktadan ibaret.
Derinlikler içinde umutsuz çığlıklar atıyor. Uzaklaşıp giden şu yelkenli artık bir hayal! Adam ona bakıyor, deliler gibi bakıyor. O da az önce oradaydı, onun mürettebatmdan-dı, köprüde başkalarıyla birlikte gidip geliyordu, onun da nefes almaktan, güneşten nasibi vardı, o da bir canlıydı. Peki, ya şimdi ne oldu? Ayağı kaydı, düştü, her şey bitti.
Artık canavar suların içindedir. Ayaklarının altında kaçıştan, çöküşten başka bir şey yok. Rüzgârda yırtılan, parçalanan dalgalar onu korkunç bir şekilde kuşatıyor, uçurumun yalpalayan sulan onu götürüyor, suyun bütün pırtılan ve partallan başının etrafında dönüp duruyor, azgın dalgalar suratına tükürüyor, belirsiz delikler onu yan yutuyor; sulara her dalışında zifiri karanlık uçurumlar görüyor, ne olduğu bilinmez iğrenç yo-
-176-
sunlar onu kavnyor, ayaklannı bağlıyor ve kendilerine doğru çekiyor; bir boşlukta olduğunu hissediyor, köpüklere kanşıyor, dalgalar onu birbirlerine atıyor, acılığı içiyor, kalleş okyanus onu hırsla boğmaya çalışıyor, uçsuz bucaksızlık onun can çekişmesiyle oyun oynuyor. Sanki bütün sular kin ve nefret kesilmiştir.
O yine de mücadele ediyor. Kendisini korumaya çalışıyor, su üstünde durmaya çabalıyor, çırpınıyor, yüzüyor. Hemen tükeniveren bu zavallı kuvvet, hiç tükenmeyenle savaşıyor.
O gemi nerelerde? İşte orada. Ufkun solgun karanlığında şöyle böyle seçilebiliyor.
Sağanaklar esiyor, bütün köpükler onu eziyor. Gözlerini kaldırıyor. Gördüğü sadece bulutların kara sanlığıdır. Can çekişirken denizin muazzam çılgınlığına bakmaktadır. Bu çılgınlıktır ona işkence eden. İnsana yabancı gelen gürültüler işitiyor; ötelerden, bilinmeyen bir yerlerden gelen, inşam dehşete düşüren korkunç sesler duyuyor...
Bulutlarda kuşlar uçuyor, tıpkı insanoğlunun felaketlerinin üstünde meleklerin olduğu gibi, ama onun için ne yapılabilir? Onlar uçuyor, ötüyor, süzülüyor; o ise ölüm hı-nltılan çıkarmakta.
Kendisini iki sonsuzluğa birden gömülmüş hissediyor: Okyanus ve gökyüzü. Biri mezar, öbürü kefen.
Gece oluyor. O, saatlerdir yüzüyor, bütün gücü tükenmek üzere; o gemi, içinde insanlar olan o uzak şey artık silinip gidiyor; alacaka-
-177-
ranlığın o muazzam uçurumunda tek basınadır; sulara gömülüyor, geriliyor, kıvrılıyor, altında görünmezliğin canavar dalgalarını hissediyor; sesleniyor.
Ortalıkta insan yok. Peki Tanrı nerede?
Sesleniyor: Birisi! Birisi! Durmadan sesleniyor.
Ufukta hiçbir şey yok. Gökte hiçbir şey yok.
Engine, dalgalara, yosunlara, kayalıklara yalvarıyor. Hepsi sağır. Fırtınaya yalvarıyor. Duygusuz fırtına, ancak sonsuzluğa boyun eğer.Çevresi sadece karanlık, sis, yalnızlık, fırtınalı, bilinçsiz kargaşa, azgın suların sayısız kıvrımları. Onda ise dehşet ve yorgunluk. Altında girdaplar dolu uçurumlar. Tutunacak, soluklanacak yer yok. Cansız, artık hissetmeyen bedeninin sınırsız kasvet ve hüznü içindeki gölgemsi serüvenlerini düşünüyor. Dipsiz soğuk onu kötürümleştiriyor. Elleri kasılıp kapanıyor ve yokluğu avuçluyor. Rüzgâr, bulutlar, girdaplar, sağanaklar, yıldızlar faydasız! Ne yapmalı? Umudunu kaybeden adam kendini bırakıyor. Gücü tükenen ölümü seçer, kendisini bırakır, kapıp koyverir, boş-verir ve böylece insanı yutan uğursuz derinliklere doğru, bir daha geri gelmemecesine yuvarlanır.
Ey, insanların amansız yürüyüşü! Yol boyunca ziyan olan insanlar ve ruhlar! Yasalar tarafından itilenlerin düştüğü okyanus! O uğursuz kendi başına terk edilmişlik! Ey, manevi ölüm!
Deniz, cezanın lanetlediklerinin atıldığı merhametsiz toplumsal bir gecedir.
-178-
Bu uçurumda sürüklenip giden ruh, bir ceset olabilir. Peki, onu kim diriltecek?
9. Yeni Şikâyetler
Jean Valjean kürekten çıkış saati geldiğinde şu garip sözü işitti: Özgürsün! O an, inanılmadık, işitilmedik bir an oldu, kuvvetli bir ışık demeti canlıların hakiki ışığının demeti birden içine işledi. Ama bu ışık parlaklığını kaybetmekte gecikmedi.
Özgürlük fikri Jean Valjean'ın gözlerini kamaştırmıştı. Yeni bir hayata başlayacağını sanıyordu, ama san bir kimlik kağıdıyla verilen özgürlüğün nasıl bir şey olduğunu çabucak anladı. ¦ ""
Ve bu eksen etrafında bir sürü acı. Kürekte geçen süre içinde biriken parasının yüz yetmiş bir frankı bulacağını hesaplamıştı. Hesaplarken, pazar ve bayram gibi zorunlu dinlenme günlerini katmayı unuttuğunu burada belirtmemiz yerinde olur. Bu da, on dokuz yılda yaklaşık yirmi dört franklık bir eksilmeye yol
açıyordu. Şöyle ya da böyle bu toplu para birtakım kesintilerle de ine ine yüz dokuz frank on beş meteliğe indi ve bu miktarı kendisine çıkarken verdiler.
Bu işten hiçbir şey anlamamıştı; hakkının yenildiğini düşünüyordu; yani tam anlamıyla soyulduğunu.
Özgürlüğüne kavuştuğunun ertesi günü Grasse'da, portakal çiçeği işleme atölyesinin kapısının önünde yük boşaltan adamlar gördü. Hizmet önerdi. İş aceleydi, kabul ettiler. İşe koyuldu. Zeki, güçlü kuvvetli ve becerikliy-
-179-
di; elinden geleni yapıyor; işyeri sahibi de ondan memnun görünüyordu. Çalışırken oradan geçen bir jandarma onu fark etti ve kâğıtlarını sordu. San kimlik kâğıdını gösterdi ve az sonra Jean Valjean tekrar işine döndü. Az önce işçilerden birine bu işten günde ne kazandıklarını sormuş; "Otuz metelik," diye cevap almıştı. Akşam olunca, ertesi sabah tekrar yola çıkmak zorunda olduğundan, atölye sahibinin karşısına çıkıp parasını ödemesini rica etti. Adam tek kelime söylemeden ona on beş metelik verdi. Hakkını isteyecek oldu, cevaben, "Sana bu kadar yeter," dedi. Direndi. Patron, onun gözlerinin içine bakarak, "Kodes!" dedi.
Burada da kendisini soyduklarını gördü.
Toplum ve devlet, el ele vermiş biriken parasını azaltarak onu toptan soymuştu. Şimdi sıra onu perakende olarak soyan bireylerindi.
Tahliye olmak kurtuluş değildir. Hapishaneden çıkılır, ama mahkûmiyetten çıkılmaz.
İşte, Grasse'da başından bunlar geçmişti. Digne'de nasıl karşılandığını biliyoruz.
10. Adam Uyanıyor
Katedralin saati sabahın ikisini çalıyordu ki, Jean Valjean uyandı.
Onu uyandıran yatağın çok rahat olmasıydı. Hemen hemen yirmi yıl vardı ki, bir karyolada yatmamıştı ve soyunmuş olmamasına rağmen bu duygu uykusunu bozacak kadar yeniydi.
Dört saatten fazla uyumuş, yorgunluğu geçmişti. Dinlenmeye fazla zaman ayırmamaya alışıktı.
-180-
Gözlerini açtı, bir süre karanlıkta çevresine bakındı, sonra yeniden uyumak üzere gözlerini yumdu.
Bütün bir gün çeşitli izlenimlerin çalkan-üsıyla geçmişse, zihni meşgul eden sorunlar varsa, dalınır ama tekrar uyunmaz. Uykunun ikinci kez gelişi, birincisi kadar kolay olmaz. Jean Valjean için de öyle oldu. Bir türlü uyu-yamadı ve düşünmeye koyuldu.
İnsanın zihnindeki fikirlerin bulanık olduğu ruhsal anlardan birini yaşıyordu. Beyninde bir çeşit kararsız gelgit vardı. Eski anılarıyla şimdikiler karmakarışık yüzüyor ve bulanık bir biçimde buluşuyor; bu sırada şekillerini kaybediyor, sınırsız büyüyor, sonra birdenbire çamurlu ve çalkantılı bir suya düşmüş gibi kayboluyorlardı. Aklına birçok düşünce geliyordu, ama bunlardan özellikle biri dönüp dolaşıp yine geliyor ve öbür düşüncelerin hepsini kovuyordu. Bu düşüncenin ne olduğunu hemen söyleyelim: Madam Magloi-re'un sofraya koyduğu gümüş takımla, büyük kepçeyi gözüne kestirmişti.
Bu gümüş takım zihnine musallat olmuştu. -Oracıktaydılar. Birkaç adım ötede.- Bulunduğu odaya gelmek için yandaki odadan geçerken, ihtiyar hizmetçi kadın onları yatağın başucundaki dolaba koyuyordu. -Bu dolabı iyice görmüştü.- Yemek odasına girerken sağ taraftaydı. -Som gümüştendiler. Hem de eski gümüşlerden.- Büyük kepçeyle birlikte, en aşağı iki yüz frank ederdi. -On dokuz yılda kazandığının iki misli.- Gerçi, 'yönetim soymasaydı' daha fazla kazanmış olurdu!
-181-
Zihni bütün bir saat boyunca birtakım mücadelelerle karışık çalkantılar ve kararsızlıklar geçirip durdu. Saat üçü vurdu. Gözlerini açtı, birden yatağında doğruldu, kolunu uzatarak yatağın köşesine attığı sırt çantasını yokladı, sonra bacaklarını aşağıya sarkıtarak ayaklarını yere indirdi ve böylece adeta farkında olmadan kendisini karyolada oturur buldu.
Bir süre bu durumda dalgın kaldı. Uyuyan evde tek uyanık kişi olarak onu karanlıkta biri böyle görse, ürkütücü bir uğursuzluk duygusuna kapılırdı. Birden eğildi, pabuçlarını çıkardı ve usulcacık karyolanın yanındaki hasırın üstüne koydu, sonra tekrar o dalgın haline bürünüp, hareketsiz kaldı.
Daldığı bu iğrenç düşüncenin ortasında, yukarıda belirttiğimiz düşünceler beyninde durmadan kımıldıyor, giriyor çıkıyor, yine giriyor, üzerinde basınç yapıp duruyorlardı. Sonra nedenini bilmeden, hayal gücünün mekanik olarak ısrarıyla, hapiste tanıdığı Brevet adındaki bir forsayı düşünmeye başladı. Adamın pantolonu pamuk ipliğinden örülmüş tek bir askıyla bağlı dururdu. Gözlerinin önüne durmadan bu askının damalı deseni geliyordu.
Öylece duruyordu ve eğer saat çeyrekleri ya da yarımları vurmasaydı, belki de gün doğana kadar hep aynı durumda kalacaktı. Saatin bu çalışı, ona, "Haydi bakalım," diyormuş gibi geldi.
Ayağa kalktı, yine bir duraksama geçirdi, dinledi; her yer sessizdi, sonra küçük adım-
-182-
larla yan yarıya görebildiği pencereye doğru yürüdü. Gece fazla karanlık değildi. Gökte dolunay vardı, üzerinden rüzgârın kovaladığı büyük bulutlar geçiyordu. Bu yüzden dışarısı bir kararıyor, bir aydınlanıyordu; ayın üstü, İcâh örtülüyor kâh açılıyordu; içeride ise bir tür alacakaranlık vardı. Bulutlar yüzünden sık sık kesintiye uğrayan, ama insanın yolunu bulması için yeterli olan bu alacakaranlık, önünden
yayaların gelip geçtiği bir bodrum penceresinden içeri düşen kurşuni aydınlığa benziyordu. Jean Valjean pencereye gelince inceledi. Parmaklıkları yoktu, bahçeye bakıyordu ve bölgede âdet olduğu üzere sadece küçük bir çengelle kapanıyordu. Pencereyi açtı ama birden odaya soğuk ve keskin bir hava girince hemen kapattı. Bakmaktan çok, inceleyen dikkatli bir bakışla bahçeyi kolaçan etti. Oldukça alçak, üstünden atlaması kolay bir beyaz duvarla çevriliydi. Dipte, ötede, birbirlerine eşit uzaklıktaki ağaç tepelerini fark etti. Bu da, duvarın bahçeyi ağaçlı bir caddeden ya da sokaktan ayırdığını gösteriyordu.
Böylece etrafı kolaçan ettikten sonra kararını vermiş bir insanın kendine güveniyle yatağına doğru yürüdü, sırt çantasını aldı, açtı, karıştırdı, içinden aldığı bir şeyi yatağın üstüne koydu, ayakkabılarını ceplerinden birine soktu, çantayı kapattı, omzuna vurdu, kasketini giyip siperliğini gözlerinin üstüne indirdi, el yordamıyla sopasını arayıp buldu ve gidip pencerenin köşesine koydu, sonra yatağa dönüp, oraya bıraktığı şeyi kararlı bir tavırla kavradı. Bu, bir ucu kargı gibi sivrütil-
-183-
miş kısa demir bir çubuğa benziyordu.
Bu demir parçasının hangi amaçla bu şekle sokulmuş olabileceğini karanlıkta anlamak zordu. Acaba bir manivela çubuğu muydu? Yoksa bir gürz mü?
Gün ışığında olsa, bunun bir madenci keskisinden başka bir şey olmadığı anlaşılabilirdi. O zamanlar kürek mahkûmlarını bazen Toulon'u çevreleyen yüksek tepelerden birinde taş çıkarma işinde kullanırlar ve bunun için de sık sık ellerine madenci aletleri verirlerdi. Madenci keskileri som demirden olup, kayaya sokulabümeleri için alt uçları sivri yapılmıştır.
Madenci keskisini sağ eline aldı, nefesini tutarak sessiz adımlarla bitişik odanın, bilindiği gibi piskoposun odasının kapısına doğru yöneldi.
Kapı aralıktı. Piskopos kapatmamıştı.
11. Jean Valjean'ın Yaptıkları
Jean Valjean dinledi. Ses seda yoktu.
Kapıyı parmağının ucuyla, usulca içeri girmek isteyen bir kedinin kaçamak, kaygılı yumuşaklığıyla açtı.
Kapı bu itilişe uydu, farkına varılamayacak ve duyulmayacak bir hareketle aralığı biraz genişletti.
Bir an bekledi, sonra kapıyı ikinci bir kez daha cesaretle itti.
Kapı bu itişe yeniden boyun eğdi. Aralık artık geçebileceği kadar genişlemişti. Ama kapının yanında duran küçük bir masa, engelleyici bir açı yapıyor ve girişi kapıyordu.
-184-
Jean Valjean zorluğu anladı. Ne yapıp ya-plp aralığı daha da genişletmesi gerekirdi.
Kararını verdi, kapıyı ilk ikisinden daha kuvvetle, üçüncü bir defa daha itti. Bu kere, iyi yağlanmamış menteşelerden biri birden boğuk ve uzun bir ses çıkardı.
Jean Valjean titredi. Menteşenin gürültüsü kulaklarında kıyamet gününün borusu gibi tiz ve korkunç bir yankı yaptı.
İlk anın abartılı heyecanı içinde, bu menteşenin sanki canlandığını ve birden, yaşayan korkunç bir varlık olup, herkese haber vermek, uyuyanları uyandırmak için köpek gibi havlamaya başladığını sandı.
Titreyerek şaşkınlık içinde dikkati darmadağınık bir halde durdu, artık parmaklarının ucuna değil topuklarına basıyordu. Şakakla-nndaki damarların iki demirci balyozu gibi vurduğunu duyuyor, soluğunun ciğerlerinden bir mağaradan fırlayan rüzgâr gibi uğul-dayarak çıktığını sanıyordu. Bu öfkeli menteşenin çıkardığı dehşet verici gıcırtının bir deprem gibi bütün evi sarsmamış olabileceğine ihtimal veremiyordu. Kapı, itilince işkillenmiş, seslenmişti. İhtiyar neredeyse kalkacak, iki yaşlı kadın bağırmaya başlayacak, etraftan yardıma koşacaklardı. Bir çeyrek saate kalmadan haber şehre yayılacak, jandarmalar da ayaklanacaktı. Bir an mahvol-duğuna inandı.
Buzdan bir heykel gibi, kıpırdamaktan korkarak, donmuş gibi olduğu yerde kalakaldı. Birkaç dakika geçti. Kapı ardına kadar açılmıştı. Cesaret edip odaya baktı. Hiçbir kıpırtı
-185-
yoktu. Kulak verdi, çıt çıkmıyordu. Paslı menteşenin gürültüsü kimseyi uyandırmamıştı.
Bu ilk tehlike savuşturulmuştu ama yine de içinde ürkütücü bir huzursuzluk vardı. Buna rağmen gerilemedi. Hapı yuttuğuna inandığı zamanlar bile geri çekilmemişti. İşini bir an öne bitirmekten başka bir şey düşünmüyordu. Bir adım attı, odaya girdi.
Oda tam bir sessizlik içindeydi. Şurada burada bulanık, belirsiz şekiller fark ediliyordu. Gündüz gözüyle bunlar, bir masanın üstüne dağılmış kâğıtlar, açık bırakılmış kitaplar, bir taburenin üzerine yığılmış ciltler, üstünde giyecekler dolu bir koltuk ve bir dua is-kemlesiydi. Ama şimdi, gecenin bu saatinde ise karanlık köşelerden, loş yerlerden başka bir şey değildi. Jean Valjean eşyalara çarpmamaya çalışarak dikkatle ilerledi. Kulağına odanın öbür ucunda uyuyan piskoposun eşit aralıklı, sakin nefes alışları geliyordu.
Birden durdu. Yatağın yanındaydı. Umduğundan da çabuk gelmişti.
Doğa, kimileyin etkilerini ve tezahürlerini, ciddi ve zekice bir tamamlayıcı olarak, -sanki bizi düşünmeye zorlamak istiyormuş gibi- eylemlerimize katar. Yarım saate yakındır büyük bir bulut gökyüzünü kaplıyordu. Tam Jean Valjean yatağın karşısında durduğu an o bulut yırtıldı ve sanki özellikle yapmış gibi, uzun
pencereden geçen bir ay ışığı piskoposun solgun yüzünü aydınla-tıverdi. Sakin sakin uyuyordu. Aşağı Alp-ler'de geceleri soğuk olduğu için, kollarını bileklerine kadar kapayan kahverengi yünlü
-186-
kumaştan bir elbiseyle, yatağında hemen hemen giyinik yatmıştı. Başı dinlenmeye terk edilmiş bir durumda yastığın üzerinde yan duruyordu. Bunca hayır işinin, bunca kutsal görevin aktörü olan, parmağını rahip yüzüğünün süslediği eli yataktan aşağıya sarkmıştı. Bütün yüzü belli belirsiz bir memnuniyet, umut ve kutsal bir mutluluk ifadesiyle parlıyordu. Bu, gülümsemeden 6te, ışıma gibi bir şeydi. Alnında görünmeyen bir ışığın anlatılması imkânsız yansısı vardı. Dürüst insanların ruhu, uykusunda esrarlı bir göğü seyreder.
Piskoposun üstüne işte bu göğün bir yansısı vurmuştu.
Bu, aynı zamanda ışıklı bir parıltıydı, çünkü bu gök onun içindeydi. Bu gök onun vicdanıydı. Ayın ışığı, bu iç aydınlığa deyim yerindeyse gelip konduğundan, uyuyan rahip bir görkem içindeymiş gibi göründü. Ama bu görüntü yine de yumuşak ve anlatılamaz bir yan aydınlıkla peçelenmiş olarak kaldı. Gökteki bu ay, uyuklayan bu doğa, bu dingin bahçe, bu sakin ev, zaman, saat, sessizlik, hep bu adamın kutsal dinlenişine anlatılması zor bir şey, bir yücelik katıyordu, bu ak saçları, bu kapalı gözleri, her şeyiyle umut ve güven ifadesiyle dolu olan bu yüzü, bu ihtiyar başını ve bu çocuk uykusunu adeta olağanüstü, sakin bir hâleyle çevreliyordu.
Farkında olmadan yüce olan bu insanda, bir kutsallık vardı.
Jean Valjean ise karanlıkta demir keskisi elinde, ayakta hareketsiz, bu ışıltılı ihtiyardan
-187-
ürkmüş bir halde dikilmiş duruyordu. Ömründe buna benzer bir şey görmemişti. Bu görüntü onu ürkütüyordu. Manevi âlemin bundan daha yüce bir görüntüsü olamaz: Kötü bir davranışın eşiğine gelmiş bulanık ve kaygılı bir vicdan ve seyrettiği uyuyan dürüst bir adam.
Böyle bir yalnızlık içinde ve yanında böyle bir adamla uyunan bu uykuda ulvi bir taraf vardı; bunu belirsiz bir şekilde ve bütün ağırlığıyla hissediyordu. İçinden neler geçtiğini kimse söyleyemezdi, kendisi bile; bunu anlayabilmek için en sevecen, en merhametli bir şeyin karşısında en insafsız, en öfkeli bir şeyi hayal etmek gerekir. Jean Valjean'm yüzünden de kesinlikle bir şey anlamaya imkân yoktu. Bu kaba bir şaşkınlıktı. Sadece gördüğü şeye bakıyordu, hepsi bu. Ama ne düşündüğünü kestirmek imkânsızdı. Yalnız kesin olan bir şey vardı ki, heyecanlanmış ve sarsılmıştı. Ama bu heyecan nasıl bir heyecandı?
Gözünü yaşlı adamdan ayıramıyordu; halinden ve yüz ifadesinden açıkça ortaya çıkan tek şey, garip bir kararsızlıktı. Biri mahvedici, öbürü kurtarıcı iki seçenek arasında kararsız kaldığı söylenebilirdi. Sanki ya bu kafayı kıracak ya da bu eli öpecekti.
Bir süre sonra sol kolunu yavaşça alnına doğru kaldırdı, kasketini çıkardı, sonra kolu yine aynı yavaşlıkla indi ve Jean Valjean, kasketi sol elinde, sağ elinde demir keski, saçları dimdik yine seyretmeye daldı.
Piskopos bu dehşet verici bakışların altında derin bir hüzün içinde uyumaya devam ediyordu.
-188-
Ay ışığı şöminenin üzerindeki haçı belli belirsiz aydınlatıyordu. Haç sanki ikisine doğru kollarını açmış, birini takdis etmek, öbürünü bağışlamak ister gibiydi.
Jean Valjean birden kasketini yine başına yerleştirdi, piskoposa bakmaksızın yatak boyunca hızla yürüyüp, doğruca başucundaki dolaba gitti, kilidi zorlamak ister gibi demir keskiyi kaldırdı, anahtar kilidin üstündeydi; dolabı açtı, ilk gözüne çarpan şey gümüş takımların durduğu sepet oldu; onu aldı, temkinli olmaya, gürültü etmemeye, bakmaksızın geniş adımlarla odayı geçti, kapıya vardı, ibadethaneye girdi, pencereyi açtı, sopasını kavradı, pencerenin pervazından atladı.
Gümüşleri çantasına koydu, sepeti yere attı, bahçeyi aştı, bir kaplan gibi duvarın üstünden atladı ve kaçtı.
12. Piskopos İş Başında
Ertesi gün, güneş doğarken Monsenyör Bienvenu bahçesinde dolaşıyordu. Madam Magloire allak bullak olmuş bir halde ona doğru koştu.
"Monsenyör, monsenyör!" diye bağırdı, "Yüce efendimiz, acaba gümüşlerin durduğu sepet nerede, biliyorlar mı?"
"Evet," dedi piskopos.
Madam Magloire, "Tanrı'ya şükürler olsun!" dedi. "Ne olduğunu bilemiyordum da."
Piskopos, sepeti o sıra bir çiçek tarhında bulmuştu. Madam Magloire'a uzattı.
"İşte, burada."
-189-
"İyi ama!" dedi kadın, "içi bomboş! Gümüşler nerde?"
Piskopos, "Ya!" diye cevap verdi, "demek sizi ilgilendiren gümüşlerdi. Nerede olduklarını bilmiyorum."
"Aman Tanrım! Çalındı! Dün akşam gelen adam çaldı."
Madam Magloire göz açıp kapayıncaya kadar, hızla ve yaşlılığın bütün canlılığıyla ibadethaneye koştu, yataklığa girdi ve sonra yeniden piskoposun yanına döndü. Piskopos eğilmiş üzüntüyle içini çekerek çiçek tarhına fırlatılan sepetin düşerken kırdığı Guillons cinsi bir kaşıkotunu inceliyordu. Madam Magloire'un çığlığı üzerine doğruldu.
"Monsenyör, adam gitmiş! Gümüşler de çalınmış!"
Bu çığlığı atarken gözü bahçenin bir köşesine takıldı. Orada tırmanma izleri görülüyordu. Duvarı destekleyen tahta kopmuştu.
"İşte, bakın! Buradan gitmiş. Cochefilet Sokağı'na atlamış! Ah! Lanet olasıca! Gümüşlerimizi aşırdı!"
Piskopos bir an sessiz durdu, sonra bakışlarını ciddi bir tavırla kaldırdı ve tatlılıkla Madam Magloire'a, "Peki, bu gümüşler bizim miydi?" dedi.
Madam Magloire ne diyeceğini bilemeden kalakaldı. Yine bir sessizlikten sonra piskopos devam etti:
"Madam Magloire, bu gümüşleri ben uzun zamandır haksız yere elimde tutuyordum. Aslında onlar yoksullarındı. Bu adam kimdi? Besbelli bir yoksul."
-190-
"Yazık! İsa aşkına yazık!" dedi Madam Magloire, "Hadi benim ya da matmazel için neyse, hiç fark etmez, ama ya monsenyör için. Şimdi monsenyör nerede yemek yiyecek?"
Piskopos şaşırmışçasma baktı:
"Ha! Bu mu? Canım, kalaylı takımlar yok mu?"
Madam Magloire omuz silkti.
"Kalayın kokusu var."
"Öyleyse demir takımlar olsun."
Madam Magloire anlamlı anlamlı yüzünü buruşturdu.
"Onlarda da demir tadı var."
Piskopos, "Öyleyse, tahta takımları kullanırız," dedi.
Az sonra Jean Valjean'ın bir gün önce oturduğu masada kahvaltı ediyordu. Monsenyör Bienvenu bir yandan kahvaltı ediyor, bir yandan da hiçbir şey söylemeyen kız kardeşiyle, için için homurdanan Madam Magloire'a bir lokma ekmeği bir fincan süte batırmak için tahta kaşıkla çatala bile gerek olmadığını neşeli neşeli gösteriyordu.
Madam Magloire yalnız kaldığında ileri geri gidip gelirken, "Sen şu akla bak!" diyordu, 'Tut böyle bir adamı eve al! Yanı başında barındır! Sadece çalmakla kalması ne devlet! Aman Tanrım! Düşünmesi bile insanı ürpertiyor!"
Ağabeyle kız kardeş sofradan kalkmak üzereydiler ki, kapı vuruldu.
"Buyrun," dedi piskopos.
Kapı açıldı. Eşikte öfkeli bir topluluk belirdi. Üç adam, bir dördüncüsünü yakasından
-191-
tutuyorlardı. Üç adam jandarmaydı, öteki de Jean Valjean.
Topluluğu yönetir görünen bir jandarma çavuşu da kapının yanındaydı. İçeri girdi, piskoposa doğru ilerleyerek, ona asker selamı verdi.
"Monsenyör," dedi.
Bu söz üzerine, son derece kederli ve adeta yıkılmış gibi görünen Jean Valjean, afallamış bir halde başını kaldırdı.
"Monsenyör ha!" diye mırıldandı, "Mahalle papazı değilmiş demek?"
"Sus!" dedi jandarmalardan biri, "o, monsenyör piskopostur."
Bu sırada Monsenyör Bienvenu, ilerlemiş yaşının elverdiği kadar aceleyle onlara yaklaşmıştı.
Jean Valjean'a bakarak, "Sizsiniz ha?" diye bağırdı. "Sizi gördüğüme çok memnun oldum. İyi ama, size şamdanları da vermiştim, ötekiler gibi onlar da gümüşten, en azından iki yüz frank getirirler. Niçin onları da sofra takımlarıyla birlikte götürmediniz?"
Jean Valjean afalladı, şaşkınlıkla gözlerini açtı ve hiçbir insan dilinin anlatmaya gücünün yetmeyeceği bir ifadeyle bu saygıdeğer piskoposa baktı.
Jandarma çavuşu, "Monsenyör," dedi, "bu adamın söyledikleri doğru demek, öyle mi? Ona yolda rastladık. Kaçan biri gibi gidiyordu. Anlamak için durdurduk. Üzerinde bu gümüşler vardı..."
Piskopos gülümseyerek çavuşun sözünü kesti:
-192-
"O da size bunları geceyi evinde geçirdiği ihtiyar bir papazın kendisine verdiğini söyledi değil mi? Durumu anlıyorum. Siz de onu buraya getirdiniz. Bir yanlışlık olmuş."
"Öyleyse," dedi çavuş, "onu bırakabilir miyiz?"
"Elbette," diye cevap verdi piskopos.
Jandarmalar Jean Valjean'ı bıraktılar. Şaşkınlıkla geriye doğru birkaç adım attı ve belli belirsiz duyulan bir sesle, kendi kendine uykusunda konuşur gibi, "Beni bıraktıkları doğru mu?" dedi.
Jandarmalardan biri, "Evet, seni bırakıyoruz işte, hâlâ anlamadın mı?" dedi.
"Dostum," dedi piskopos, "gitmeden önce, şamdanlarınızı da alın."
Piskopos şömineye giderek iki gümüş şamdanı alıp Jean Valjean'a getirdi. İki kadın, piskoposu ağızlarını açmadan, kıpırdamadan, onu rahatsız edebilecek bir bakıştan bile kaçınarak izliyorlardı.
Jean Valjean'ın bütün bedeni titriyordu. Mekanik bir davranışla, dalgın dalgın şamdanları aldı.
"Şimdi," dedi piskopos, "rahat rahat yolunuza gidin. Sırası gelmişken söyleyeyim, tekrar gelecek olursanız dostum, bahçeden geçmenize hiç gerek yok. Her zaman sokak kapısından girip çıkabilirsiniz. O kapı gece gündüz sadece bir mandalla kapalı durur."
Sonra jandarmalara dönerek, "Çekilebilirsiniz beyler," dedi.
Jandarmalar uzaklaştılar.
Jean Valjean bayılacak gibiydi.
-193-
Piskopos, ona yaklaştı ve alçak bir sesle, "Unutmayın, hiçbir zaman unutmayın, bu parayı dürüst bir insan olmak için kullanacağınıza dair bana söz vermiş bulunuyorsunuz," dedi.
Herhangi bir vaatte bulunduğunu hiç hatırlamayan Jean Valjean, ne cevap vereceğini bilemeden kalakaldı. Piskopos bu sözü kelimelerin üzerine basa basa söylemişti. Gururlu bir tavırla devam etti:
"Jean Valjean, kardeşim, siz artık kötülüğe değil, iyiliğe aitsiniz. Sizin ruhunuzu satın alıyor; onu karanlık ve kötü düşüncelerden çekip çıkarıyor, Tanrı'ya veriyorum."
13. Küçük Gervais
Jean Valjean şehirden kaçarcasma çıktı. Telaş içinde tarlalarda yürüyor, dönüp dolaşıp hep aynı yerlere geldiğini bile fark etmeden karşısına çıkan yollara, patikalara sapıyordu. Böylece bütün sabah hiçbir şey yemeden açlık da duymadan etrafta dolaştı durdu. Birçok yeni duygunun etkisi altındaydı. Bir tür öfke duyuyor, ama kime duyduğunu bilemiyordu. Onuru mu kırılmıştı, aşağılanmış mıydı, söyleyebilecek durumda değildi. Ara sıra içini garip bir acıma, bir şefkat duygusu kaplıyor, ama o, bu duyguyu yenmeye çalışıyor, yirmi yıllık katılığıyla bu duyguya karşı çıkıyordu. Bu durum onu yoruyordu. Felaketindeki adaletsizliğin ona kazandırdığı bir tür korkunç huzurun, içinde sarsıldığını kaygıyla görüyor, bu sarsılan huzurun yerini neyin alacağını kendi kendine soruyordu. Bazen olayların böyle gelişmemiş olmasını,
-194-
jandarmalarla hapishaneyi boylamış olmayı tercih eder oluyordu; böylesi onun için daha az sarsıcı olurdu. Mevsim hayli ilerlemiş olduğu halde, orada burada, çitlerde gecikerek açmış çiçeklerden gelen kokular çocukluk anılarını canlandırıyordu. Bu anılan hatırla-mayalı öyle uzun zaman olmuştu ki, şimdi onlara dayanması hemen hemen imkânsızdı.
Tarif edilmesi imkânsız düşünceler böyle bütün gün kafasına yığılıp durdu.
Güneş, en küçük bir taşın bile gölgesini yerde upuzun uzatarak batmaya doğru giderken, Jean Valjean ıpıssız, kıpkızıl büyük bir ovada, bir çalılığın arkasında oturuyordu. Ufukta Alpler'den başka bir şey yoktu; sadece uzak bir köy kilisesinin çan kulesi görünüyordu. Jean Valjean, Digne'den belki on beş kilometre uzaktaydı. Ovayı kesen bir patika, çalılığın birkaç adım ötesinden geçiyordu.
Ona rastlayacak biri için, partal elbiselerinden hiç de daha az ürkütücü olmayan bu derin düşünceler arasında neşeli bir ses duydu.
Başını çevirdi, on yaşlarında, sazı yanında asılı, dağsıçanı kutusu sırtında, Savoie'lı küçük bir çocuğun patikadan kendisine doğru geldiğini gördü.
Pantolonunun deliklerinden dizlerini göstere göstere diyar diyar dolaşan tatlı ve neşeli çocuklardan biriydi bu. Hem şarkı söylüyor hem de ara sıra durup, belki de bütün servetini oluşturan elindeki birkaç bozuk parayla beştaş oynuyordu. Bu paralar arasında bir tane de kırk metelik vardı.
-195-
Çocuk çalılığın yanında durdu; Jean Val-jean'ı görmemişti; o ana kadar oldukça ustalıkla hepsini elinin tersiyle yakalayabildiği avucundaki metelikleri havaya fırlattı.
Bu kere kırklık metelik elinden kaçtı ve yuvarlanarak çalılığa, Jean Valjean'a kadar geldi.
Jean Valjean, farkında olmadan ayağıyla paranın üzerine bastı.
Ancak çocuk parasını bakışlarıyla takip etmiş ve yuvarlandığı yeri görmüştü.
Hiç şaşırmadı, doğru adamın yanına geldi.
Burası tamamen ıssızdı. Ne ovada ne de patikada göz alabildiğince uzaklara kadar tek kişi bile yoktu. Gökyüzünün çok yükseklerinden geçen bir kuş bulutunun küçük zayıf çığlıklarından başka bir ses işitilmiyordu. Çocuk sırtını güneşe dönmüştü. Güneşin ışığı çocuğun saçlarına altın teller koyuyor, Jean Valjean'ın vahşi suratını da kanlı aydınlıkla hızla kızıla boyuyordu.
Küçük Savoyard, bilgisizlik ve masumiyetinin verdiği çocukça bir güvenle, "Mösyö, param," dedi.
Jean Valjean, "Senin adın ne?" diye sordu.
"Küçük Gervais, efendim."
"Defol!" dedi Jean Valjean.
Çocuk, "Mösyö," diye tekrarladı, "paramı verin."
Jean Valjean'ın bakışları yere sabitlen-mişti, hiç cevap vermedi.
Çocuk üsteledi: "Param, mösyö!"
Jean Valjean, gözünü yere dikmiş duruyordu.
-196-
"Param!" diye bağırdı çocuk, "parlak param! Benim param!"
Jean Valjean söyleneni anlamamış gibiydi. Çocuk, onu gömleğinin yakasından tutup sarstı. Bir yandan da, hazinesinin üzerine basmış olan kocaman demirli ayakkabıyı yerinden oynatmaya çabalıyordu.
"Paramı isterim! Kırk meteliğim!"
Çocuk ağlamaya başladı. Jean Valjean başını ağır ağır kaldırdı. Hâlâ oturduğu yerden kımıldamamıştı. Gözleri bulanık bakıyordu. Bir an kendine geldi. Çocuğa şaşkınlıkla baktı, sonra elini sopasına doğru uzatarak, korkunç bir sesle: "Kim o?" diye bağırdı.
"Benim mösyö," diye cevap verdi 'çocuk. "Küçük Gervais! Ben! Ben! Lütfen kırk meteliğimi geri verin! Kaldırın lütfen ayağınızı, mösyö, lütfen!"
Sonra, küçük olmasına rağmen öfkelenerek ve adeta tehdit edercesine, "Hadi bakalım, ayağınızı kaldıracak mısınız? Ayağınızı kaldırın diyorum size!" diye bağırdı.
"Ah! Hâlâ mı sen!" dedi Jean Valjean, ayağını paranın üzerinden kaldırmadan ekledi: "Defolup gidecek misin!"
Çocuk korkudan afallamış bir halde ona baktı, sonra tepeden tırnağa titremeye başladı, birkaç saniye öylece kaldıktan sonra, bütün gücüyle koşa koşa kaçmaya koyuldu, ne başını çevirip bakmaya ne de bağırmaya cesaret ediyordu.
Çocuk biraz uzaklaştıktan sonra soluk soluğa kaldığı için durmak zorunda kaldı ve Jean Valjean, daldığı hayaller arasında, onun
-197-
hıçkıra hıçkıra ağladığını duydu.
Bir süre sonra çocuk gözden kayboldu.
Güneş batmıştı.
Jean Valjean'ın çevresini karaltılar bastı. Gün boyunca yemek yememişti; galiba ateşi de vardı.
Çocuğun kaçışından beri öylece duruyordu, durumunu hiç değiştirmemişti. Uzun, düzensiz aralıklarla soluk alıyordu. On on iki adım ilerisine dikilmiş duran bakışları, otların arasına düşmüş mavi çiniden eski bir vazo kırığının şeklini derin bir dikkatle inceler gibiydi. Birden ürperdi; akşamın soğuğunu hissetmişti.
Kasketini alnına indirdi, mekanik bir şekilde ceketini kavuşturup iliklemeye çalıştı, bir adım attı ve sopasını almak için yere eğildi.
İşte o an, ayağının toprağa yansına kadar gömdüğü çakılların arasında parlayan kırk meteliklik parayı gördü. Birden elektrik çarpmış gibi sarsıldı. Dişlerinin arasından, "Bu da ne böyle?" dedi. Üç adım geriledi, bakışlarını, biraz önce ayağıyla çiğnediği noktadan ayırmadan durdu; karanlıkta parlayan bu şey, sanki onun üzerine dikilmiş açık bir gözdü.
Birkaç dakika sonra titreyerek eğildi, parayı yerden aldı ve kalkarken ovanın uzaklarına doğru bakmaya başladı; ayakta, tir tir titreyerek ufkun her noktasına ayrı ayrı göz atıyordu; kendisine sığınacak bir yer arayan ürkmüş, vahşi bir hayvan gibiydi.
Hiçbir şey görmüyordu. Gece bastırıyordu, ova soğuk ve bulanıktı, gün batımı aydınlığında büyük mor sisler yükseliyordu.
İnledi ve belli bir yöne doğru hızlı hızlı yü-
-198-
rünıeye başladı; bu, çocuğun gözden kaybolduğu yöndü. Otuz adım kadar sonra durdu, baktı, hiçbir şey göremedi.
Ve sonra bütün gücüyle bağırdı:
"Küçük Gervais! Küçük Gervais!"
Sustu, bekledi.
Hiçbir şey duyulmuyordu.
Çayırlar karşısında başıboş, kederle uzanıyordu. Yayılan mekân onu çepeçevre sarmıştı. Ağaççıklar küçük sıska kollarını inanılmaz bir öfkeyle sallıyorlardı. Birisini tehdit ediyor, izliyor gibiydiler.
Tekrar yürümeye başladı, sonra koşmaya koyuldu; ara sıra duruyor, duyulabilecek seslerin en korkuncu, en umutsuzu""ile bu sessizliğin ortasında haykırıyordu: "Küçük Gervais! Küçük Gervais!"
Çocuk bu sesi duysa kesinlikle korkar, kendisini göstermekten çekinirdi. Ama şüphesiz artık çok uzaklardaydı.
At sırtında giden bir rahibe rastladı. Yanına gitti:
"Papaz efendi, bir çocuğa rastladınız mı?" diye sordu.
"Hayır," dedi rahip.
"Küçük Gervais diye bir çocuk."
"Kimseyi görmedim."
Kesesinden iki tane beş franklık çıkarıp, rahibe verdi.
"Yoksullarınız için papaz efendi. On yaşlarında bir çocuk, sırtında bir dağsıçanı kutusu, sanırım bir de sazı var. Şu Savoyard'lar-dan, bildiniz mi?"
"Hiç görmedim."
-199-
"Etrafta köyler var mı? Bana tarif edebilir misiniz?"
"Dostum, söylediğinize bakılırsa, küçük bir yabancı. Bu ülkede böylelerine çok rastlanır. Onları kimse tanımaz."
Jean Valjean, hırsla beşer franklık iki ekü daha çıkarıp, rahibe verdi.
"Yoksullarınız için," dedi.
Sonra şaşkın şaşkın ekledi:
"Rahip efendi, beni tutuklatın. Ben bir hırsızım."
Rahip atını şiddetle mahmuzlayıp, korkuyla kaçtı.
Jean Valjean, daha önce gittiği yöne doğru koşmaya başladı.
Böylece hayli yol aldı. Etrafına bakmıyor, sesleniyor, haykırıyordu. Ama kimseye rastlamadı. İki üç defa yatmış ya da çömelmiş bir insana benzettiği bir şeye doğru ovada koştu; bunlar çalılıklardan ya da yere yakın kayalardan başka bir şey değildi. Sonunda, üç patikanın birleştiği bir yerde durdu. Ay çıkmıştı. Bakışlarını uzaklarda dolaştırdı ve son bir defa seslendi: "Küçük Gervais!" Ama bu belli belirsiz çıkan çok cılız bir sesti. Onun son çabası oldu; görünmez bir güç sanki onu kötü vicdanının ağırlığıyla orada o an eziyormuş gibi, bacak kasları birden çözüldü, bitkin bir halde iri bir taşın üzerine çöktü, yumruklan saçlarında, yüzü dizlerindeydi; "Ben bir sefilim!" diye haykırdı.
O zaman yüreği çatladı, ağlamaya başladı. On dokuz yıldır ilk defa ağlıyordu.
Gördüğünüz gibi, Jean Valjean piskoposun -200-
evinden ayrıldığında, o zamana kadar düşündüklerinin dışındaydı. İçinden geçen duygulara ne olduğunun farkına varamıyordu. Yaşlı adamın melekçe davranışlarına, tatlı sözlerine karşı direniyordu. "Dürüst bir insan olacağınıza dair bana söz verdiniz. Ruhunuzu satın alıyor, onu kötü düşüncelerden çıkarıyor, Tan-n'ya veriyorum." Aklına hep bu sözler geliyordu. Bu kutsal bağışlanmanın karşısına gururu, kötülüğün içimizdeki kalesi olan şeyi koyuyordu. Belli belirsiz bir şekilde hissediyordu ki, bu rahibin affedişi o zamana kadar benliğini sarsan en büyük ve en korkunç saldırıdır, bu bağışlamaya karşı direndiği takdirde artık^yü-reğinin katılaşması büsbütün çaresiz bir hale gelecekti; boyun eğdiği takdirde ise başka insanların davranışları yüzünden yıllardır yüreğini dolduran ve hoşuna giden o kin ve nefretten vazgeçmesi gerekecekti; bu kere yenmek ya da yenilmek zorundaydı, kendi kötülüğü ile iyiliği arasında bir mücadele başlamıştı.
Bütün bu ışıkların arasında bir sarhoş gibi ilerliyordu. Haşin bakışlarla böyle yürürken acaba Digne'deki macerasının onu nasıl bir sonuca götüreceğine dair bir bilince sahip miydi? Hayatın bazı anlarında ruhu uyaran ya da rahatsız eden bütün o esrarengiz uğultuları duyabiliyor muydu? Kaderinin büyük ve en önemli anını yaşamış olduğunu, kendisi için artık orta yol olmadığını, eğer bundan sonra çok iyi insan olmazsa, çok kötü insan olacağını, şimdi artık ya piskopostan daha yükseğe çıkma ya da kürek mahkûmundan da aşağıya düşme zamanının geldiğini, eğer -201-
iyi olmak istiyorsa, bir melek olması, kötü kalmak istiyorsa canavarlaşması gerektiğini acaba bir ses kulağına fısıldıyor muydu?
Burada da, daha önce yaptığımız gibi, kendimize bazı sorular sormamız gerekiyor. Jean Valjean'ın düşüncesinde bütün bunlardan çıkardığı belli belirsiz bir gölge var mıydı? Gerçi, daha önce de söylediğimiz gibi, felaket zekâyı eğitir, ama Jean Valjean'ın bütün bu belirttiğimiz şeylerin içinden çıkabilecek durumda olduğu şüphelidir. Bu fikirler aklına gelse bile, bunları görmekten çok, ancak şöyle böyle seçebiliyordu ve bu fikirler onu anlatılması olanaksız, neredeyse ağrı veren bir huzursuzluk içine atmaktan başka bir şey yapamıyorlardı. Kürek denilen o kapkara yerden çıktığında, koyu karanlıktan çıkarken çok kuvvetli bir ışık gözleri nasıl kamaştınr-sa, piskopos da onun ruhunu öyle kamaştır-mıştı. Artık, ona tertemiz, ışıl ışıl kendisini sunan gelecekteki hayat, bu olması mümkün olan hayat, içini titreyişler ve kaygılarla dol-duruyordu. Nerede olduğunu kendisi de gerçekten bilemiyordu. Güneşin doğduğunu birdenbire gören bir baykuş gibi, kürek mahkûmunun gözleri erdemin ışığından kamaşmış, adeta kör olmuştu.
Emin olduğu, hiç şüphe etmediği bir şey varsa, o da artık aynı adam olmadığı, içinde her şeyin değiştiği, piskoposun onunla konuşmasından, ona dokunmasından önceki gibi davranmasının artık mümkün olmadığıydı.
İşte bu ruh hali içindeyken Küçük Gerva-is'ye rastlamış ve onun kırk meteliğini çal--202-
mıştı. Niçin? Bunu kendisi de açıklayamazdı. 0u davranışı, kürekten taşıyıp getirdiği kötü düşüncelerin son bir etkisi, adeta son bir çabası, bir içgüdü kalıntısı, statik biliminde edinilmiş kuvvet denilen şeyin bir sonucu muydu? Hem buydu hem de belki bundan daha az bir şey. Ne olduğunu basitçe söyleyelim: Çalan o değildi, insan değildi; aklı, hiç bilmediği, yepyeni fikirlerin ortasında debelenip dururken, alışkanlıkla, içgüdüyle ayağını o paranın üzerine koyan içindeki hayvandı. Akıl uyanıp da, hayvanın bu davranışını görünce, Jean Valjean endişeyle geri sıçramış, dehşet içinde haykırmıştı.
Garip bir olaydı bu, ancak içinde olduğu durumda mümkün olabilecek bir olay. O parayı, o çocuktan çalarken bir daha asla yapamayacağı bir şeyi yapmıştı.
Her ne hal ise, bu son kötü davranışının onun üzerindeki etkisi çok kesin oldu; aklındaki kargaşalığı ortasından biçip geçiverdi, dağıttı; koyu karanlıkları bir yana, aydınlığı öbür yana koydu; ruhuna, tıpkı
kimyada reaksiyon oluşturan bazı maddelerin bulanık bir karışımı etkileyerek, bir unsuru dibe çökertirken, öbürünü berraklaştırması gibi bir etki yaptı.
Önce kendisini incelemeden, düşünmeden, kurtulmaya çabalayan biri gibi kendini kaybetmişçesine, çocuğu bulup parasını geri vermeye çalıştı. Sonra bunun imkânsız olduğunu anlayınca, umutsuz bir halde durdu. "Ben bir sefilim!" diye bağırdığı an, kendisini olduğu gibi gördü. Kendinden, sadece bir ha-
-203-
yalet gibi hissedecek kadar ayrılıp uzaklaşmıştı. İşte o an orada, karşısında, etiyle kemiğiyle, sopası elinde, kısa köylü ceketi sırtında, çalınmış eşya dolu çantası omzunda, kararlı ve kaygılı yüzüyle, iğrenç tasanlar dolu düşüncesiyle, korkunç kürek mahkûmu Jean Valjean duruyordu.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, başından geçen o büyük felaket onu hayaller gören biri yapmıştı. O nedenle bu kere de hayal görür gibi oldu. Karşısında gerçekten Jean Valjean'ı, o uğursuz suratını gördü. Az kalsın kendi kendine bu adamın kim olduğunu soracaktı; bu düşünceden dehşet duydu.
Beyni o son derece şiddetli çalışüğı, ama yine de korkunç derecede sakin olduğu anlardan birini geçiriyordu. Bu sırada hayaller o kadar derindir ki, gerçeği yutar. İnsan karşısındaki nesneleri görmez olur ve zihnindeki şekilleri kendi dışındaymış gibi görür. Jean Valje-an'ın beyni işte böyle anlardan birindeydi.
Böylece, deyim yerindeyse yüz yüze kendi kendini seyretti. Aynı zamanda, o halüsinas-yonun gerisinde, esrarlı bir derinlikte bir ışık görüyordu. Önce bunu meşale sandı. Bilincine görünen bu ışığa daha dikkatle bakınca, onun insan şeklinde olduğunu fark etti ve bu meşalenin piskopos olduğunu anladı.
Böylece bilincinin önünde duran bu iki insanı, piskoposla Jean Valjean'ı sırayla gözden geçirdi. İkinciyi çözmek, birinciden daha kolay olmadı. Bu gibi kendinden geçmelere özgü garip olaylar yüzünden hayalleri uzadığı ölçüde, piskopos büyüyüp gözlerine gittikçe
-204-
daha görkemli bir şekilde görünürken, Jean Valjean gittikçe küçülmekte ve silinmekteydi. Öyle bir an geldi ki, bir gölgeden ibaret kaldı ve birdenbire kayboldu. Artık görüntüde yalnızca piskopos kalmıştı. Görkemli bir ışımayla bu sefil adamın ruhunu dolduruyordu.
Jean Valjean uzun uzun ağladı. Sımsıcak gözyaşlarıyla, hıçkıra hıçkıra ağladı, bir kadından daha fazla zayıflıkla, bir çocuktan daha fazla korkuyla ağladı.
O ağlarken, beyninin içi aydınlandıkça aydınlanıyordu; bu olağanüstü bir aydınlıktı, aynı zamanda hem büyüleyici hem de korkunç bir aydınlık: Geçmiş hayatı, işlediği ilk suçu, uzun yıllardır çektiği cezası, kabalaşması, ruhunun katılaşması, bir yığın intikam planlarıyla şenlenen tahliyesi, piskoposun evinde başına gelenler, bir çocuğun kırk meteliğini çalması; piskoposun bağışlamasından sonra işlendiği için büsbütün alçakça, büsbütün canavarca olan o suç aklına geldi ve apaçık bir şekilde göründü, hem de o zamana kadar hiç görmediği bir açıklık içinde... Hayatına baktı, gözüne korkunç göründü, ruhuna baktı, iğrenç buldu. Ama şimdi bu hayatın, bu ruhun üzerine iyilik dolu bir gün doğmuştu. Cennetin ışığında İblis'i gördüğünü sandı.
Kaç saat böyle ağladı? Ağladıktan sonra ne yaptı? Nereye gitti? Bu hiçbir zaman bilinmedi. Bilinen bir şey varsa, o da o devirde Gre-noble'a sefer yapan ve Digne'ye gelen bir arabanın sürücüsünün o gece, sabahın üçüne doğru piskoposluk binasının olduğu sokaktan
-205-
geçerken, Monsenyör Bienvenu'nun kapısı önünde, bir adamı karanlıkta, kaldırıma diz çökmüş dua eder bir halde gördüğüydü.
-206-
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder