VICTOR HUGO
SEFİLLER I. CİLT
TAMAMI V CİLT
TÛRKÇESİ: SEMİH ATAYMAN
VICTOR HUGO
SEFİLLER I. CİLT
DİZİ TASARIMI/KOORDİNASYON
HASAN HÜSEYİN ARIKAN
DÜNYA KLASİKLERİ EDİTÖRÜ
VEYSEL ATAYMAN
TÛRKÇESİ
SEMİH ATAYMAN
TÜRKÇE REDAKSİYON
SÜLEYMAN ASAF FİLİZ GÖVER
TASHİHROMAN
İÇİNDEKİLER
VICTOR HUGO ....................................... 9
ÖNSÖZ ................................................ 13
BİRİNCİ BÖLÜM FANTİNE
BİRİNCİ KİTAP DÜRÜST BİR İNSAN
1. Mösyö Myriel................................ 29
2. Mösyö Myriel, Monsenyör Bienvenu Oluyor........................... 33
3. İyi Piskoposa Zor Piskoposluk....... 40
4. Birbirine Benzeyen İşler................ 42
5. Monsenyör Bienvenu'nun Cüppelerinin Uzun Süre Dayanması .......1........................... 53
6. Evini Kiminle Koruyordu .............. 57
7. Cravatte....................................... 65
8. İçkiden Sonra Felsefe ................... 70
9. Kız Kardeş, Ağabeyini Anlatıyor .... 76
10. Piskopos, Bilinmeyen Bir Işık ile Karşı Karşıya................................ 8i
11. Bir Sınıflandırma ..........................100
12. Monsenyör Bienvenu'nun Yalnızlığı......................................106
13. Piskoposun İnandıkları .................111
14. Piskoposun Düşündükleri..............117
İKİNCİ KİTAP DÜŞÜŞ
1. Bir Yürüyüş Günü Akşamı.............121
2. Akıllı Olan Temkinli Davranır .......137
3. Edilgen İtaatin Kahramanlığı ........143
4. Pontarlier Peynirhaneleri
Üzerine Bilgiler.............................150
5. Sükûnet .......................................155
6. Jean Valjean.................................157
7. Umutsuzluğun Derinlikleri ............165
8. Kabaran Dalgalar ve Gölge ............176
9. Yeni Şikâyetler.............................179
10. Adam Uyanıyor.............................ıso
11. Jean Valjean'ın Yaptıkları.............184
12. Piskopos İş Başında ......................189
13. Küçük Gervais..............................194
ÜÇÜNCÜ KİTAP 1817 YILINDA
1. 1817 Yılı ......................................207
2. Çift Dörtler ..................................216
3. Dörde Dört ...................................222
4. Tholomyes Neşesinden İspanyolca Bir Şarkı Söylüyor .......227
5. Bombarda'nın Kabaresinde............231
6. Tapınma Faslı ..............................235
7. Tholomyes'in Akıllılığı..................237
8. Bir Atın Ölümü.............................244
9. Şenliğin Şenlikli Sonu...................248
DÖRDÜNCÜ KİTAP
GÜVENMEK BAZEN KENDİNİ
ELE VERMEKTİR
1. Bir Anneye Rastlayan Anne...........253
2. İki Şüpheli Simanın İlk Taslağı .....265
3. Tarlakuşu.....................................268
BEŞİNCİ KİTAP İNİŞ
1. İncik Boncuk İşinde
Bir İlerlemenin Hikâyesi ...............273
2. Madeleine .................................¦... 275
3. Laffitte'e Yatırılan Paralar.............280
4. Mösyö Madeleine'in Yası...............284
5. Ufuktaki Belirsiz Pırıltılar........^....288
6. Fauchelevent Baba .......................295
7. Fauchelevent, Paris'te
Bahçıvan Oluyor...........................300
8. Madam Victurnien Ahlak Uğruna Otuz Beş Frank Harcıyor...............301
9. Madam Victurnien'in Başarısı .......305
10. Başarıların Devamı .......................309
11. Christus Nos Liberavit..................317
12. Mösyö Bamatabois'nin Aylaklığı .....318
13. Polisle İlgili Bazı
Sorunların Çözümü.......................321
ALTINCI KİTAP JAVERT
1. Huzur Döneminin Başlangıcı.........337
2. Jean, Nasıl Champ Olabilir............342
YEDİNCİ KİTAP CHAMPMATHIEU DAVASI
1. Simplice Hemşire .........................355
2. Scaufflaire Usta'nın
Uyanıklığı ....................................359
3. Beyinde Kopan Fırtına..................366
4. Istırap Çekmenin
Yol Açtığı Biçimler .......................393
5. Tekerleklere Sokulan Sopa............398
6. Simplice Hemşire
Sınamadan Geçiyor ......................413
7. Yolcu Ulaşır Ulaşmaz, Dönüş İçin Önlemlerini Alıyor........................423
8. İltimaslı Kabul .............................429
9. Kanaatlerin Belirginleşmeye Başladığı Bir Yer...........................434
10. İnkâr Sistemi...............................443
11. Champmathieu Giderek
Şaşkına Dönüyor ..........................453
SEKİZİNCİ KİTAP KARŞI DARBE
1. Mösyö Madeleine Saçlarına Hangi Aynada Bakıyor ............................46i
2. Fantine Mutlu ..............................464
3. Javert Memnun ............................470
4. Otorite Gücünü Gösteriyor............475
5. Uygun Mezar ................................480
VICTOR HUGO
(D. 26 Şubat 1802, Besançon - Ö. 22 Mayıs 1885, Paris, Fransa)
Romantik gerçekçiliğin en önemli yazarlarından biri sayılan romancı, oyun yazarı ve şair.
Babası, Napoleon'un ordusunda generaldi. Babasının imparatorluk ordusuyla birlikte ülkeden ülkeye dolaşması ve annesiyle babası arasındaki anlaşmazlıklar yüzünden çocukluğu düzensizlikler içinde geçti. 1821'de annesi öldü. Bir yıl sonra'âşk mektupları yazdığı çocukluk arkadaşı Adele Fouc-her ile evlendi. Aynı yıl, ilk şiir kitabı olan Odes et poesies diverses'i (Odlar ve Çeşitli Şiirler) yayımlandı. Ardından ilk romanı Han d'Islande (İzlanda Hanı) çıktı. 1827'de manzum oyunu Cmrmvell büyük bir ilgiyle karşılandı ve tanınmasını sağladı. Aşkla arınan bir fahişeyi ele alan Marion de Lome (1829) adlı oyunu sansür tarafından yasaklanınca liberal eğilimleri güçlendi. Bu yasaklamaya hemen Hernani (1830) adlı oyunu yazarak karşılık verdi. Nötre Da-me de Paris (Nötre Dame'ın Kamburu; 1831) ile ününü daha da artırdı. Roman, başdiyakoz Frollo ve asker Phoebus'un kişiliklerinde, kambur Quasimo-do ile Çingene Esmeralda'yı mutsuzluğa boğan toplumu
lanetliyordu. Bir önceki romanı Le Dernier Jo-ur d'un condamne de (Bir İdam Mahkûmunun Son Günü; 1829) ölüm cezasına karşı çıkışın bir ürünüdür. Hugo aynı konuyu Claude Gueux (1834) adlı kitabında yeniden ele aldı. Temmuz Monarşisi sırasında dört şiir kitabı yayımlandı: Les Feuilles d'autom-ne (Sonbahar Yapraklan; 1831), Les Chants du cre-puscule (Şafak Türküleri; 1835), Les Vovc interieures -9-
I
(Gönülden Sesler; 1837), Les Rayons et les ornbres (Işınlar ve Gölgeler; 1840). 1856'da Les Contemplati-ons (Düşünceler) adlı kitabındaki şiirlerinde kızını kaybetmenin verdiği derin acıyı ele aldı. 1851'de III. Napoleon iktidara gelince Hugo için 4 Eylül 1870'e kadar sürecek olan bir sürgün hayatı başladı. Eserlerinin büyük bölümünü sürgün döneminde yazdı. Les Châtiments (Azaplar; 1853) adlı kitabı, Fransız dilinde yazılmış en güçlü yergili şiirleri içermektedir. 1854-60 arasında yazdığı La Fin de Satan (Ölümünden Sonra [Ö.S.] Şeytanın Sonu; 1886), Dieu Ö.S. Tanrı; 1891), La Leğende des Siecles'ı (Yüzyılların Efsanesi; 1859) ile şiir alanındaki çalışmalarını sürdürdü. 1862'de yayımlanan ve başyapıtı kabul edilen Les Miserables (Sefiller) ile büyük bir başarı kazandı ve roman çeşitli dillere çevrildi. Hugo'nun Fransa dışında da tanınmasını sağlayan Sefiller, Paris halkının destanı olarak kabul edilmektedir. Hugo sürgünden döndükten kısa bir süre sonra 1871'de Paris Komünü kuruldu. Komünün bastırılmasına karşı çıkan Hugo kısa bir süre sonra yeniden sürgüne gitti. 1874'te Çuatrevingt-treize (1793 Devrimi) yayımlandı. 1885'te ölen Hugo'nun cenazesi ulusal törenle kaldırıldı ve Pantheon'a gömüldü.
Diğer Önemli Eserleri
Şiirleri: Nouveües Odes (Yeni Odlar; 1824), Odes et baüades (Odlar ve Baladlar, 1826; genişletilmiş baskı,' 1828), Les Orientales (Doğulular; 1829), Les Chansons des rues et des bois (Sokak ve Orman Sarkılan; 1865), L'Art d'etre grand-pere (Büyük Baba Olma Sanatı; 1877), Les Quatre Vents de L'esprit (Usun Dört Rüzgârı; 1881), Toute la lyre (Ö.S. 1888, 2 dizi; 1893, 1 dizi; Bütün Lir), Les An-nees fimestes, 1852-1870 (Ö.S. Uğursuz Yıllar: 1852-1870; 1898) Roman: Bug-Jargal (1826), Les Travaiüeurs de la mer (Deniz İşçileri; 1866), L'Hom-tjıe qui rit (Gülen Adam; 1869). Manzum oyun: Le
-10-
Roi s'amuse (Kral Eğleniyor; 1832), Ruy Blas (1838), Les Burgraves (Derebeyler; 1843). Düzyazı oyun: Amy Robsart (1828), Lucrece Borgia (1833), Marie Tudor (1833) Angelo, tyran de Padoue (Pado-va Tiranı Angelo; 1835), Theâtre en liberte (Ö.S. Özgürlükte Tiyatro; 1886). Eleştiri yazısı: Litterature et philosophie melees (Karışık Edebiyat ve Felsefe; 1834), Wiüiam Shakespeare (1864). Siyasal yazı: Napoleon le peüt (1852; Küçük Napoleon), Histoire d'un erime (Bir Suç Öyküsü; 1877), Actes etparoles (4 Dizi; Eylemler ve Sözler), Avant L'exü (1841-51,
1. dizi; Sürgünden Önce), Pendant L'exil (1852-70,
2. dizi; Sürgün Boyunca), Depuis L'exüe (1870-85,
3. ve 4. dizi; Sürgünden Bu Yana). Gezi: Le Rhin (Ren; 1842), Alpes etPyrenees (Ö.S. Alpler ve Pire-neler; 1890), La France et la Belgique (Ö.S. Fransa ve Belçika; 1894), Choses vues (Ö.S. 1887-99, 2 cilt; Görülen Şeyler).
-11-
ÖNSÖZ
Ansiklopedik bilgilerden çıkardığımız kadarıyla Victor Hugo bir edebiyat uğraşının büyük bir kısmını romandan çok şiirlere ve sahne oyunlarına ayırmıştır. Üç kalın şiir kitabı yayımladıktan sonra yeniden düzyazıya dönerek yarım bıraktığı Sefiüefi tamamlamıştır. Sefiller yayımlandıktan kısa bir süre sonra Hugo'yu sadece Fransa içinde değil, yapılan çevirileriyle ülke dışında da hızla büyük bir üne kavuşturmuştur. Romanın konusu Paris'in yeraltı dünyasında geçmekte ve bir dedektif öyküsüne dayanmaktadır; roman aynı zamanda Paris halkının direnişini anlatan bir destandır. Bu sıkıştırılmış ansiklopedik bilgiler, bu ciltlere sığmayan romanın temelinde bir polisiye öykü yattığını, ama bir tür destan özelliği de taşıdığını söylüyor. Ayrıca onun "romantizmin en güçlü beyni" olarak nitelendiğini de öğreniyoruz.
İran asıllı bir doktor arkadaşım, başrolünü ünlü Fransız aktörü Jean Gabin'in oynadığı Sefiller filmini seyretmiş, ama adını bir türlü hatırlayamadığı ya da kendi kafasında bir tür kültürel çeviri yaptığı için, "ben çok acıklı bir film seyrettim" diye tutturmuştu. Sorunca da "Yazıklar" deyip duruyordu. "Yazıklar, Yazıklar." Sonunda Sefillefi kastettiğini anladık. Bu kavram, romanın özgün adına pek de uzak olmayan klasik Türkçe çeviri adı ile birleşince, bizi aslında biraz farklı bir boyuta taşıyor. "Les Miserables", muhtemel ki kendi kültürel coğrafyasında özgün çağrışımlar da yapıyor. "Sefil" (sefaletten), bizim dilimizde "yoksul" anlamına geldiği gibi, "her şeyi yapabilecek, kendisinden her türlü
-13-
kötülük beklenebilecek" kimse anlamını da içeriyor. "Sefil bir hayat" yokluk içindeki bir hayatsa, "yazıklar" da, tam da bu hayata yönelik duyguyu içermekle kalmıyor, bir "merhamet" duruşu, bir üzüntü duyma halini de ifade ediyor. Ancak kavramın neresinden tutup çekersek çekelim, kitabın adı, "sosyal" bir olay ile karşı karşıya bulunduğumuzu düşündürmeye yetiyor. Öyleyse, Sefiller'e girerken, haklı bir soru da bu ad çağrışımıyla birlikte karşımıza çıkıyor: Bu roman toplumsal sorunları işleyen, "gerçekçi" bir roman mıdır?
Hayatı devrim sonrası Fransa'sının politik çalkantılarıyla savrulup durmuş olan Hugo, onca şiiriyle ve oyunuyla hemen hemen unutulmuş, Nötre Dame'ın Kamburu ve özellikle de Sefiller romanı ile günümüze kadar ulaşabilmişse, bu ikinci roman kendine yönelik ilgiyi tarihsel-toplumsal gerçekliğin bir belgesi olmakla mı hak ediyor? Yoksa onda, "verili gerçekliği", bir dönem belgesi olmayı aşan boyutları bulmak mümkün mü? Yaşadığı dönemin kurumsal ve toplumsal alanlarına, alt sınıflardan piskopos evlerine, cezaevlerinden manastırlara, didiklemedi-ği hiçbir ilişki ve yapı bırakmayan yazar, bu "gerçek belgeleriyle kurulu dönem mozaiği" üzerine hayata dair hangi "dersi" kuruyor; ya da hayata direnmenin hangi onurlu yolunu öneriyor? Biz bu son soruların yönlendiriciliğinde Sefillefi, dönemin Fransız romanının, özellikle de 'individual' roman diye tanımlanan bireyin hayat karşısındaki duruşunu ve direnişini öne çıkaran öbeği içinde bir yere koyabileceğimizi, bu bağlamda, geniş anlamda, "gerçekçilikten" çok, "romantik" bir toplum ve birey destanına daha yakın düşen bir metinle karşı karşıya bulunduğumuzu ileri süreceğiz. Elbette bu, bu yoğun metni okumanın ya da değerlendirmenin sonucunda ortaya çıkabilecek yorumlardan sadece biri olacak. Az aşağıda, bir metni yorumlamanın, o yorumlamada kullanılan yönteme bağlı olduğunu zaten hatırlatacağız. Ama daha önce, tanıtımda de--14-
ğindiğimiz tarihsel-dönemsel gelişmelerin, Hu-go'nun çağdaşı bir başka romancıya, H. de Bal-zac'a* yansıyışını kısaca değerlendirerek bir geçiş ayağı hazırlamaya çalışacağız.
19. Yüzyıl (Fransız) Gerçekçiliği
Çok sayıda klasik ürüne yazmaya çalıştığımız önsözde, "yazar"-"toplum"-"insan" ilişkisine estetik düzlemin diliyle konuşabilecek şekilde belli bir çerçeve getirdiğimizi bizi izleyen okur hatırlayacaktır. Sanatın (estetiğin), dolayısıyla da edebiyatın görevini insanın bütünselliğini sosyal dünyasının bütünü içinde yansıtmak olarak anladığımızı, her türlü sanatın "öznesinin" son tahlilde insan olduğunu sıkça belirttik. Kuşkusuz estetiği (sanatı) farklı bir ihtiyaç ya da ihtiyaçsızlık düzleminde algılayan, yazarı belli toplumsal kaygılar taşımayan bir "estet" olarak görmek isteyen kimse, yazar-insan-sosyal dünya arasında kurmaya çalıştığımız bu ilişkiye itiraz getirebilir. Bu durumda, burada yapmaya çalıştığımız "girişler", yanlış olmayacak, sadece "metodolojileri" ayrıca tartışmalara açık hale gelecektir. Bu da zaten, günümüz edebiyatı bağlamında sıkça yapılıyor. Burada şöyle ucundan olsun değinmemize imkân olmayan "yorum yöntemleriyle", (bilinçli-bilinçsiz) kitap eklerinde, dergilerde, değerlendirmeler gerçekleştiriliyor; her bir yöntem, aynı yapıtı yeniden kendine göre kurup, yöntemin gerektirdiği yerden değerlendirip, belli sonuçlara varıyor. Örneğin "psikolojici" diyebileceğimiz bir yöntemle bir romanı okumaya kalktığımızda, yazarının (daha çok kendi bilinçdışı) alanında baskı altında tuttuğu "şeyleri" doğrudan ya da kişiler üzerinden dışavur-duğu düşünülür ve bastırılmış olanın dille kodlandığı varsayılarak, "göstergelerin" üzerinden metin analizine gidilir. Yapı çözümleyici diyebileceğimiz ve
* Honore de Balzac (1799-1850): İnsanlık Komedisi başlığı altında topladığı roman ve öyküleriyle tanınan Fransız yazar.
-15-
son yirmi yılda revaçta olan bir yöntem, "anlatıcının" anlattığı dünya ile kurduğu "bakış açısı" ilişkisinden yola çıkıp ilginç tespitler yapabilir (ben-an-latıcı, üçüncü-tekil kişi anlatıcı vb).
Pozitivist edebiyat yöntemi, psikolojici yöntem ile yakın düşer. Yazarın (anlatıcının değil!) biyografisini, yapıtına yansıdığı yerde yakalamaya çalışır. Bu durumda yazarın çocukluğu, aile, anne-baba ilişkileri, okul yıllan, yoksulluk, zenginlik koşulları, ilk sevgilileri, karşı cins karşısındaki tavırları vb, yapıtları içinde doğrudan ya da dolaylı kodlanmış-lıklanyla yakalanmaya çalışılır.
Önsözlerimizi izleyebilen okur, bütün bu yöntemlerden yeri geldikçe yararlandığımızı, yazan bir "toplumsal varlık" olarak kavradığımızı, onun yaşadığı dönemin sosyal-kültürel-politik-psikolojik bileşkenlerinin kesişmesinde, toplumsal bilinci ve dünya görüşüyle anlamaya çalıştığımızı hatırlayacaktır. Aynen yazar gibi, anlattığı insan da toplumsal bütünlüğün içinde bir belirlenmişliktir ve belirleyicidir. Fransız romanının büyük adı Balzac üzerine yazmaya çalıştığımız tanıtımlarda, okur, Balzac'ı, Büyük Devrim (1789) sonrasında acımasız bir sermaye birikim sürecine giren Fransa'nın kapitalist gelişmelerinin etkileşim ağı içinde yakalamaya çalıştığımızı bilir. Balzac Sönmüş Hayal-lefde, kapitalist üretim tarzına bağlı gelişmelerin yol açtığı umut ve hayallerin nasıl yanılsamalara dönüştüğünü, kapitalist hayatın kaba ve acımasız gerçekliğine çarpıp tuz buz olan hayaller ile birlikte yıkılıp giden insanlan anlatmıştır. Bu hayallerin temelinde, doğrudan burjuva-kapitalist toplumun zorunlu olarak yarattığı insana, topluma, sanata, zenginliğe vb ilişkin beklentiler, anlayış ve tasa-nmlar yer almaktadır. Balzac, büyük topraklann parçalanması, aristokrasinin zayıflaması karşısında köylü ile büyük burjuva arasındaki bir işbirliğinin hayalini kurmuş, kapitalist sermaye birikiminin aynlmaz parçası olan tefeci-bankerlere karşı
-16-
ancak böyle bir ittifakın başarılı olabileceğini düşünmüştür. {Köylüler). Kapitalizmin (henüz adı konmamış olsa da) adeta tarihsel bir zorunluluk gibi ortaya çıkıp önceki bütün değerleri yıkıp geçtiği bir dünyada ve bu fırtınanın en şiddetli estiği Fransa'da, bu sorunlann sancılarını yansıtan roman "gerçekçiyse", Balzac gerçekçidir. Devrimin aristokrasiyi bir süreliğine de olsa eski konumuna bir daha gelemeyecek şekilde geri düzleme ittiği Fransa'da, eşitlik, özgürlük, kardeşlik ilkeleriyle politik hayata hâkim olan burjuvazi, kendi
çelişki-leriyle birlikte eski düzeni restore etmekte kararlı Avrupa aristokrasisinin saldınlan karşısında yüzyılın başından ortasına kadar kıta Avrupa'sının bütün politik depremlerine sahne olacak bir Fransa'da tarihi belirlemeye çalışmış, burjuva bir kralı başa geçirmiş, cumhuriyetler cumhuriyetleri kova-lamıştır. Kişinin hayallerinin yıkılması, bir başka yorumla, onun dünyayı içten dışa kurma yanılsaması olarak da anlaşılabilir. "Özne" (Don Kişot'ta olduğu gibi) nesnel (dış dünyayı), "gerçekliği" kendi tasanmma indirgeyip onu kurgulamakta, ama uyanmak yerine, hayallerini yenileyip durmakta, gerçekliği kendi öznel bilincine bağlama inadından vazgeçmemektedir. Bu yönden bakıldığında, Cer-vantes'ten* (Don Kişot) Stendhal'den** Balzac'a, Flaubert'e*** gerçekliğe meydan okuyan bir "birey" vurgusu da yapabilir; "bireyin" mevcut politik, dini, ahlaki, felsefi ve estetik (geleneksel) yapılar karşısında kendi smırlannın gerisine çekilmesi durumundan söz edebiliriz. Gerçekten de "Aydınlanma yüzyılı", özellikle 19. yüzyılın başına kadar
* Saavedra Cervantes (1547-1616): İspanyol romancı.
Don Kişot adlı yapıtı roman türünün habercisi
sayılmıştır. ** Stendhal (1783-1842): Asıl adı Marie-Henri Beyle
olan, 19. yüzyılın önde gelen Fransız romancısı. •*• Gustave Flaubert (1821-1880): Fransız edebiyaünda
gerçekçiliği başlatan yazar olarak kabul edilen Fransız
romancı.
-17-
uzanagelen dönemin "bireyi", politik hak ve özgürlüklerinin farkında olan, dini inancını "aklileştirdi-ği" ölçüde dogmalardan nefret eden, sınırlara, kurallara karşı özellikle edebiyat aracılığıyla mücadele veren, bir yandan da romantik arayışlarla, yitirilmiş (doğal) bir egzotik, romantik cennete özlem duyan bireydir. Bu bireysel anlatı ya da edebiyat, bir ayağıyla Rönesans hümanizma hareketine, Protestan Kilisesi'nin öteki Hıristiyan kiliselerine ve Katolikliğe karşı isyanına geri gider.
Bireyin, hak ve görev anlayışını, Kartezyen (Descartesçi*) okulun "öznesine" kadar geri götürmek mümkündür: "Düşünüyorum öyleyse va-nm"ın yanı sıra "hissediyorum, öyleyse varım" anlayışını yerleştirmiş bir bireydir bu; sanatın, edebiyatın talepleri evrenselleşmiş, birey evrensel değerlerin temsilcisi olarak algılanmıştır. Tek tek insanların, bireylerin dünyayı değiştirebilecek, jenial (dâhiyane) müdahaleler yapma gücüne sahip olduğu yolundaki aydınlanmacı ruhun bir ifadesidir bu birey ve onun dünyaya bakışı (ya da hayalleri). Sanatçı (edebiyatçı) toplumda özel bir yeri temsil eder; kendi kaderini içten dışa tayin etmeye yönelmiş bir dünyanın sözcüsüdür o. Ama işte gerçekliğe müdahale, tasarımdan, hayalden fazlasını gerektirir. Bu da düş kırıklıklarının, çöküşlerin, kendi içine dönmenin kaynağıdır hep. İndividual roman başlığı altında toplanabilecek ürünlerle birlikte akla gelebilecek adlar arasında Germaine de Sta-el,** Benjamin Constant,*** F. R. Chateaubriand,****
Felsefede ve bilimde, çağdaş felsefenin babası sayılan Fransız filozof Rene Descartes'in (1596-1650) görüşlerinden ve yanıtlarından kaynaklanan gelenek. Des-cartesçilik, kartezyenizm olarak da bilinir. Germaine Stael (1766-1817): Fransız-İsviçreli edebiyatçı, düşünür ve siyasetçi.
Benjamin Constant (1767-1830): Fransız kökenli İsviçreli romancı ve siyaset yazarı.
: François-Auguste-Rene Chateaubriand (1768-1848): Fransız diplomat ve yazar.
-18-
Alfred de Vigny,* A. de Lamartine,** George Sand,*** Henri Beyle (Stendhal) gibi isimleri Fransız individual romanı içinde sayabiliriz.
İndividual romanın önemli temsilcisi sayılan Stendhal, Kırmızı ve Siyah'a yazdığımız önsözde de değindiğimiz gibi, bireyi dış dünyanın acımasızlıkları, sertlikleri karşısında romantik bir kaçışın, melankolik bir iç dünyanın koruyuculuğuna sığındırmaz; kişi kendini olanca yürekliliğiyle ve kararlılıkla gerçekleştirmeye çalışır. Serinkanlılık, yüreklilik, onur ve direnme, dünya acısı karşısında çözülüp hüzne boğulmanın yerine geçer; dostluk ve aşk enerji ve çaba isteyen kurtarıcı ilişkilerdir; kişi (birey) ya kendini ne pahasına olursa olsun gerçekleştirecek ya da hiç de saygı duyulmayacak bir şekilde dağılıp çözülecektir.
Fransız individual romanı Stendhal ile birlikte bireysel bir etiğin yüceltici gücünü öne çıkartırken, aynı dönemlerde edebiyatın bir gözü de topluma dönüktür. Yukarıda sözünü ettiğimiz "hayaller" ile gerçeklik ilişkisine bir kez daha dönerek şöyle bir tespit yapabiliriz: Yeni gerçekliğin (burjuva kapitalist) düzenin kendi önünü açarken giriştiği kaçınılmaz yıkımın karşısında yazar, romantik bir özlemle geçmişe, tarihe yönelip tarihsel tabloları estetik gerçeklik düzlemine taşır. Ama tarih kavramı ister istemez bugünü de içine alacak şekilde genişler durur. Artık yakın tarih, günün dünyası da bakış alanı içine girecek, dönemin romanı kendi sesini arayacaktır. İndividual romanın "programından" farklı olarak birey şimdi sosyal dokunun içinde tuttuğu yeriyle, sosyal bir varlık olarak temsil ettiği
* Alfred de Vigny (1797-1863): Fransız romantizminin
önde gelen adlarından şair, oyun yazarı ve romancı. *• Alphonse de Lamartine (1790-1869): Fransız şair ve
devlet adamı. Fransız romantizminin önde gelen
adlarından biridir. ••• George Sand (1804-1876): Fransız romantizminin
ünlü bir ismidir.
-19-
kimliğiyle kavranacaktır. Toplumu olduğu gibi insanı da bütünlüğü ile anlamaya ve yansıtmaya çalışan edebiyatçı, insanı, geleneksel kurumlar ile, yapılar ve ilişkiler ile kendi arasına çekmeye çalıştığı sınırların içinde tarif edecektir. Bu sınırlardan taşan yan, her şeyin ötesinde ve üstünde insanı birey kılan özellikler, sanırım Sefiller'in ana temasını oluşturmaktadır.
Bu önsözün girişinde, "Sefiller" adı üzerinde durduk. Böyle bir adın, en başta toplumsal ilişkilerin kurbanı insanları çağrıştırabileceğini ima ettik. Edebiyatın modern tarihinde "natüralizm" (doğalcılık) akımı bu tür çağrışımlarla birlikte akla ilk gelen modern edebiyat akımıdır (ondokuzuncu yüzyılın son çeyreği). Ancak Emile Zola'mn* Terese Ra-quine romanı bağlamında belirttiğimiz gibi, natüra-list akımın insanı edilgendir; o a) genetik kalıtımının, b) sosyal şartların ve c) içinde yaşadığı dönemin etki bileşkeninde eli kolu bağlı bir tarih figürü gibidir. Lukâcs** natüralizm ile gerçekçiliği birbirinden ayırmaya büyük önem verir ve natüralizmi "yüzey gerçekçiliği" olarak tanımlar. Ne var ki politik duruşu ve hedefleri bakımından Zola'nm arkasında durması gereken bir toplumcu gerçekçi, na-türalist edebiyatın gerçekliği ele ahşıyla yol açtığı çarpıtmayı da bir şekilde göğüslemek durumundadır. Zola ve natüralistler bir tür antropoloji yapmışlardır, yani insan bilimi. Onların insanı, biyolojik, sosyal ve zamansal koordinatlarda kolayca kavra-nabilen bir insandır. Bir soyağacmda zihinsel, kana bağlı hastalıklar varsa, kişi, yoksul bir çevrede yaşamak zorundaysa, bu "antropoloji" (insanbilim) en inandırıcı kanıtlarını buradan toplar.
Victor Hugo da bir tür sosyal antropoloji yapar. SefiUefin Jean Valjean'ı, bir lokma ekmeğin, acı-
* Emile Zola (1840-1902): Fransız romancı ve eleştirmen.
Edebiyatta doğalcılığın kurucusu olarak kabul edilir. •• György Lukâcs (1885-1971): Macar Marksist düşünür
ve edebiyat eleştirmeni.
-20-
masız bir sıkıntılar döneminin ve sosyal çevrenin kurbanıdır; ama işte, bu antropoloji, bizi daha sonraki Zola'nın natüralizm anlayışına değil, individu-al romanın "birey egosuna" (ahlakı yücelten ve bu ahlak ve inanç içinde kendisi de yücelen, öç almayı bireysel varoluşunun ilkesel duruşuna yediremeyen) insanına götürür. Bu yanıyla Sefiller, Stendhal'in o kendisini her ne pahasına olursa olsun mertçe direnip gerçekleştirmek zorunda olan, gözyaşı dökmek yerine ayakta durma onurunu koruyan estetiğine yakın düşer diye düşünüyorum.
Ruh-Beden Paradoksu: Nötre Dame'ın Kamburu
Victor Hugo'nun aslında en popüler ve defalarca sinemaya aktarılan romanı Nötre Dame'ın Kamburu, sadece toplumsal olumsuz şartların değil, aynı zamanda biyolojik (kalıtsal) eksilerin de (kambur, sakat ve kötürümdür, kulakları çan sesinden sağırlaşmıştır ve güçlükle konuşur) kişinin ahlaki ethos'unu, onun bireysel yüceliğini engellemeyeceğini söyler bize. Ruh/yürek ile beden (biçim) arasındaki karşıtlığın aldatıcılığına kanıt sunarcasına, kambur Quasimado, kiliseye kaçırdığı Çingene dilberi Esmeralda'yı, kıskanç, başdiyakoz* Claude Frollo'nun iftirasından korumaya çalışır. Diyakoz, Çingene dilberi Esmeralda'yı kıskandığı için cinayet işlemiş, ama cinayeti, büyücü olduğunu ileri sürdüğü Esmeralda'nm üzerine yıkarak, sahip olmadığı kadını mahvetme yoluna gitmiştir. Hugo'nun Sefillefde manastırlarla ilgili o ayrıntılı anlatımıyla bir kez daha göstereceği gibi, bu "dini mabetlerde", insan doğasına aykırı bir baskı vardır; ya da insan doğası ile bu kurumsal yapılar temelde tam bir uyumsuzluk içindedirler. Aydınlanma düşüncesinin devrim öncesinden başlattığı kiliseye yönelik yoğun eleştirinin üzerine oturtulacak bir
* Hıristiyanlıkta bir çeşit kilise görevlisi. -21-
boyuttur bu. (Bir hatırlatma: Kartezyen okul [Des-cartesçilik] Fransız düşünce dünyasına ruh-beden ikilemini armağan etmiş; bedeni, ölü fiziksel bir makine olarak görürken, ruhu bu bedene yerleştirilmiş bir töz olarak anlamış, ama bu ikisi arasındaki uyumu açıklamakta güçlük çekmiştir. Örneğin Descartes için, hayvanlar ruhsuz, canlı birer makinedirler. Başdiyakoz'un bedeni, doğal yanı ya da modem dille dürtüleri, onun Tanrı'ya hizmete adadığı ruhuna isyan etmektedir.) Öte yanda Victor Hugo'nun Quasimado'su, ruh ve beden ikilemini bir kez daha karşımıza çıkartırken, hastalıklı, arızalı bedenler ile kötü bir ruh arasında önyargılı ilişkiler kuragelmiş kiliseci anlayışa da idealist bir yanıt verir. Nötre Dame'ın Kamburu, İngiliz korku romanından da esinlenmiş bir tür kara roman gibidir. Quasimado biraz da aydınlanmacı akıl dininin kilise kurumunun içine kapalı işleyişine, hayata uzaklığına ve görünürdeki koruyuculuğuna bir cevaptır. Ama asıl, Quasimado ile Sejittefin Jean Val-jean'ı ve öteki yoksulları arasında bir bağ kurmak mümkün diye düşünüyorum:
Quasimado'nun hastalıklı bedeninin engelleyici işlevini bu kez Sefiüefde sosyal koşullar, hantal ve önyargılı işleyen bir hukuk ve icra sistemi, toplumsal önyargılar, hatta modern bir yoruma bile açık olan, Komiser Javert almıştır. 'Sefiller', çoğul olduğuna göre, Hugo en azından program olarak önüne tek'in değil belli bir öbek insanın kaderini koymuştur. Olayların fonunda güncel tarih yatar, aktüel sorunlar, manastırın görünürün gerisindeki işlevleri, hukuk sisteminin sorunları, politik hesaplaşmalar, barikat savaşları, vb yer alır. Komiser Javert'in, dönemin gerçek bir kişiliğinden örnek alındığına dair savlar bulunmaktadır. Fransa'da suçun kol gezdiği bir dönemde, eski bir mahkûm polis teşkilatının başına geçirilmiş, suç dünyasına hiç de yabancı olmayan bu adam, Paris suç örgütlerini ve suçluları şiddet aracılığıyla sindirmiştir. Miras kavgalarına ve -22-
oyunlanna alet olan manastırların, Tann ile, inanç ile dünyevi hayat arasına girmiş bu "mezarlıkların" işlevini sorgulamak toplumsal bir yaraya parmak basmak anlamına gelir. Cosette üzerinden yazar bizi dogmatikliğin bu ürpertici dünyasına sokup inanç sorununa cevaplar aratır; ama aynı şeyi adalet kurumu için yapmaz. Haksızlığa, adaletin işleyişine, küçük, ama çarpıcı değinmelerle işaret ederken, (Bir İdam Mahkûmunun Son Günü'nde idam cezasını doğrudan karşısına alır yazar) Jean Valjean, adaletin, haksızlığın köklerine ne iç sesli monologlarla iner ne de doğrudan adaletin haksız uygulamalarını hedef alan "çıkışlar" yapar. Çünkü, yazarın amacı, aynen sosyal sefaletin kaynağı gibi, adaletin temel ilkelerinin soyutluğuna yönelik bir eleştiri, bir "gerçekçilik" yapmak değildir.
Yaklaşık elli yıl önce. Alman düşünürü Imma-nuel Kant'ın* savunduğu adalet anlayışı çıkar sanki burada karşımıza: Adaletin normları ve haklılığı sorgulanmaz, yasaların icra edilmesidir aslolan. İcra, meşruiyetini de beraberinde taşır. Dolayısıyla "salt hukuk" anlayışı gibi bir durum vardır karşımızda. Ama işte icra'nın kayıtsızlığı, kanıtlar karşısındaki önyargıları, işleyişin bütün aksaklıkları, belki budur eleştirilmesi gereken (Devrim sırasındaki ayaküstü mahkemelerin bir tür uzantısını, insan hayatını ilgilendiren kararlardaki sorumsuzluğu vb Sefiüer'deki duruşmalarda da buluyoruz!)
Jean Valjean neyin kurbanıdır?: Korkunç bir sefaletin; peki bu sefalet zamanüstü bir olgu mudur, yoksa aşılabilecek, geçici bir durum mudur Hugo'nun bakışında? Okurun bu tür sorularla romana yaklaşması verimli bir okuma sağlayacaktır diye düşünüyoruz. Hugo, hukukun normlarının meşruiyetini ve geçerlilik koşullarını sorgulamak yerine, yer yer imalar yapsa da haksızlığı ya da katı adalet anlayışını Komiser Javert'in patojen (has-
Immanuel Kant (1724-1804): Aydınlanma felsefesinin en önemli temsilcilerinden Alman filozof.
-23-
talıklı) kişiliğinde cisimleştirerek, bir yandan eleştirisini başka kanala yöneltir, öte yandan modern psikolojik romandan pasajlar çalar: Gerçekten de Javert, geçerliliği ve meşruiyeti tartışılamayacak yasaların "işletilişindeki" kristalleşmiş hali, bir tür robottur. Ödünsüzlüğü, kendinden emin oluşu, dünyayı suçlu ve suçsuzlar katılığında ikiye ayırışı, kuru mantığı, aydınlanmanın akıl mistisizmine de bir cevaptır belki; "düşünüyorum öyleyse varım"ın yerine, hissediyorum, öyleyse vanm"ın geçirilmesine bir çağrıdır. Belki bir an, Jean Valjean'ın üvey kızı Cosette'in sevgilisini barikatlardan kurtardığı o an, "hisseder" ve insanlaşır komiser, "akılcı" kimliğinden sıyrılıp "insan olur" ve Seine Nehri'nin karanlık sularına atlar. Onu hep bir izleyici olarak algılarız; Jean Valjean'ın geçmişinin peşindeki bir takipçi; ne ona ne içine bakabiliriz kolayca; bakabilmiş olsak, belki sevgisiz büyümüş ve ödipal yolun hemen başında tıkanıp kalmış, cinsel objeyi değiştirememiş büyük bir çocuk buluruz bu yalnızlığın gerisinde.
Victor Hugo'nun bu romanı, Homeros'un* destanı ile karşılaştırılır. Destan; savaşların, zorlukların, kaderin acımasız kementlerinin engellerinden geçerek, ama hep genel geçerli "erdemlerin" sınırını ihlal etmeden kendini gerçekleştirenlere ithaf edilmiş bir türdür, ya da armağan. Victor Hugo, sokak serserisi Gavroche'dan, barikatlarda direnen avukat Mari-us Pontmercy'ye kadar "halka" bir destan armağan edebiliyor; ve bu destanın mimarı, Mesihimsi** kon-turlan pek de gizlenemeyen, o büyük, yüce ahlakın, en büyük özverilerin sahibi Jean Valjean.
SEFİLLER
Veysel Atayman Kasım 2005, İstanbul
* Homeros (İÖ 9. ya da 8. yy): Eski Yunan'm en büyük destanları îlyada ve Odysseia'yı yazdığı kabul edilen yazar.
** İsa Peygamberin adlarından biri.
-24-
BİRİNCİ BÖLÜM FANTİNE
BİRİNCİ KİTAP
DÜRÜST BİR İNSAN
1. Mösyö Myriel
1815 yılında, Monsenyör Charles-Franço-is-Bienvenu-Myriel, yetmiş beşlerine merdiven dayamış olan bu ihtiyar, 1806 yılından beri Digne'deki piskoposluk görevindeydi. Her ne kadar, anlatacağımız, ilişkilendireceğimiz şeyle çok uzaktan bağlantısı bulunsa da, her şeyi eksiksiz ve doğru sunma adına, onun piskoposluk bölgesine ulaşmasıyla birlikte hakkında dolaşmaya başlayan bilgileri ve söylentileri not etmek yararsız olmayacaktır.
İster doğru ister yanlış olsun insanlar hakkında söylenenler, onların hayatında yaptıkları işlerden çok daha önemli bir rol oynar.
Mösyö Myriel, Aix meclisinde danışmanlık yapan seçkin din adamlarından birinin oğluydu. Babası, meclis üyelerinin aileleri arasında yaygın olan bir âdete uyarak, yerini oğluna bırakabilmek için daha on sekiz yirmi yaşlarındayken onun için bir evlilik bağlantısı yapmıştı. Bu evliliğe karşı çıkmayan Charles Myriel'in kendisinden söz edilmesini sağlayacak ve dikkatleri üzerine çekecek başka şeyler yaptığı söyleniyordu. Ufak tefek olmasına rağmen hoş yapılı, kibar, zarif ve zeki bir insandı. Hayatının ilk dönemini dünyaya ve -29-
onun zevklerine adamıştı. Devrim gelince olaylar birbirini kovalamış, meclise mensup ailelerin bir kısmı kovulmuş, bazısı göç etmeye zorlanmış, sonunda dağılıp gitmişlerdi. Mösyö Charles Myriel, daha devrimin ilk günü İtalya'ya göç etti. Karısı yıllardır çektiği bir göğüs hastalığı nedeniyle İtalya'da öldü. Çocukları yoktu. Daha sonra Mösyö Myriel'in başına acaba neler geldi? Eski Fransız toplumunun yıkılışı, ailesinin dağılması, onlara uzaktan korku içinde bakan yurtdışındaki sığınmacılara daha yıldırıcı görünen 1793 yılının trajik sahneleri, belki de onun gönlünde, dünyadan el etek çekmek ve yapayalnız yaşamak düşüncesini doğurmuştu. Yoksa o, hayatını daha sonra tamamen belirleyecek ve tüketecek olan o hayallerden ya da heyecanlardan birinin ortasındayken, kimi zaman insanın yüreğine darbeler vurarak, sosyal felaketlerin sarsamadığı adamı bazen kahreden o esrarengiz ve korkunç rüzgârlardan birinin şiddetiyle mi sürüklenmişti? Buna kimse cevap veremezdi. Bilinen bir şey varsa, o da, İtalya'dan papaz olarak döndüğüydü.
1804'te Mösyö Myriel, Brignolles'de papazdı. İyice yaşlanmıştı ve yapayalnız yaşıyordu.
Napoleon'un taç giyme törenine yakın
günlerde göreviyle ilgili bir iş yüzünden (bu
işin ne olduğu pek bilinmiyordu) Paris'e gitti.
Kendi dini bölgesine yardım sağlamak
amacıyla kilise otoritesini temsil eden kişiler
arasında bulunan Kardinal Fesch'e başvurdu.
Bir gün İmparator Napoleon, amcasını ziya-
-30-
rete geldiğinde, holde bekleyen bu değerli rahip, majestelerinin yolu üzerine çıkmıştı.
Karşısındaki yaşlı kişinin kendisine ilgiyle baktığını gören Napoleon, yanındakilere dönerek, "Bana bakan bu adamcağız kim?" diye sordu.
Mösyö Myriel, "Efendim, siz iyi bir adama, ben de büyük bir adama bakıyorum. İkimiz de bundan yararlanabiliriz," dedi.
O akşam imparator, kardinale bu rahibin adını sordu. Aradan biraz zaman geçince, Mösyö Myriel kendisinin Digne piskoposluğuna atanmış olduğunu görüp şaşırmıştı.
Bütün bunların ötesinde, Mösyö Myriel'in daha önceki hayatıyla ilgili olarak' anlatılanlarda ne derece doğruluk payı bulunduğunu kimse bilmiyordu. Devrimden önce Myriel'leri tanımış olan ailelerin sayısı pek azdı.
Gevezelik eden dillerin çok, düşünen kafaların az olduğu küçük bir şehre yeni gelen insanların başına gelenlerin aynısı Mösyö Myriel'in de başına gelmişti. Piskopos olduğu halde ve bir bakıma da zaten piskopos olduğundan başına gelenleri çekmek zorunda kaldı. Ama onun adının karıştırıldığı dedikoduların hepsi, sadece dedikoduydu; kuru sesler, boş konuşmalar, boş sözler, sözün kısası, güneyin o etkileyici deyişiyle paîabres.*
Ama Digne'de dokuz yıl süren piskoposluktan ve asıl ikametini oraya almasından sonra, önce küçük kasabaları ve küçük insanları sarıp sarmalayan bu dedikodular, gevezelik, sohbet konulan sonsuza kadar unu-
Palavra.
-31-
tuldü. Artık kimse bunları söz konusu etmeye, hatta hatırlamaya cesaret edemiyordu. Mösyö Myriel, Digne'ye kendisinden on yaş küçük ve hiç evlenmemiş olan kız kardeşi Matmazel Baptistine'le birlikte gelmişti.
Tek hizmetçi olarak yanlarında Matmazel Baptistine'le yaşıt olan Madam Magloire vardı. Daha önce Mösyö Myriel'in hizmetçisiy-ken, şimdi hem Matmazel Baptistine'in oda hizmetçiliğini hem de piskoposun kâhyalık görevini üzerine almıştı.
Matmazel Baptistine, uzun boylu, zayıf, solgun biriydi. 'Saygıdeğer' sözünün ifade ettiği fikir ve anlamlan, kimliğinde dört dörtlük gerçekleştirmişti; çünkü, genelde bir kadının yaşlı ve saygıdeğer olabilmesi için anne olması gerekli gibidir. Oysa o, bu özelliği taşımıyordu. Gençliğinde de güzel değildi. Sürekli hayır işleriyle geçen dindar hayatı ona bir tür duru bir beyazlık, bir aydınlık vermişti ve yaşlandıkça, iyilikten gelen güzellik diyebileceğimiz bir güzellik kazanmıştı. Gençliğindeki zayıflık ve incelik, yaşlılığında onu iyice berrak bir görünüm vermişti ve bu kutsal, manevi hava, ona meleğin ışın saçan görünümünü sunuyordu. Matmazel Baptistine, ölümlü bir bakireden çok, bir ruhtu. Bedeninin biçimi gölgemsiydi. Fiziğinin özelliği ancak cinsiyetini ortaya koyabilecek kadar göze çarpıyordu. Sanki, ışıkla dolu bir tutam maddeydi. İri gözleri hep önüne bakardı. Bir ruhun yeryüzünde durmasına yarayan bir vesileydi sanki.
Madam Magloire ufak tefek, beyaz, tom-
-32-
bul ve yaşlıydı. Hiç boş durmaz, bir yandan yaptığı işler, öte yandan astımı yüzünden her zaman soluk soluğa dolaşırdı.
Mösyö Myriel, görev yerine geldikten sonra piskoposluk sarayına, imparatorluğun piskoposunu, feld mareşal rütbesinin yanına yerleştiren kararnameyle atanmıştı. Binbaşı ve belediye başkanı, ona ilk ziyareti yapanlardandı. Mösyö Myriel de emniyet müdürünü ve generali ziyaretiyle onurlandırmıştı. Yerleşme bittikten sonra bu küçük şehir, yeni piskoposun ne yapacağını beklemeye başlamıştı.
2. Mösyö Myriel, Monsenyör Bienvenu Oluyor
Digne'nin piskoposluk sarayı hastanenin yanındaydı. Bu güzel ve büyük taş yapı, geçen yüzyılın başında Paris İlahiyat Fakültesi mezunu, Simore rahipliği ve 1712'de Digne piskoposluğu yapmış olan Monsenyör Henri Puget tarafından yaptırılmışta. Saray gerçekten de lordlara layık bir yerdi; her şeyin üstüne büyük bir ihtişam havası sinmişti. Piskoposun oturduğu daireler, salonlar, eski Floransa anlayışına uygun olarak çok geniş tutulmuş ve gösterişli, büyük ağaçlarla kaplı bir bahçeyle çevrilmişti. Birinci katta bahçeye açılan, girişteki büyük yemek salonunda Henri Puget 29 Temmuz 1714 tarihinde büyük bir ziyafet vermişti. Bu ziyafette Em-brun arşöveği Charles Brûlart de Genlis, Grasse piskoposu Antoine de Mesgrigny, Sa-int Honore de Lerins rahibi ve Fransa'nın büyük keşişi Philippe de Vendöme, Venedik -33-
piskoposu François de Berton de Grillon, Glandeve piskoposu Cesar de Sabran de For-calquier ve kralın özel kilisesinin papazı Se-nez piskoposu Jean Soanen bulunmuştu. Birlikte yemek yemiş olan bu yedi büyük din adamının portreleri salonu süslüyordu ve bu unutulmaz 29 Temmuz 1714 tarihi de altın harflerle, beyaz bir mermer masanın üstüne kazınmıştı.
Hastane tek katlı, alçak ve dar bir binaydı. Önünde küçük bir bahçesi vardı.
Geldiğinden üç gün sonra piskopos hastaneyi ziyaret etti. Ziyaret bitince müdürden gelip kendisini görmesini rica etti.
"Müdür bey, şu anda ne kadar hastanız var?" diye sordu.
"Yirmi altı, efendim."
"Evet, ben de öyle saymıştım."
"Yataklarımız çok dolu."
"Evet, fark ettim."
"Odalarımız da küçüktür. Havası kolay kolay değişmiyor."
"Evet, öyle."
"Güneş açtığında da dışarı çıkan hastalara bahçemiz küçük geliyor."
"Ben de bunu düşünüyordum."
"Salgın hastalıklar olunca hastaların sayısı bazen yüze çıkıyor. Bu yıl tifüs oldu. İki yıl önce de başka bir salgın hastalıkla karşılaştık. Böyle durumlarda ne yapacağımızı bilemiyoruz."
"Hakkınız var."
"Ne yapalım efendim. Boyun eğmekten başka bir şey gelmiyor elimizden."
-34-
Bu konuşma, birinci kattaki büyük yemek salonunda geçiyordu.
Piskopos bir an sustu. Sonra ansızın hastane müdürüne döndü:
"Bu salonun kaç tane yatak alabileceğini tahmin edersiniz?"
"Efendimizin yemek salonunun mu?" Müdür şaşkına dönmüştü.
Piskopos, salonun dört bir yanına bakıyor ve birtakım hesaplar yapıyor gibi görünüyordu.
Sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi; "En az yirmi yatak alır," dedi, sonra sesini yükselterek, "müdür bey, şimdi söyleyeceklerimi iyi dinleyin. Bu işin içinde bir yanlışlık var. Siz yirmi sekiz kişi, küçücük beş ya da altı odada oturuyorsunuz. Oysa biz üç kişi olduğumuz halde, altmış kişinin barınabileceği bir yere sahibiz. Bu işte bir yanlışlık var diyorum. Siz benim yerimi, ben de sizin binanızı alacağım. Siz burada oturacaksınız. Bana da ufak yeri verin."
Ertesi gün, yirmi altı yoksul hasta piskoposun büyük konağına, piskopos da küçük hastanedeki yerine yerleşmişti.
Mösyö Myriel'in serveti yoktu. Ailesi Dev-rim'de darmadağın olmuştu, kız kardeşinin beş yüz franklık ömür boyu geliri vardı. Bu para da ancak kendi özel masraflarını karşılıyordu. Mösyö Myriel de, piskoposluk görevine karşılık devletten on beş bin frank alıyordu. Hastaneye yerleştiği gün Mösyö Myriel gelirinin nasıl harcanacağını, bir daha değişmemek üzere şöyle tespit etti. Aşağıdaki sayıları kendi eliyle yazdığı bir nottan aldık:
-35-
Evimin Masrafını Düzenlemek Üzere Aldığım Notlar:
Küçük seminer için: Bin beş yüz livre.
Ruhani kongresi için: Yüz livre.
Montdidier Lazaristleri için: Yüz livre.
Paris yabancı ruhani semineri için: İki yüz livre.
Kutsal Ruh Toplantısı: Beş yüz livre.
Kutsal-Toprak'ta dini ayin için: Yüz livre.
Anne Sevgisi dernekleri için: Üç yüz livre.
Arles'deki dernek için: Elli livre.
Hapishanelerin ıslahı için: Dört yüz livre.
Tutukluların refahı ve ıslahı için: Beş yüz livre.
Borç nedeniyle hapse giren babaların tahliyesi için: Bin livre.
Yoksul öğretmenler için: İki bin livre.
Alpler'deki ambarlar: Yüz livre.
Manosque ve Sisteron'daki yoksul kızların okutulması için kadınlar birliğine: İki bin livre.
Yoksullar için: Altı bin livre.
Kişisel masrafım için: Bin livre.
TOPLAM: On beş bin livre.
Mösyö Myriel, Digne piskoposluk makamında bulunduğu süre boyunca bu harcama planında bir değişiklik yapmadı. Görüldüğü gibi, buna "evimin masraflarını düzenleme" diyordu.
Bu kurallar, Matmazel Baptistine tarafından itirazsız kabul edildi. Bu dindar kadın için Mösyö Myriel, hem ağabeyi hem de piskoposuydu; kan bağlarıyla bağlı akrabası, kilise otoritesinin temsilcisi olarak da amiriydi. Ağabeyini ağırbaşlı bir tavırla duygularına ka-pılmaksızın hem seviyor hem de ona hayranlık duyuyordu. Ağabeyi konuştuğu zaman dinliyor, eylem ve davranışlarında ona yardım ediyordu. Az da olsa mırıldanan tek insan hiz-
-36-
metçi Madam Magloire'du. Piskopos kendisine bin frank ayırıyordu. Matmazel Baptistine'in geliri ile birlikte yılda ellerine bin beş yüz frank geçiyordu. Bu iki yaşlı kadın ve piskopos işte bu parayla yaşıyorlardı.
Dahası, bir köy rahibi Digne'ye geldiği zaman Madam Magloire'un elinin sıkılığı ve Matmazel Baptistine'in kusursuz yöneticiliği sayesinde piskopos, misafirini ağırlayıp memnun edecek imkânı buluyordu.
Piskopos, Digne'ye geldiğinden üç ay kadar sonra, bir gün şöyle dedi:
"Bütün bunlara rağmen kıt kanaat yaşıyorum."
Madam Magloire hemen söze karıştı:
"Elbette. Monsenyör şehirdeki araba masraflarıyla piskoposluk bölgesindeki teftiş gezilerinin masrafları için devletin verdiği ödeneği istemedi. Eskiden bütün piskoposlar alırdı."
Piskopos, "Çok doğru, hakkınız var Madam Magloire," diye cevap verdi.
Bir süre sonra, piskoposun isteklerini göz önünde tutan genel konsey, kendisine yıllık üç bin frank verdi. Bu para, piskoposa 'araba ve yazın yapılacak gezilerin giderlerini karşılamak üzere' verilmişti.
Bu paranın bağlanması Digne'de bulunan burjuvaların gürültü koparmalarına neden oldu. İmparatorluk senatörlerinden ve Beşyüz-ler Konseyi'nin üyesi, On sekizinci Brumai-re'ın avukatı ve şimdi de Digne'nin yakınlarında kendisine oturması için verilen muhteşem senatörlük konağında oturan bir imparatorluk senatörü, bu bahaneyle Diyanet İşleri Ba-
-37-
kanı Mösyö Bigot de Preameneu'ya piskoposla ilgili öfkeli, gizli bir mektup gönderdi. Aşağıdaki satırlar bu mektuptan alınmıştır:
"Araba masrafı için para mı? Dört binden daha az nüfuslu küçük bir şehirde buna neden gerek duymuş olabilir? Kır gezileri masrafı mı? Bu geziler neye yarar ki? Sonra bu dağlık ülkede gezi yapmak nasıl mümkün olabilir? Yol yok. Dolaşmak için yalnızca at kullanılabilir. Durance ile Château-Amoux'daki köprüden bile öküz arabaları ancak geçebiliyor. Zaten din adamlarının hepsi para düşkünüdürler. Bu kişi, başlangıçta iyilik havarisi izlenimi bırakmıştı. Ama şimdi ötekiler gibi davranıyor; bir gezi, bir de posta arabası talep ediyor. O da eski piskoposlar gibi lükse düşkün. Bu yobazlar yok mu? Efendim, imparator bizi bu makarna rahiplerinden kurtarmadıkça işler yoluna girmez. Kahrolsun papa! (Roma'yla işler kötüleşiyor.) Kişisel fikrimi sorarsanız ben Sezar taraftarıyım..." vs...
Öte taraftan, bu başvuruya Madam Mag-loire pek seviniyor, Matmazel Baptistine'e şöyle diyordu:
"Monsenyör işe başkalarını düşünerek başladı; ama artık sonunda kendini düşünmek zorunda kaldı."
Aynı akşam, piskopos, yazdığı bir notu kız kardeşine veriyordu. Notta şunlar yazılıydı: .
Araba ve Teftiş Gezileri Masrafı
Hastalara sıcak yemek için: Bin beş yüz livre. Aix'deki yardımseverler için: İki yüz elli livre.
-38-
Draguignan Anneler Cemiyeti: İki yüz elli livre. Terk edilmiş çocuklar için: Beş yüz livre. Öksüz ve yetimler için: Beş yüz livre. TOPLAM: Üç bin livre.
Mösyö Myriel'in bütçesi işte böyle düzenlenmişti.
Evlenme ilanları, muafiyet belgeleri, vaftizler, nikâhlar, vs gibi piskoposluğa gelir sağlayan işlemlerden alınan harçlara gelince, piskopos bunları yoksullar hesabına öderken, aynı titizlikle zenginlerden almaktan geri kalmıyordu.
Aradan bir süre geçince para bağışlan artmaya başladı. Parası olanlar da olmayanlar da Mösyö Myriel'in kapısını aşındırıyordu. Kimisi sadaka veriyor, kimisi istiyordu. Bir yıl geçmeden Mösyö Myriel, iyilikseverlerin
kasadan, ihtiyacı olan herkesin destekçisiydi. Elinden büyük paralar geçiyor, ama yaşam tarzında en ufak bir değişiklik bile olmuyordu.
Geleneklere göre piskoposlar, emirlerinin ve resmi mektuplannm ya da kararnamelerin üzerine vaftiz adlarını yazarlardı. O bölgenin yoksullan, bir çeşit sevgi içgüdüsüyle piskoposun adlan arasından kendileri için bir anlam taşıyanını seçmişler ve ona sadece Monsenyör Bienvenu adını vermişlerdi. Biz de onlar gibi yapacağız. Zaten bu şekilde adlandı-nlmak Mösyö Myriel'in hoşuna gidiyordu.
"Bu ad hoşuma gidiyor. Bienvenu, Mon-senyör'ün kusurunu gideriyor," diyordu.
Burada çizmeye çalıştığımız portrenin akla yatkın olduğunu söyleyemeyiz. Sadece onun aslına benzediğini söyleyebiliriz.
-39-
3. İyi Piskoposa Zor Piskoposluk
Piskopos teftiş gezilerini eskisi gibi sürdürmekten geri kalmıyordu. Yorucu bir işti Digne piskoposluğu. Pek az ova, pek çok dağ vardı ve az önce gördüğümüz gibi hemen hemen hiç yol yoktu. Otuz iki köy kilisesi, kırk bir papaz vekilliği ve iki yüz seksen beş şubesi vardı. Bunların birer birer ziyaret edilmesi zor bir işti. Ama piskopos bu işin üstesinden geliyordu. Yakın yerlere yaya, ovadakilere iki tekerlekli köy arabasıyla, dağdakilere ise katır semerine bağlanmış iskemle üzerinde gidiyor, iki yaşlı kadın kendisine eşlik ediyordu. Yol çok zahmetli olduğu zamanlar yalnız giderdi.
Bir gün, piskoposluğa bağlı eski bir şehir olan Senez'e eşek sırtında geldi. O sıralar kesesi tamtakır olduğundan, başka bir taşıt bulmaya imkân olmamıştı. Piskoposluk binasının kapısında onu karşılamaya gelen şehrin belediye başkanı utangaç ve şaşkın bakışlarla onun eşekten inişini seyrediyor, çevresindeki birkaç kişi ise gülüşüyorlardı. "Sayın başkanım," dedi piskopos, "ve sayın mösyöler, görüyorum ki halim sizleri şaşırtıp utandırıyor. Yoksul bir rahibin Hazreti İsa efendimizin bineği olan bir hayvana binmiş olmasını gerçekten kendini beğenmişlik sayıyorsunuz. İnanın ki, bunu zorda kaldığımdan yaptım, yoksa boş gururumdan değil."
Bu gezilerinde hoşgörülü ve yumuşak olurdu ve vaaz vermekten çok, sohbet ederdi. Akü yürütürken örneklerini öyle uzaklarda aramazdı. Bir yerin halkına, komşu yeri örnek olarak gösterirdi. Sıkıntıya düşmüş kişilere
-40-
hor davranılan bir bölgede şöyle derdi: "Brian-çon'lulara bakın hele. Muhtaçlara, dullara, yetim ve öksüzlere ötekilerden üç gün önce çayırlarını biçme hakkını tanıdılar. Bunların evleri yıkıldığında hiçbir karşılık almadan yeniden yapıyorlar. Bu yüzden, Tann'nın takdisini kazanmış bir bölge oldular. Tam yüz yıl var ki, içlerinden tek bir katil bile çıkmadı."
Kazancına ve ürününe düşkün köylerde şöyle diyordu: "Embrün'lüleri gidin de görün. Hasat vakti bir aile babasının oğullan askerde, kızları şehirde hizmetteyse ve kendisi de hasta ve iş yapamaz durumdaysa, papaz, vaaz verirken ona yardım edilmesini ister. Böylece pazar günü ayinden sonra b'îutün köy halkı erkek, kadın, çoluk çocuk, o biçarenin tarlasına gidip, ekinlerini kaldırır, samanını ve tanelerini de ambarına taşırlar."
Para ve miras sorunlarından ötürü parçalanmış ailelere şunları söylüyordu: "Devoluy dağlılarına bakın hele. Öyle vahşi bir bölge ki, elli yılda bir bile bir bülbülün öttüğü duyulmaz. İşte orada, bir ailede baba öldüğü zaman oğullar, koca bulabilsinler diye malı mülkü kızlara bırakıp gurbete para kazanmaya giderler."
Birbirlerini mahkemeye vermeye meraklı olan çiftçilerin pullu kâğıtlar arasında iflas ettikleri bölgelerde şöyle derdi: "Queyras vadisindeki şu iyi köylülere bakın. Topu topu üç bin can. Ama Yaradan'a kurban olayım. Sanki küçük bir cumhuriyet; ne yargıç ne de mübaşir bilirler. Belediye başkanı her işi görür: Vergileri bölüştürür, herkesi adil bir şekilde vergilendirir, miras kalan mallan ücretli-
siz paylaştırır, ilanları bedelsiz verir. Ona itaat ederler, çünkü dürüst bir insandır."
Öğretmeni olmayan köylerde yine Quey-ras'lılan örnek gösteriyordu: "Biliyor musunuz nasıl yapıyorlar?" diyordu. "On iki on beş ocaklı küçük bir yer, bir öğretmeni devamlı olarak besleyemeyeceğine göre, bütün vadi halkı birleşip bir öğretmen tutuyorlar, o da köy köy dolaşıp, sekiz gün birinde on gün ötekinde kalarak ders veriyor. Bu hocalar panayırlara da gidiyorlar, onları oralarda gördüm. Şapkalarının şeridinde taşıdıkları tüy kalemlerden tanınıyorlar. Sadece okuma öğretenler tek kalem, hem okuma hem yazma öğretenler iki kalem, hem okuma hem hesap hem de Latince öğretenler üç kalem taşıyor ve bu sonuncular büyük birer bilgin oluyorlar. Şu cahillik ne utanılacak bir şey! Siz de Qu-eyras'lılar gibi yapmalısınız."
İşte onlarla böyle ciddi ve babacan bir tavırla konuşuyordu. Verecek örnek bulamadığında kendisi kıssadan hisse çıkartacak hikâyeler uyduruyor, dosdoğru amaca yönelen sınırlı, ama imge yüklü cümleler kullanıyordu. İsa'nın konuşma sanatı da buydu; inanmış ve inandırıcı.
4. Birbirine Benzeyen İşler
Piskoposun sohbeti tatlı ve neşeliydi. Ömürlerini onun yanında geçiren iki kadının seviyesine göre davranıyordu. Güldüğü zaman, bir okul çocuğu gibi gülerdi.
Madam Magloire ona gönülden "Yüce Efendimiz," diye hitap ederdi. Bir gün, piskopos koltuğundan kalkıp kitap almak için kü-
-42-
tüphanesine doğru yürüdü. Üst raflarda duran kitaplardan birini alması gerekiyordu. Boyu epeyce kısa olduğundan, almak istediği kitaba bir türlü erişemiyordu. "Madam Magloire, bana bir iskemle getirin," dedi. "Yüceliğim şu rafa kadar erişemiyor."
Uzak akrabalarından olan Lö kontesi, piskoposun huzurundayken, üç oğlunun 'umutlan' dediği şeyleri birer birer sıralama fırsatını hemen hemen hiç kaçırmazdı. Kontesin çok yaşlı, bir ayağı çukurda birçok akrabası vardı ve elbette oğullan bunlann mirasçılan durumundaydılar. Üç oğlundan en genci büyük bir haladan tam yüz bin livrelik bir gelire konacaktı. İkincisi, amcasının düklük unvanına adaydı. En büyükleri ise dedesinden Yüksek Yasama Meclisi üyeliğini devralacaktı. Piskopos, bu masum ve bağışlanabilir analık gösterisini genellikle sessiz sedasız dinlerdi. Ne var ki, bir defasında Madam de Lö bütün bu miras işlerini, bu 'umutlar'ı etraflı bir şekilde tekrarladığı sırada, piskopos her zamankinden daha dalgın görünüyordu. Kontes, sabn biraz taşmış bir tavırla piskoposa dönüp, "İlahi yeğen! Ne düşünüp duruyorsunuz canım?" dedi.
"İlgi çekici bir şey düşünüyorum," diye cevap verdi piskopos: "Sanınm Aziz Augusti-nus'daydı: Umudunuzu hiçbir zaman mirasına konamayacağınız kimselere bağlayın."
Bir başka zaman da, ülkenin soylulann-dan birinin öldüğünü bildiren bir mektup almıştı. Mektupta uzun bir sayfa ölünün ve bütün akrabalannm derebeylik ve soyluluk
-43-
unvanları bir bir sayılıp dökülüyordu: "Ölünün amma da sağlam sırtı varmış!" diye yüksek sesle söylendi piskopos. "Ona çok rahat taşıttıkları şu unvanlara bak, ne muhteşem bir yük, mezar çukurunu bile kendi boş gururlarını tatmin etme yolunda kullanmak için, şu insanlar ne kadar da ince düşünceli oluyorlar."
Sırası geldiğinde, içinde daima ciddi bir anlam bulunan tatlı bir alaycılığı vardı. Bir paskalya öncesi büyük perhizde Digne'ye genç bir papaz yardımcısı geldi ve katedralde vaaz verdi. Oldukça iyi ve yerinde konuştu. Vaazın konusu hayır işlemekti. Elinden geldiğince dehşet verici bir biçimde tasvir ettiği cehennemden kurtulup, yine elinden geldiğince arzulanır ve sevimli bir biçimde anlattığı cennete erişebilmek için zenginleri, yoksullara bir şeyler vermeye çağırdı. Dinleyiciler arasında, Mösyö Geborand adında, işten el çekmiş, tefeci zengin bir tüccar vardı. Kaba yünlü kumaş, çuha ve bir tür kasket satarak iki milyon kazanmıştı. Mösyö Geborand, ömründe hiçbir yoksula sadaka vermemişti. Ama bu vaazı dinledikten sonra, her pazar katedralin kapısındaki ihtiyar dilenci kadınlara bir metelik vermeye başladığı görüldü. Meteliği paylaşacak dilenciler altı kişiydiler. Bir gün, onu hayrını yaparken gören piskopos gülümseyerek kız kardeşine, "Bak, Mösyö Geborand bir meteliklik cennet satın alıyor," dedi.
Hayır işi söz konusu oldu mu, reddedilmek bile onu yıldırmaz, hemen karşısındakini düşünmeye zorlayacak sözler bulup söyler-
-44-
di. Bir gün, şehrin salonlarından birinde yoksullar için para topluyordu. İhtiyar, zengin ve cimri Champtercier markisi de oradaydı. Bu marki aynı zamanda hem aşın kralcı hem de Voltaireci olmak gibi bir marifete sahipti. Bu tür insanlar vardır. Piskopos onun yanına gelince, koluna dokundu: "Marki hazretleri, bana bir şeyler vermeniz gerekiyor," dedi.
Marki döndü ve kuru bir tavırla: "Mon-senyör, benim kendi yoksullarım var," diye cevap verdi. "Öyleyse onları verin bana," dedi piskopos.
Bir gün katedralde şöyle bir vaaz verdi: "Çok aziz kardeşlerim, iyi dostlarım, Fransa'da bir milyon üç yüz yirmi bin köy evinin dışa açılan sadece üç deliği bulunuyor, bir milyon sekiz yüz on yedi binin iki deliği, yani bir kapısıyla bir penceresi ve sonuçta üç yüz kırk altı bin kulübenin de ancak bir tek deliği, yani kapısı var. Ve bunun nedeni de kapı, pencere vergisi denilen şey. Şimdi siz, o yoksul aileleri, yaşlı kadınları, küçücük çocukları bu barınaklara koyun, sonra da ateşli hastalıkları seyredin! Yazık! Tanrı insanlara havayı veriyor, yasalar ise bu havayı onlara satıyor. Ben yasayı suçlamıyorum! Ama Tan-n'ya şükrediyorum. Isere'de, Var'da, Yukarı ve Aşağı iki Alpler'de, köylülerin çekçek arabaları bile yok, gübreyi sırtlarında taşıyor, yakacak kandilleri olmadığından çıralar ve reçineye batırılmış ip parçalan yakıyorlar. Bütün yukarı Dauphine bölgesinde bu böyledir. Altı aylık ekmeklerini birden yapıyor ve tezek ateşinde pişiriyorlar. Kışın bu ekmeği
-45-
baltayla kesiyor ve yiyebilmek için yirmi dört saat suda tutuyorlar. Kardeşlerim, merhametli olunuz! Çevrenizdekiler nasıl acı çekiyorlar, görünüz."
Provence'li olduğundan, bütün güneyli ağızlarına kısa zamanda yatkınlık kazanmıştı. Örneğin, aşağı Languedoc'lular gibi, "Eh bel Moussu, ses sage?" Aşağı Alp'liler gibi, "Onte anaras passa?" ya da Yukarı Dauphi-ne'liler gibi, "Puerte un bouen moutou embe un bouen froumage grase," derdi. Bu da halkın çok hoşuna gidiyor ve onun bütün ruhlara kolayca nüfuz etmesine yardımcı oluyordu. İster kulübede, ister dağ başında olsun, kendi evinde gibiydi. En derin anlamlı şeyleri en kaba ifadeler içinde söylemeyi biliyordu, herkesle anlayacağı dilden konuştuğundan, gönülleri fethediyordu.
Zaten yüksek sosyetedekiler için neyse, halktan insanlar için de oydu.
Hiçbir şeyi hemencecik, durum ve şartlan göz önüne almadan yargılamaz, "Hele yanılgıya götüren yolu bir görelim," derdi.
Kendisinin de gülümseyerek söylediği gibi, eski bir günahkâr olduğundan, katı ahlakçılara özgü tutuculuktan tamamen uzaktı ve hatır gönül tanımaz, erdem erbabı gibi kaşlarını çatmadan ve oldukça yüksekte bulunan bir yerden, aşağıdaki biçimde özetleyebileceğimiz bir doktrin öğretirdi:
"İnsanoğlu, üstünde kendisi için hem bir yük hem de bir baştan çıkarıcı olan ten taşır. O, bu teni hem taşır durur hem de ona boyun eğer.
-46-
İnsanoğlu bu teni gözaltında tutmalı, disiplin altına almalı, bastırmalı ve ancak son kerteye kadar dayandıktan sonra ona uymalıdır. Bu boyun eğiş de gerçi bir suç, ama bağışlanabilir bir suçtur. Düşüş olmasına düşüştür, ama diz üstüne bir düşüştür ve sonunda duaya dönüşebilir.
Azizlik mertebesine erişmek bir ayrıcalık, dürüst olmak bir kuraldır. Yanılın, kusurda bulunun, günah işleyin, ama dürüst olun.
İnsanoğlu için yasa, olabildiğince az günah işlemektir. Hiç günah işlememek, ancak meleklerin rüyasıdır. Dünyevi olan her şey günaha bağlıdır. Günah bir çekim merkezidir."
Herkesin bağırıp çağırdığını; Çabucak alınıp öfkelendiğini görünce, "Ah! Ah!" derdi gülümseyerek, "Açıkça görülüyor ki, herkesin işlediği büyük bir suç bu. Telaşa kapılan ikiyüzlüler hemen karşı çıkmaya başlayıp, kendilerini temize çıkarmaya yelteniyorlar."
Toplumun ağırlığı altında ezilen kadınlara ve yoksullara karşı son derece bağışlayıcıydı. Şöyle derdi: "Kadınların, çocukların, hizmetkârların, acizlerin, muhtaçların ve cahillerin kusurları; kocaların, babaların, efendilerin, güçlülerin, zenginlerin ve bilginlerin kusurudur."
Bir başka dediği de şuydu: "Bilgisizlere elinizden geldiği kadar çok şey öğretiniz; parasız eğitim vermediği için toplum suçludur; yarattığı gecenin sorumlusu odur. Bir ruh eğer karanlıkla doluysa, günah orada işini görür. Suçlu, günah işleyen değil, karanlığı yaratandır."
-47-
Görüldüğü gibi, her şey hakkında garip ve kendine özgü bir yargılama tarzı vardı. Sanırım İncil'den almıştı.
Bir gün, bir salonda, hazırlık soruşturması yapılan ve yakında yargılanması başlayacak olan bir cinayet davasından konuşulduğunu işitti. Zavallı bir adam, sevgilisine ve ondan olan çocuğuna olan sevgisinden ve de çaresizliğinden, sahte para basma yolunu tutmuştu. O devirde kalpazanlık hâlâ ölümle cezalandırılıyordu. Kadın, adamın ilk yaptığı sahte parayı daha piyasaya sürerken tutuklanmıştı. Onu ele geçirmişlerdi, ama ortada sadece kadının aleyhindeki kanıtlardan başka bir şey yoktu. Kadın, âşığını suçlayabilir ve onu mahvedebüirdi. İnkâr etti, ısrar ettiler. İnkâr etmekte direndi. Bunun üzerine kralın savcısının kafasında bir fikir belirdi: Kadının sevgilisi hakkında bir ihanet masalı uydurdu, ustaca tertiplenmiş mektup parçalanyla bir rakibesi olduğuna ve adamın onu aldattığına zavallı kadını inandırmayı başardı. O zaman kıskançlıktan çılgına dönen kadın, âşığını itiraflarıyla ele verdi ve her şey ispatlandı. Adam mahvolmuştu. Yakında, suç ortağıyla birlikte Aix şehrinde yargılanacaktı. Olay dilden dile dolaşıyor, herkes savcının becerikliliğine hayran oluyordu. İşe kıskançlığı sokarak, öfke aracılığıyla, gerçeğin ışımasını sağlamış, intikam duygusundan adaleti çıkarmıştı. Piskopos, bütün bu anlatılanları sessizce dinliyordu. Bittiği zaman sordu:
"Bu adamla bu kadın nerede yargılanacaklar?"
-48-
"Ağır ceza mahkemesinde."
Tekrar sordu: "Peki, ya sayın kralın savcısını nerede yargılayacaklar?"
Bir gün Digne trajik bir olaya tanık oldu. Adamın biri cinayetten ölüme mahkûm edildi. Bu ne tam olarak okumuş, ne de tam olarak cahil bir bahtsızdı. Panayırlarda soytarılık ve yazıcılık yaparak hayatını kazanıyordu. Dava şehir halkını hayli meşgul etti. Kararın infaz edilmesi için belirlenen günün arifesinde hapishanenin papazı hastalandı. Mahkûmun son anlarında yanında bulunacak bir rahibe ihtiyaç vardı. Gidip köy papazını çağırdılar. Söylendiğine göre, o da, "Beni ilgilendirmez. Bu iş angarya ve o soytarı bartâ göre değil, ayrıca ben hastayım, hem zaten benim yerim orası değil," diyerek reddetti. Bu cevabı kendisine ilettiklerinde piskopos şöyle dedi: "Papaz efendinin hakkı var, onun yeri orası değil, benim yerim."
Hemen kalkıp hapishaneye gitti. Soytarının hücresine indi, ona adıyla seslendi, elini tuttu ve konuştu. Yemeği ve uykuyu unutarak, mahkûmun ruhu için Tann'ya dua edip, ona da kendi ruhu için dua ettirerek bütün günü onun yanında geçirdi. Ona aslında basit şeyler olan büyük gerçekleri anlattı. Bir baba, kardeş ve dost oldu, sadece takdis ederken piskopostu. Ona her şeyi öğretti, bu arada huzur ve teselli verdi. Zavallı adam umutsuzluk içinde ölecekti. Onun için ölüm, uçurum gibi bir şeydi. Bu matemli ölümün eşiğinde ayakta, titreyerek duruyor, kendisini dehşetle geri çekiyordu. Ölüme karşı kayıt-
-49-
sız kalacak kadar cahil değildi. Ölüme mahkûm olmasının kendisinde yarattığı derin ruhsal sarsıntı, bizi o gizemli dünyadan ayıran ve adına hayat dediğimiz şeyde birtakım gedikler oluşmasına yol açmıştı. Açılan bu uğursuz gediklerden bu dünyanın dışına doğru durmadan bakıyor ve karanlıklardan başka bir şey görmüyordu. Piskopos ona ışığı gösterdi.
Ertesi gün talihsiz adamı almaya geldiklerinde piskopos hâlâ oradaydı. Adamın arkasından yürüdü ve kapşonlu mor cüppesiyle, boynunda piskoposluk haçı olduğu halde, iplerle bağlanmış bu zavallıyla yan yana kalabalığın önüne çıktı.
Üstü açık arabaya onunla birlikte bindi, idam sehpasına onunla birlikte çıktı. Bir gün önce o kadar üzüntülü, o kadar yıkılmış olan mahkûm, şimdi ışıltılı bir çehre taşıyordu. Ruhunun kutsal ruhla uzlaştığını hissediyor ve Tann'nın bağışlayıcılığma ereceğini umuyordu. Piskopos ona sarılıp öptü ve bıçağın düşeceği an ona, "İnsanın öldürdüğünü Tanrı yeniden diriltir; kardeşleri tarafından kovulan, Baba'yı bulur. Dua edin, inanın, gerçek hayata girin. Babanız oradadır," dedi. İdam sehpasından indiği zaman bakışlarında halkı etkisi altına alan bir şey vardı. Yüzündeki solgunluğun mu, yoksa huzur ve sükûnun mu daha hayranlığa layık olduğunu bilemiyorlardı. Yarı gülerek, 'sarayım' dediği mütevazı evine giderken, kız kardeşine, "Piskoposlara yaraşır bir ayin yönettim," dedi.
-50-
Çoğu zaman, en yüce şeyler en az anlaşı-labildiklerinden, bazıları piskoposun böyle davranmasını yorumlarken, bunun bir gösteriş olduğunu söylediler. Ama bu sadece salonlarda söylenen bir söz olarak kaldı. Bir hami gibi olan davranışlardan kötü anlam çıkarmak âdetinde olmayan halk duygulandı ve hayran kaldı.
Piskoposa gelince, giyotini görmek onda bir şok etkisi yaptı; uzun süre kendine gelemedi.
Gerçekten de, idam sehpasını orada hazırlanmış ve kurulmuş görmek insanda bir halü-sinasyon etkisi yapar. İnsan giyotini kendi gözleriyle görmediği sürece idam cezasına karşı az çok kayıtsız kalabilir, bu konuda ne olumlu ne de olumsuz bir yorum yapabilir, ama onu bir kere gördü mü, sarsıntısı çok şiddetli olur; artık bir karar vermek, lehinde ya da aleyhinde tavır almak zorundadır. Mais-tre gibi bazıları ölüm cezasına hayrandırlar; Beccaria gibi bazıları ise nefret ederler. Giyotin, konunun cisimleşmiş şeklidir, ona cezalandırıcı derler, kendisi tarafsız olmadığı gibi, sizin de tarafsız olmanıza izin vermez. Onu gören, titremelerin en esrarlısıyla sarsılır. Bütün toplumsal sorular bir giyotin satırının çerçevesinde kendi soru işaretlerini dikerler. İdam sehpası, bir tahta iskele ya da bir makine değildir; tahtadan, demirden ve iplerden ibaret cansız bir mekanizma da değildir. O, ne idüğü bilinmez karanlık niyetleri olan bir tür canlı varlık gibidir. Bu ahşap iskele sanki görüyor, bu makine işliyor, bu mekanizma akü yürütebiliyor, bu tahta, bu demir ve bu ipler istiyor-
-51-
lar, denilebilir. Varlığıyla, ruhu daldırdığı korkunç rüya içinde idam sehpası dehşet verici bir görünüm ortaya koyar ve yaptığı işle karışıp birleşir. İdam sehpası celladın suç ortağıdır; cellat parçalar, o insan eti yer, kan içer. İdam sehpası yargıçla marangozun birlikte oluşturdukları bir tür canavardır ve verdiği ölümlerin toplamından yapılan korkunç bir hayat yaşayan bir hayalettir sanki.
Bu yüzden etkisi feci ve derin oldu. İnfazın ertesi günü ve hatta üzerinden birçok gün geçtikten sonra bile piskopos bitkin görünüyordu. O uğursuz anın çarpıcı sükûneti kaybolmuş, toplum adaletinin hayaleti ona musallat olmuştu. Genellikle bütün yaptığı işlerden gönlünü nurlandıran bir hoşnutlukla dönen bu insan, şimdi kendisini suçlar gibiydi. Zaman zaman hazin bir sesle kendi kendine konuşuyor, yan duyulur bir sesle kekeleyerek mırıldanıyordu. Örneğin, kız kardeşinin bir akşam duyup kaydettiği bir konuşmasında şöyle diyordu: "Bunun bu kadar canavarca olduğunu hiç sanmazdım. İnsanoğlunun yasalarını göremeyecek kadar tanrısal yasalara gömülüp kalmak bir yanılsama olsa gerek. Ölüm ancak Tann'ya aittir. İnsanlar ne hakla bu meçhul şeye el sürüyorlar?"
Zamanla bu izlenimler hafifledi ve belki de büsbütün silindi. Ama piskoposun idamların yapıldığı meydandan geçmekten artık kaçınır olduğu da fark edildi.
Mösyö Myriel, hangi saatte olursa olsun hastaların ve ölüm döşeğindekilerin başucu-na çağrılabilirdi. En büyük görevinin, en bü-
-52-
yük işinin bu olduğunu çok iyi biliyordu. Dulların ya da öksüz ve yetimlerin ise onu çağırmalarına gerek bile yoktu, zaten kendiliğinden onlara gidiyordu. Sevdiği kadını kaybeden erkeğin, çocuğunu kaybeden ananın yanında saatlerce hiç konuşmadan oturmasını biliyordu. Ama, susulacak zamanı bildiği gibi, konuşulacak zamanı da bilirdi. İnsanları avutması hayranlık vericiydi. Acıyı unutarak silmeye değil, umutla yüceltmeye çalışırdı. Şöyle derdi: "Ölülere bakış tarzınıza dikkat ediniz. Çürüyen şeyi düşünmeyin. Gözünüzü ayırmadan bakın. Göğün derinliklerinde sevgili ölünüzün canlı ışığını göreceksiniz." İmanın en sağlıklı yol olduğunu biliyordu. Umutsuzluğa düşmüş insana, kaderine razı olan insanı göstererek, ona öğüt vermeye ve yatıştırmaya çalışır, bir yıldıza yönelen acıyı göstererek, gözünü bir mezar çukurundan alamayan acıyla değiştirmeye çabalardı.
5. Monsenyör Bienvenu'nun Cüppelerinin Uzun Süre Dayanması
Mösyö Myriel'in özel hayatı da sosyal hayatındaki düşünceleriyle paraleldi. Onu yakından tanıma fırsatı bulan biri için Sayın Digne piskoposunun kendi isteğiyle sürdürdüğü bu yoksul hayat, ibret verici ve hoş bir manzara olurdu.
Bütün yaşlılar ve çoğu düşünürler gibi o da az uyuyordu. Bu kısa ama derin bir uykuydu. Sabahlan bir saat süreyle kendi içine kapanır, sonra katedralde ya da kendi evinde sabah duasını okurdu. Duayı bitir-
-53-
dikten sonra kendi ineklerinin sütüne bandığı çavdar ekmeğiyle kahvaltı eder, daha sonra da çalışırdı.
Bir piskopos sürekli meşgul biridir. Her gün, piskoposluk sekreterini -ki genellikle piskoposluk meclisinden bir rahiptir bu- ve her gün olmasa da sık sık baş yardımcılarını, görüşmek üzere kabul etmesi gerekir. Kontrol edilecek dini kurumlar, verilecek imtiyazlar, gözden geçirilecek koskoca bir kilise kütüphanesi, dua ve ayin kitapları, yazılacak emirler, izin verilecek vaazlar, bölge rahipleriyle belediye başkanları arasında giderilmesi gereken anlaşmazlıklar, dini ve idari yazışmalar, buyandan devlet, bir yandan papalık; kısacası bir yığın iş.
Bu bir yığın işten, ayin ve dualardan artan vaktini muhtaçlara, hastalara ve dertlilere ayırıyor; dertlilerden, hastalardan, muhtaçlardan kalan vaktini de çalışmaya veriyordu. Kâh bahçesini beller, kâh okur, kâh yazardı. Bu iki ayrı çalışmayı tek bir kelimeyle ifade eder; 'bahçıvanlık' diye adlandırır, "Zihin son bahçedir," derdi.
Eğer hava iyiyse, öğleye doğru dışarı çıkıp kırlarda ya da şehirde dolaşır, sık sık yoksulların yıkık dökük evlerini ziyaret ederdi. Tek başına düşüncelerine dalmış, gözü yere, uzun bastonuna dayanarak, sırtında pamuklu sıcacık mor paltosu, kaba ayakkabılar içinde yine mor çoraplar ve başında üç sivri ucundan altın yaldızlı, püsküllü üç top sarkan yassı şapkasıyla yol aldığı görülürdü.
Onun olduğu her yerde bir bayram havası
-54-
eserdi. Uğradığı her yerde adeta ısıtıcı, aydınlatıcı bir şey vardı. Çocuklar ve yaşlılar güneşi görmeye çıkar gibi piskoposu karşılamaya gelirlerdi. O onları, onlar da onu takdis ederlerdi. Herhangi bir şeye ihtiyacı olanlara onun evini gösterirlerdi.
Orada burada küçük oğlanlarla ve kızlarla konuşur, onlara gülümser, parası olduğu zaman yoksulları, olmadığı zaman da zenginleri ziyaret ederdi.
Cüppelerini uzun süre kullandığı ve bunun farkına varılmasını istemediği için, şehirde dolaşmaya daima mor paltosuyla çıkardı. Bu da onu yaz mevsiminde biraz rahatsız ederdi.
Eve döndüğünde öğle yemeğini yer, bu da sabah kahvaltısına benzerdi.
Akşam yemeğini saat sekiz buçukta kardeşiyle birlikte yerdi. Madam Magloire masanın gerisinde ayakta durur, sofrada onlara saygı gösterirdi. Öyle bir yemekten daha mü-tevazısı olamazdı. Eğer piskoposun sofrasında rahiplerinden biri varsa, Madam Magloire bu fırsattan faydalanarak monsenyöre nefis bir göl balığı ya da lezzetli bir av eti sunardı. Her rahip, iyi bir yemek için bir bahane olurdu. Piskopos da buna aldırmazdı. Bunun dışında, her günkü yemeği haşlanmış sebzelerle zeytinyağlı çorbadan ibaretti. Bu yüzden şehirde, "Piskopos, rahip yemeği yemediği zaman keşiş yemeği yer," derlerdi.
Akşam yemeğinden sonra Matmazel Bap-tistine ve Madam Magloire ile yarım saat kadar sohbet eder, sonra odasına çekilir ve yaz-
-55-
maya koyulurdu. Bazen tek tek yapraklar üzerine, bazen de bir kitabın sayfa kenarlarına yazardı; az buçuk bilginliği de vardı. Oldukça ilgi çekici beş altı el yazması eser bırakmıştır. Bunlardan biri Tekvin'in; 'Başlangıçta Tann'nın ruhu suların üzerinde yüzüyordu' ibaresi üzerine bir inceleme yazısıdır. Bu eserinde, o, söz konusu ibareyi üç ayrı metinle karşılaştırdı. Tann'nın rüzgârları esiyordu' diyen Arapça ibare, 'Yukarılardan gelen bir rüzgâr yeryüzüne doğru koşuyordu' şeklindeki Flavius Josephe'in ibaresi ve nihayet Tann'dan gelen bir rüzgâr suların yüzünde esiyordu' diyen Onkelos'un Kaide dilindeki mealen çevirisi. Başka bir yazısında ise bu kitabın yazarının büyük amcası olan Ptole-maios Piskoposu Hugo'nun, ilahiyatla ilgili eserlerini incelemiş ve geçen yüzyılda Barley-court takma adıyla yayımlanmış çeşitli küçük el kitapçıklarının bu piskoposa ait olması gerektiği sonucuna varmıştı.
Bazen de elindeki kitap ne olursa olsun, okurken birdenbire derin bir düşünceye dalar ve bu dalgınlığından kurtulduğunda hemen elindeki cildin sayfalan üzerine birkaç satır bir şeyler yazardı. Bu satırların, yazılan kitabın içeriğiyle çoğu zaman hiçbir ilgisi yoktu. Örneğin şu an karşınızda bir kitabın sayfa kenarlarına onun tarafından yazılmış bir not duruyor. Kitabın adı: Lord Germaine'in General CÜnton ve General Cornıuallis ve Amerika'daki Amiraller ile Mektuplaşmaları. Versailles'da Poinçot kitabevi ve Paris'te des Augustinus rıhtımında Pissot kitabevi.
-56-
Not şöyle:
"Ey, var olan siz!
Siz ki, kilise adamlarına göre Kadir-i Mutlak, Muhabilere göre Yaradan, Efeslilere Yeni Ahit'teki Mektup'a göre Özgürlük, Baruch'a göre Ululuk, Mezmurlara göre Hikmet ve Hakikat, Yohanna'ya göre Işık, Krallara göre Rab, Hicret Kitabına göre Takdir-i İlahi, Levil-lere göre Kutsal Varlık, Esdras'a göre Adalet, Yaratıklara göre Tanrı, İnsana göre Baba'dır; Hz. Süleyman Bağışlayan adını veriyor. İşte bütün adlarınız arasında en güzeli."
Akşam saat dokuza doğru iki kadın birinci kattaki odalarına çıkarlar, onu sabaha kadar zemin katta yalnız bırakırlardı.
Burada, Digne piskoposunun evi hakkında tam bir fikir vermemiz gerekiyor.
6. Evini Kiminle Koruyordu
Söylediğimiz gibi, piskoposun devamlı oturduğu ev bir zemin katla, üstte tek bir kattan ibaretti: Zemin katta üç, birinci katta üç oda ve bir de tavan arası. Evin arka tarafında çeyrek dönümlük bir bahçe vardı. İki kadın birinci katta, piskopos alt katta oturuyordu. Sokağa bakan birinci oda uzun yemek odası, ikincisi yatak odası, üçüncüsü de iba-dethanesiydi. İbadethaneden çıkabilmek için yatak odasından, buradan çıkabilmek için de yemek odasından geçmek gerekiyordu. İbadethanenin dip kısmında bir yüklük ve içinde de misafirler için bir yatak bulunuyordu. Piskopos bu yatağı bazı işler için ya da cemaatlerinin ihtiyaçları dolayısıyla Digne'ye gelmek
-57-
zorunda kalan köy papazlarına sunardı.
Hastanenin eczanesiyken eve eklenen ve bahçeye uzanan küçük yapı ise mutfak ve şarap kileri haline getirilmişti.
Bahçede ayrıca, hastanenin eski mutfağı olan ve içinde piskoposun iki inek beslediği bir de ahır vardı. İneklerin verdikleri sütün miktarı ne olursa olsun, piskopos bunun yansını her sabah mutlaka hastanedeki hastalara gönderiyor, "Vergimi ödüyorum," diyordu.
Odası oldukça büyüktü ve kış mevsiminde ısıtılması da güçtü. Digne'de odun çok pahalı olduğundan, inek ahırında tahta bir bölmeyle ayrılmış kapalı bir yer yaptırmayı düşünmüştü. Çok soğuk havalarda akşamlarını bu bölmede geçiriyordu. Buraya kışlık salon adını takmıştı.
Yemek odasında olduğu gibi, bu kışlık salonda da beyaz tahtadan dört köşe bir masa ile dört hasır sandalye, ayrıca zamk ve yumurta akıyla yapılmış sır boyasıyla pembeye boyanmış bir de eski büfe vardı. Piskopos, buna benzer bir büfeyi de, beyaz örtüler ve taklit dantellerle uygun bir tarzda örterek, ibadethanesini süsleyen bir mihrap haline getirmişti.
Digne'deki zengin tövbekar hanımlar, dindar kadınlar, monsenyörün ibadethanesine yaptırılacak yeni bir mihrabın masrafını karşılamak için aralarında kaç kere para toplamışlar, ama piskopos her defasında parayı alıp yoksullara vermişti. "Mihrapların en güzeli, teselli bulup Tann'ya şükreden bir bahtsızın ruhudur," diyordu.
-58-
İbadethanesinde hasırdan iki dua iskemlesi, yatak odasında da yine hasırdan kollu bir koltuğu vardı. İhtiyaç olduğunda yedi sekiz kişi birden, örneğin vali, general, herhangi bir subay ya da küçük ilahiyat okulu öğrencilerinden bazıları ziyaretine geldiğinde, ahırdaki kışlık salonun sandalyelerini, ibadethanedeki dua iskemlelerini ve yatak odasındaki koltuğu da almak gerekiyor, böylece ziyaretçiler için on bir kişilik oturacak yer bulunabiliyordu. Her yeni ziyaretçi geldiğinde odalardan birini boşaltıyorlardı.
Bazen on iki kişi de olurlardı. O zaman piskopos, sıkıntılı durumu gizlemek için, eğer mevsim kışsa şöminenin yanında ayakta durur, yazsa bahçede turlardı.
Yabancıların kalacağı kameriyede bir sandalye vardı, ama hasın yan yanya dökülmüş ve sadece üç ayağı kalmış olan bu sandalye ancak duvara dayandınldığmda bir işe yarıyordu. Gerçi, Matmazel Baptistine'in odasında da tahta kısımlan vaktiyle altın yaldızlı olan, çiçekli çin canfesiyle kaplı, yüksek arkalıklı büyük bir koltuk vardı, ama merdiven çok dar olduğundan bu koltuğu birinci kata indirmek için pencereden geçirmek zorundaydılar; bu yüzden onu yedek mobilyadan saymaya imkân yoktu.
Matmazel Baptistine, dallı çiçekli san Ut-recht kadifesi kaplı, kuğu boynu tarzında maundan kanepesi de olan bir salon takımı satın almayı düşünüyordu. Ama bu, en azından beş yüz franka patlayacağından, oysa bu iş için beş yılda ancak kırk iki frank on sou
-59-
biriktirebildiğinden, sonunda bu isteğinden vazgeçmişti. Zaten, kafasındaki ideale kim erişebilmiştir ki?
Piskoposun yatak odasını göz önüne getirmek kadar kolay bir şey olamaz: Bahçeye açılan bir kapı-pencere, tam karşısında yeşil şayaktan cibinliği olan demirden bir hastane karyolası. Yatağın gölgesinin vurduğu yerde, bir perdenin gerisinde, eğlenceye düşkün bir hayat adamının kibar alışkanlıklarını açığa vuran tuvalet aletleri ve iki kapı; biri şöminenin yanındaki ibadethaneye açılan, öbürüyse kütüphanenin yanındaki yemek odasına. Kütüphane içi kitap dolu, camlı büyük bir dolaptı. Mermer taklidi boyanmış ahşap şömine genellikle hiç yanmazdı. Şöminenin içinde ise bir çift demirden kütük desteği vardı. Bu, bir tür piskoposluk lüksüydü. Şöminenin üzerinde yaldızı dökülmüş bir tahta çerçeve içinde, aşınmış siyah bir kadife üstüne tutturulmuş gümüş kaplaması aşınmış bir haç, kapı-pen-cerenin yanında, üstünde bir mürekkep hokkası olan, karmakarışık kâğıtlarla, kalın ciltlerle dolu bir masa ve masanın önünde hasır koltuk. Karyolanın önünde ise ibadethaneden alınmış bir dua iskemlesi.
Karyolanın iki yanındaki duvarda oval çerçeveler içinde iki portre asılıydı. Resimlerin arka fonu üzerine yazılmış altın yaldızlı küçük yazılardan anlaşıldığına göre, portrelerden biri Saint-Claude piskoposu rahip Chali-ot'ya, diğeri ise Chartres piskoposluk bölgesi Citeaux tarikatından Grand-Champ rahibi, Agde piskopos muavini rahip Tourteau'ya ait-
-60-
ti. Piskopos, hastanedeki hastaların yerini aldığında portreleri burada bulmuş ve onlara el sürmeden olduğu gibi bırakmıştı. Bunlar rahipti ve muhtemelen bağış yapanlardı, bu da onlara saygı göstermesi için yeterli iki sebepti. Bu iki saygıdeğer kişi hakkında bütün bildiği kral tarafından, 27 Nisan 1785 günü birinin piskoposluğa, öbürünün de ömür boyu gelir sağlayan bir göreve getirilmiş olmalarıydı. Bu özel bilgileri Madam Magloire tozlarını almak için tabloları bir gün yerlerinden çıkardığında Grand-Champ rahibinin portresinin arkasında dört adet mühür mumuyla yapıştırılıp, zamanla sararmış dört köşe küçük bir kâğıt parçası üzerine artık beyazlaşmış bir mürekkeple yazılı olarak bulmuştu.
Penceresinde kaba yünlü kumaştan eski bir perde asılıydı. Perde o kadar eskimişti ki, bir yenisini alma masrafından kaçınmak için sonunda Madam Magloire tam orta yerine kocaman bir dikiş çekmek zorunda kalmıştı. Bu dikiş haç biçimindeydi. Piskopos bunu sık sık belirtir, "Ne kadar iyi oldu," derdi.
Gerek zemin katta gerekse birinci katta olsun istisnasız bütün odalar, kışla ve hastanelerdeki gibi kireç suyuyla beyaz badana-lanmıştı.
İleride göreceğimiz gibi Madam Magloire, Matmazel Baptistine'in dairesini süsleyen resimleri son yıllarda badanalanmış duvar kâğıtlarının altında keşfetti. Bu ev, hastane olmadan önce şehir burjuvalarının lokaliymiş. Süsler bundan ötürüydü. Odalar kırmızı taş döşeliydi. Taşlar her hafta yıkanıyordu. Her
-61-
f 1
karyolanın önünde bir hasır seriliydi. Kısacası, iki kadının baktığı bu ev yukarıdan aşağıya tertemizdi. Piskoposun tek izin verdiği lüks de buydu. "Bu lüks yoksullardan hiçbir şey almıyor," diyordu.
Şunu da belirtmek gerekir ki, piskoposun önceden sahip olduklarından elinde sadece altı tane gümüş çatal ve bıçakla bir çorba kepçesi kalmıştı. Madam Magloire her gün bunların kalın beyaz masa örtüsü üzerinde pınl pınl parladıklannı mutlulukla seyrederdi. Ve bu arada Digne piskoposunun ara sıra, "Gümüş takımlarla yemek yemekten vazgeçmek doğrusu bana güç gelirdi," dediğini de eklememiz gerekir.
Bu gümüşlere bir de büyük halalannm birinden ona miras kalmış saf gümüşten iki büyük şamdanı eklemeliyiz. Balmumundan iki mum takılı olan bu şamdanlar, piskoposun şöminesinin üzerinde dururlardı. Yemekte bir misafir olduğu takdirde, Madam Magloire mumlan yakıp, şamdanlan sofranın üzerine koyardı.
Piskoposun odasında, yatağının başucun-da küçük bir dolap vardı. Madam Magloire, her akşam gümüş takımlarla çorba kepçesini işte bu dolaba koyardı. Anahtann daima dolabın üstünde durduğunu da belirtmeliyiz.
Sözünü ettiğimiz yapılardan ötürü biçimi biraz bozulan bahçe, ortadaki bir su çukurundan etrafa doğru haç şeklinde yayılan dört yoldan oluşuyordu; başka bir yol da bahçeyi çevreleyen beyaz duvar boyunca çepeçevre uzanıyordu. Bu yollann arasında ke-
-62-
narlan şimşirlerle çevrili kare şeklinde dört alan kalıyordu. Bu karelerden üçünde Madam Magloire sebze yetiştirmekteydi; dördüncüsüne ise piskopos çiçekler ekmişti. Orada burada birkaç meyve ağacı vardı. Bir keresinde Madam Magloire tatlı bir muziplikle piskoposa şöyle dedi: "Monsenyör, siz her şeyden yararlanmanın yolunu bulursunuz, oysa bakın bu kareyi hiçbir işe yaramadan bırakıyorsunuz. Burada çiçek yerine salata yetiştirmek daha iyi olurdu."
"Yanılıyorsunuz Madam Magloire," diye cevap verdi piskopos, "güzel de yararlı kadar yararlıdır." Biraz sustuktan sonra ekledi: "Belki daha da fazla."
Üç ya da dört çiçek tarhından ibaret bu tarla piskoposu neredeyse kitaplan kadar oyalıyor; keserek, yolarak, toprağın orasını burasını eşip tohumlar ekerek seve seve bir iki saatini burada geçiriyordu. Böceklere karşı, bir bahçıvan kadar insafsız değildi. Zaten botanik konusunda hiçbir iddiası yoktu. Öyle çiçek gruplan, sınıflandırmaları konusunda hiçbir şey bilmezdi; Tournefort'la* doğal yöntem arasında tercih yapmak gibi bir endişesi hiç mi hiç yoktu; ne çift çene yapraklılara karşı torbacıklılan ne de Linne'ye** karşı Jussieu'yu*** tutardı. Bitkileri incelemezdi,
* Joseph Pitton de Tournefort (1656-1708): Sistematik botaniğin öncülerinden Fransız botanikçi ve hekim; bugün bile geçerliliğini koruyan bir sınıflandırma sistemi geliştirmiştir.
** Kari von Linne: İsveçli doğabilimci ve hekim.
*** Bemhard de Jussieu: Fransız botanikçi; embriyonal özelliklere göre sınıflandırma yapmıştır.
-63-
çiçekleri sadece severdi. Gerçi bilginleri sayardı, ama cahilleri daha da fazla sayardı ve her iki saygıda da kusur etmeksizin, her yaz akşamı yeşil boyalı tenekeden bir bahçe ko-vasıyla tarhlarını sulardı.
Evde hiçbir kapı yoktu ki anahtarla kilitlensin. Söylediğimiz gibi, yemek odasından düz ayak katedral meydanına açılan kapı, önceleri hapishane kapısı gibi kilit ve sürgülerle donatılmıştı. Piskopos bütün bu demirleri çıkartmıştı ve şimdi bu kapı, gece gündüz yalnızca yaylı bir mandalla kapanıyordu. Yoldan geçen herhangi biri, günün hangi saatinde olursa olsun bu kapıyı itip içeri girebilirdi. İlk zamanlarda, iki kadın hiç kapanmayan bu kapı yüzünden hayli endişelenmişler, ama Digne piskoposu onlara, "Uygun görüyorsanız odalarınızın kapısına birer sürgü taktırın," demişti. Sonunda, iki kadın da onun güvenini paylaşmışlardı ya da öyle görünüyorlardı. Yalnız, Madam Magloire'un ara sıra ürktüğü oluyordu. Piskoposa gelince, onun bu
konudaki düşüncesi bir İncil sayfasının kenarına yazdığı şu üç satırda açıklanmış ya da hiç olmazsa belirtilmiş sayılabilir: "Arada şöyle ince bir fark var; doktorun kapısı hiçbir zaman kapalı olmamalı, rahibin kapısı ise daima açık olmalıdır."
Tıp Biliminin Felsefesi adlı başka bir kitaba da şu notu düşmüştü: "Sanki ben de onlar gibi doktor değil miyim? Benim de hastalarım var, bunlar önce, onların hasta dedikleri kendi hastaları: sonra da benim bahtsız dediğim kendi hastalarını."
-64-
Başka bir yere de şöyle yazmıştı; "Sizden kendisini barındırmanızı isteyen kişiye adını sormayınız. Sığınağa muhtaç olan, asıl adından sıkılan kişidir."
Bir gün bir rahip, Couloubroux rahibi mi, yoksa Pompierry rahibi mi, şimdi iyi hatırlamıyorum, Madam Magloire'un teşvikiyle olacak, monsenyöre, kapısını her önüne gelenin içeri girebileceği şekilde gece gündüz açık bırakmakla tedbirsizlik yaptığından emin olup olmadığını ve sonuçta bu kadar az korunan bir evde başına bir felaket gelmesinden korkup korkmadığını soracak oldu. Piskopos şefkatli bir ciddiyetle elini onun omzuna koyarak: "Nişi Dominis custodierit domum, in va-num vigilant qui custodiunt eam,"* dedi.
Keyifli bir havayla; "Süvari albayının cesareti olduğu gibi, rahibin de cesareti vardır," dedi. Ve ilave etti; "Yalnız, bizimkisi sakin bir cesaret olmalıdır."
Sonra başka şeylerden söz etti.
7. Cravatte
Burada sırası gelmişken atlamayıp anlatmamız gereken bir olay var, çünkü bu, Digne piskoposunun nasıl bir insan olduğunu gözler önüne seren olaylardan biridir.
Ollioules geçitlerini kasıp kavuran Gaspard Bes'in çetesi yok edildikten sonra, onun yardakçılarından biri -Cravatte- dağlara sığınmıştı. Cravatte, Gaspard Bes takımının kalıntılarından eşkıya yoldaşlanyla birlikte bir süre
* Lat.: Bu konutu Tann korumazsa, onu koruyanlar boş yere uykusuz kalırlar.
-65-
Nice eyaletinde saklanmış, daha sonra Pi-emonte'ye geçmiş ve birdenbire yeniden Fransa'da, Barcelonnette yakınlarında boy göstermişti. Önce Jauziers'te, sonra Tuiles'de görüldü. Joug-de-1'Aigle'deki mağaralarda saklanıyor ve oradan Ubaye ve Ubayette'deki sel yatakları yoluyla tarlalara ve köylere iniyordu.
Hatta bir seferinde Embrun'e kadar uzandı ve gece katedrale girip mücevherleri, tören elbiselerini çaldı. Eşkıyalığı ülkeyi rahatsız ediyordu. Peşine jandarmayı taktılar, ama boşuna. Her defasında kaçıp kurtuluyor, bazen de silahla karşı koyuyordu. Gözüpek bir sefildi. İşte bu korku ve dehşet arasında bir gün piskopos çıkageldi. Chastelar'a teftiş gezisi yapıyordu. Belediye başkanı onu karşıladı ve geri dönmesini rica etti. Cravatte, Arc-he'a ve daha ötelere kadar bütün dağlan tutmuştu; muhafız eşliğinde gidilse bile tehlikeliydi. Boş yere üç dört jandarmanın canını tehlikeye atmak olurdu bu.
Piskopos, "Ben de zaten bunun için mu-hafızsız gitmeyi düşünüyorum," dedi.
Belediye başkanı şaşırdı:
"Gitmeyi mi düşünüyorsunuz monsenyör?"
"Hem de nasıl, yanıma da jandarma almayı kesinlikle reddediyorum, bir saate kadar gideceğim."
"Gidecek misiniz?"
"Evet, gideceğim."
"Yalnız?"
"Yalnız."
"Monsenyör! Bunu yapamazsınız."
"Orada, dağda yaşayan küçük, kendi ha-
-66-
linde yaşayan bir topluluk var, onları üç yıldır görmedim. Benim iyi dostlanmdır, sakin, dürüst çobanlar. Baktıkları otuz keçiden sadece biri onlarındır. Yünden renk renk çok güzel iplikler bükerler, altı delikli küçük flütlerle dağ havalan çalarlar. Ara sıra kendilerine Tann'dan söz edilmesine ihtiyaçlan vardır. Eğer oraya gitmezsem korkak bir piskopos hakkında ne derler?"
"Peki monsenyör, ya eşkıya?"
"Doğru," dedi piskopos, "ben de onu düşünüyorum. Haklısınız. Onlara rastlayabilirim. Belki onlann da Tann'dan söz edilmesine ihtiyaçlan olabilir."
"Ama monsenyör, bunlar çete! Bir kurt sürüsü!"
"Sayın başkanım, belki de Hazreti İsa beni özellikle bu sürünün çobanı yapmıştır. İlahi hikmetin yollannı kim bilebilir ki?"
"Monsenyör, bunlar sizi soyarlar."
"Soyulacak hiçbir şeyim yok."
"Sizi öldürürler."
"Acayip şeyler mınldanarak geçen yaşlı bir rahibi mi? Pöh! Neye yarar ki?"
"Aman Tannm! Ya onlara rastlarsanız?"
"Onlardan yoksullarım için sadaka isterim."
"Monsenyör, gitmeyiniz. Tann aşkına! Hayatınızı tehlikeye atıyorsunuz!"
"Başkanım," dedi piskopos, "zaten sorun da bu değil mi? Ben yeryüzünde hayatımı korumak için bulunmuyorum, ruhları korumak için bulunuyorum."
Onu bırakmak zorunda kaldılar. Yanında sadece kendisine kılavuzluk etmek isteyen
-67-
bir çocukla birlikte yola çıktı. Dağı katır sırtında kimseye rastlamadan sağ salim aşıp "iyi dostlarım" dediği çobanların bulunduğu yere vardı. On beş gün yanlarında kalıp vaaz verdi, ayini yönetti, öğretti ve onlara maneviyat aşıladı. Dönüşü yaklaşmıştı ki, bir de büyük bir törenle Te Deum okumaya karar verdi. Köy rahibine bu niyetinden söz etti. Ama nasıl olacaktı bu? Çünkü gerekli olan piskoposluk giysisi ile diğer eşyalar ortada yoktu. İçinde, sırma taklidi şeritlerle süsleri olan, havı dökülmüş döşemelik kumaştan birkaç eski ve yıpranmış cüppe bulunan fakir bir köy kilisesi dolabından başka emrine verilebilecek hiçbir şey yoktu.
"Vız gelir," dedi piskopos, rahibe, "Biz yine de pazar ayininde Te Deum okuyacağımızı ilan edelim. Gerisini Tanrı bilir."
Civardaki kiliseleri araştırdılar. Bu mütevazı kiliselerin bütün şatafatlı eşyaları bir araya toplansa bile, bir katedral ilahicisini uygun bir şekilde giydirmeye yetmezdi.
Herkes bu telaş içindeyken, köy rahibinin evine iki meçhul atlı tarafından piskopos adına büyük bir sandık getirildi. Atlılar hemen gittiler. Sandık açıldı, içinden altın sırmalı bir ayin başlığı, bir başpiskopos haçı, muhteşem bir piskopos asası, bir ay önce Notre-Dame d'Embrun hazinesinden çalınan piskopos giyecekleri çıktı. Ayrıca sandığın üzerinde 'Cra-vatte'tan Monsenyör Bienvenu'ya' yazılı bir kâğıt vardı.
"Ben Tanrı bilir dememiş miydim!" dedi piskopos. Sonra gülümseyerek ekledi: "Bir
-68-
papaz cüppesiyle yetinene Tanrı, bir başpiskopos pelerini gönderir."
Köy rahibi başını gülümseyerek iki yana sallarken mırıldandı:
"Monsenyör, Tanrı mı, yoksa şeytan mı?"
Piskopos rahibin gözlerinin içine baktı ve emir veren bir tavırla, 'Tanrı!" dedi.
Chastelar'a dönerken yol boyunca herkes ona meraklı gözlerle bakıyordu. Chastelar papazevinde Matmazel Baptistine ile Madam Magloire'u kendisini bekler buldu ve kız kardeşine, "Bak, haklı değil miymişim?" dedi. "Yoksul rahip, yoksul dağlılara eli boş gitti, elleri dolu dönüyor. Giderken Tann'ya inancımdan başka bir şey götürmüyordum, dönerken bir katedralin hazinesini beraberimde getiriyorum."
Akşam, yatmadan önce de, "Ne hırsızlardan ne de katillerden korkmalıyız. Bunlar hep dış tehlikelerdir, küçük tehlikelerdir. Biz asıl kendi kendimizden korkalım. Asıl hırsızlar bâtıl inançlardır, asıl katiller kötülüklerdir. En büyük tehlikeler bizim kendi içimizde-kilerdir. Kafamızı ya da kesemizi tehdit eden tehlikelerin ne önemi var. Biz, ruhumuzu tehdit eden tehlikelere bakalım," dedi.
Sonra kız kardeşine döndü. "Kardeşim, bir rahibin asla hemcinsine karşı alacağı hiçbir önlem olamaz. Hemcinsimizin yaptığına Tanrı izin vermiştir. Üzerimize bir tehlikenin geldiğine inandığımızda dua etmekle yetine -lim. Tann'ya dua edelim, kendimiz için değil, bizim yüzümüzden kardeşimizin suçlu duruma düşmemesi için."
-69-
Piskoposun hayatında bu gibi olağandışı olaylar zaten çok enderdi. Biz, burada sadece bildiklerimizi anlatıyoruz. Piskopos genellikle hayatını daima aynı saatlerde aynı şeyleri yapmakla geçirirdi; yılının bir ayı, gününün bir saati gibiydi.
Neyin Embrun katedralinin 'hazine'sine dönüştüğüne gelince, bu konuda soru sorulması bizi şaşırtıp zor durumda bırakır. Bunların arasında çok güzel şeyler vardı ve çok tahrik edici; yoksul kişilerin işine yarayacak çalınacak şeyler. Zaten daha önce başkaları tarafından çalınmışlardı. İşin yansı tamamlanmıştı. Geriye sadece hırsızlığın yönünü değiştirmek ve yoksullardan yana bir miktar yol alınmasını sağlamak kalıyordu.
Bu konuda kesin bir şey söyleyemiyoruz. Ancak sonradan piskoposun kâğıtları arasında bulunan, anlamı oldukça karanlık bir not, belki de bu sorunla ilgilidir. Bu notta şöyle deniliyordu: "Bütün sorun bunun katedrale mi, yoksa hastaneye mi dönmesi gerektiğindedir."
8. İçkiden Sonra Felsefe
Yukarıda kendisinden söz etmiş olduğumuz senatör işini bilir bir adamdı ama vicdan, yemin, adalet ve görev denen engellerden hiçbirine aldırış etmeden yolunda dümdüz gitmiş, kendi ilerlemesi, kendi çıkarı doğrultusundan bir kere bile sapmaksızın dosdoğru hedefine yürümüştü. Eski bir savcıydı, başarı onu yumuşatmıştı, hiç de kötü bir adam değildi; oğullarına, damatlarına, akrabalarına, dostlarına elinden gelen bütün kü-
-70-
çük yardımları yapardı, akıllı uslu bir tarzda, hayatın yalnızca iyi yanlarını ve fırsatlarını benimsemişti. Gerisi ona çok aptalca görünüyordu. Esprili konuşurdu ve belki de ancak Pigault-Lebrun'un bir çömezi olduğu halde, kendisini Epikür'ün bir çömezi sanacak kadar okumuştu. Sonsuz, ezeli ve ebedi şeylere, 'Piskopos
denen adamcağızın zırvalan'na içten içe, tatlı tatlı gülerdi. Hatta bazen Mösyö Myriel'in önünde onu dinlerken bile nazik ama alay eder bir tavırla güldüğü olurdu.
Yan resmi törenlerden birinde kontla {sözünü ettiğimiz senatör) Mösyö Myriel'in, valinin evinde birlikte yemek yemeleri gerekti. Sıra tatlılara gelmişti ki, biraz çakırkeyif olan, ama yine de ağırbaşlılığını koruyan senatör seslendi:
"Haydi bakalım sayın piskopos, sizinle şöyle bir konuşalım. Bir senatörle, bir piskoposun birbirlerinin gözlerine gözlerini kırpmadan bakmaları zordur. İki kâhiniz biz. Size bir itirafta bulunayım. Benim kendi felsefem var."
"Haklısınız," diye cevap verdi piskopos, "kişi nasıl felsefe yapıyorsa, öyle uzanıp yatar. Siz leylak rengi yatakta yatıyorsunuz senatör."
Senatör cesaretlenmişti, sözü yeniden aldı:
"Akıllı dostlar olalım."
"Hatta akıllı şeytanlar," dedi piskopos.
"Size şunu söyleyeyim ki," diye cevap verdi senatör, "Argens Markisi Pyrrhon, Hobbes et M. Naigeon sahtekâr insanlar değildir. Kütüphanemde bütün filozoflarım mevcuttur, kenarları yaldızlı olarak..."
-71-
"Sizin gibi..." diye onun sözünü kesti piskopos.
Senatör devam etti:
"Diderot'dan nefret ederim; o bir ideolog, bir demagog, yüreğinden Tann'ya inanan bir devrimcidir ve Voltaire'den çok daha bağnazdır. Voltaire, Needham'la alay etti, bunda hatalıydı; çünkü Needham için yılanbalıklan, Tann'nm gereksiz olduğunu ispat etmektedir. Bir kaşık hamura konulan bir damla sirke Jiat lıvduıi" yerini tuttu. Damlanın daha iri, kaşığın daha büyük olduğunu farz edin. İşte, alın size dünya. İnsan, yılanbalığıdır. O zaman, 'ezeli ve ebedi babaya' ne gerek var ki? Sayın piskopos, Yehova varsayımı beni yoruyor. Bu varsayım ancak çarpık çurpuk bedenli, kafası boş insanlar üretmekten başka bir işe yaramaz. Bana eziyet eden şu büyük evrene lanet olsun! Selam! Sıfır! Beni yüzüstü bırakan! Sizinle aramızda kalmak üzere içimi dökmek ve rahibime gerektiği gibi günahlarımı çıkartmak için itiraf edeyim ki, sağduyu sahibiyimdir. Her fırsatta feragat ve fedakârlık öğütleyip duran İsa'nız için deli divane olmuyorum. Bir cimrinin dilencilere nasihati. Feragatmiş, niçin? Fedakârlıkmış, neye? Bir kurdun, başka bir kurdun mutluluğu için kendisini kurban ettiğini görmedim. Öyleyse doğanın içinde kalalım. Biz zirvedeyiz, diyelim ki, en yüksek felsefeye biz sahip olalım. Birbirimizin burnunun ucundan ötesini göremeyecek olduktan sonra yüksekte olmak neye yarar? Neşe içinde ya-
* Kutsal Kitap'tan: "Işık olsun," dedi. -72-
şayalım çünkü hayat sahip olduğumuz tek şey. Ben, insanın başka bir yerde, yukarıda, aşağıda, bir taraflarda başka bir geleceği olduğu masalının bir kelimesine bile inanmıyorum. Ha! Bana fedakârlık ve feragat tavsiye buyuruluyor, her yaptığıma dikkat etme-liymişim, iyi ile kötü, adil ile adil olmayan, fas ile nefas* üzerine kafa patlatmalıymışım. Niçin? Çünkü yaptığım işlerin hesabını vere-cekmişim. Ne zaman? Öldükten sonra. Ne tatlı hayal! Ben öldükten sonra beni yakalayana aşkolsun. Bir avuç külü, gölgeden bir elin tuttuğunu görmek isterdim. Biz ki, yaradılışın sırlarına ermişiz, İsis'in örtüsünü kaldırmışız, gerçeği açıkça söyleyelimf ne iyilik ne de kötülük var, yalnızca canlı bir vejitas-yon; bitkiler gibi çoğalma var. Gerçeği araştıralım. Onu iyice kazalım. Ta dibine inelim ve işte, gerçeğin kokusunu almak, toprağı deşmek ve onu yakalamak gerekiyor. O zaman o, size tadına doyulmaz hazlar verir. O zaman güçlü olursunuz ve yüzünüz güler. Aslında ben açıksözlüyümdür. Sayın piskopos, insanların ölümsüzlüğü boş laftır. Ah! O tatlı vaat! Siz ona inanadurun. Yok, insan ruh-muş; yok, melek olacakmış; yok, kürek kemiklerinde mavi kanatlar çıkacakmış. Kimdi o? Yardım edin canım; Tertullien değil miydi, hani cennetliklerin yıldızdan yıldıza uçacağını söyleyen. Öyle olsun bakalım. Biz de yıldızların çekirgesi oluruz. Sonra Tann'yı göre-cekmişiz. Hele dur, hele. Elbette bütün bun-
* Eski Roma inancında tanrıların izin verdiği ve vermediği şeyler.
-73-
lan tutup da Monüeufde yazacak değilim, ne ilgisi var! Sadece dostlar arasında fısıldıyorum. Inter pocula." Dünyayı cennete feda etmek, gölge peşinde koşup eldeki avı kaçırmaktır. Sonsuzluğa kanmak ha! O kadar budala değilim. Ben bir hiçim. Benim adım senatör kont, hiçlik. Doğmadan önce var mıydım? Hayır. Öldükten sonra var olacak mıyım? Hayır. Neyim ben? Bir organizmayla birleşmiş bir parça toz. Ne yapabilirim bu yeryüzünde? Seçmem gerekiyor: Ya acı çekmek, ya da haz duymak. Acı beni nereye götürür? Hiçliğe, ama bu arada acıyı da çekmiş olacağım. Peki, haz beni nereye götürür? Hiçliğe, ama bu arada haz duyacağım. Ben seçimimi yaptım: Ya sen yiyeceksin ya da seni yiyecekler. Ben yiyorum; ot olmaktansa diş olmayı tercih ederim. İşte ben böyle düşünüyorum. Bundan sonra iş oluruna kalır, mezarcı orada, bizler için orası Pantheon, herkes o büyük deliğe düşer. Son. Finiş. Toptan tasfiye. Bu delik her şeyin kaybolup gittiği yerdir. Ölüm öldü, inanın bana. Orada birisinin bulunup bana bir şeyler söyleyeceğini düşünmek beni güldürüyor. Bunlar, sütnine uydurmaları. Çocuklar için umacı, insanlar için Ye-hova. Hayır efendim, bizim yarınımız gecedir. Mezarın gerisinde birbirine eşit hiçliklerden başka bir şey yok. İster
Sardanapal olun, ister Vincent de Paul, ikisi de aynı hiçlik eder, işte gerçek. Şu halde, her şeyden önce yaşamaya bakın. Kendi nefsinizi, elinizde olduğu
¦ Lat.: Kadehler arasında. (Sadece içerken, dostlarla sohbet ederken.)
-74-
sürece kullanın. Gerçekten de size söyleyeceğim gibi, benim de bir felsefem ve filozoflarım var. Zırvalıklarla uyutulmama izin vermem. Ama aşağıdakilere, baldın çıplaklara, az kazananlara, sefillere bir şeyler gerekiyor. Efsaneler, ham hayaller, ruh, ebedi hayat, cennet, yıldızlar onlara yutturulur. Bunlan çiğner dururlar. Kuru ekmeklerine katık yaparlar. Hiçbir şeyi olmayanın iyi Tann'sı vardır ve bu, hiç yoktan iyidir. Buna karşı çıkmam, ama Mösyö Naigeon'u da kendime saklanm. Tann, halk için iyidir."
Piskopos el çırptı.
"İşte, konuşma diye buna derler!" diye haykırdı. "Şu maddecilik ne mükemmel şey, gerçekten harika! Her isteyen ona erişemez, ama bir kere de eriştin mi, artık kimse seni kandıramaz, ne Caton gibi kendini sersemce sürgün ettirirsin ne Etienne gibi taşa tutulursun ne de Jeanne d'Arc gibi diri diri yakılırsın. Bu hayran olunası maddeciliği elde etmeyi başaranlar, demek bir yığın zevk tadıyorlar; kendilerini sorumluluklardan kurtulmuş hissediyorlar, her şeyleri sıkıntısızca gövdeye indirebileceklerini düşünüyorlar; mevkiler, çalışılmadan kazanç sağlayan görevler, unvanlı kişiler, iyi ya da kötü yoldan edinilmiş iktidar, çıkar için söz verip dönmeler, faydalı ihanetler, vicdanını seve seve teslim etmeler ve yine düşünüyorlar ki, bütün bunlan hazmettikten sonra rahatça mezara girecekler. Ne mükemmel! Bunlan sizin için söylemiyorum sayın senatör. Ama yine de sizi kutlamam imkânsız. Sizin de dediğiniz gibi, siz bü-
-75-
yük beyzadelerin size özgü, sizin için yapılmış bir felsefeniz var, tadına doyum olmayan, incelikli, yalnız zenginlerce anlaşılabilen, her türlü sosa uygun, hayatın bütün haz ve lezzetlerini mükemmelen tatlandıran bir felsefe bu. Ta derinlerden çıkarılmış, özel araştırmacılar tarafından keşfedilmiş bir felsefe. Ama siz iyi prenslersiniz, bunun için lütfedip Tanrı inancının da halkın felsefesi olmasını kötü bulmuyorsunuz, tıpkı zengin sofrasındaki artığın fakire ziyafet olması gibi."
9. Kız Kardeş, Ağabeyini Anlatıyor
Digne piskoposunun özel hayaünı ve hayatındaki iki kutsal kızın davranışlarını, düşüncelerini ve hatta oldukça ürkek olan kadın içgüdülerini piskoposun âdetlerine ve arzularına nasıl bağımlı kıldıkları ve bunu, onun söylemesine bile gerek kalmadan nasıl yaptıkları konusunda bir fikir verebilmek için Matmazel Baptistine'in, çocukluk arkadaşı Boischevron vikontesine yazdığı bir mektubu buraya aynen almaktan daha iyi bir şey yapamayız. Söz konusu mektup elimizde bulunmaktadır.
Digne 16 Aralık 18...
"Sevgili hanımefendi, bir gün bile geçmiyor ki, sizden söz etmiş olmayalım. Bu bizim alışkanlığımız, ama bir neden daha var. Düşünün, tavan ve duvarları yıkayıp toz alırken Madam Magloire bir keşifte bulundu. Şimdi artık eski duvar kâğıtları kireçle beyaza boyanmış iki odamız, sizin şatonuz tarzındaki bir şatoya bile uygun düşecektir. Madam Magloire bütün duvar kâğıtlarını yırtıp attı. Altında bir
-76-
şeyler vardı. İçinde eşya olmayan ve çamaşırları yıkadıktan sonra kurutmak için içine serdiğimiz salonun on beş ayak yüksekliğinde, on sekiz ayak genişliğinde ve dört köşe, sizdeki gibi kirişleri var, tavanı eskiden boyalıymış, yaldız süslüymüş. Hastane olduğu zamanlar bezle kaplıymış. Büyükannelerimizin devrinden kalma tahta oymaları var. Ama asil görülmeye değer olan benim odam. Madam Magloire burada, üstüne en az on duvar kâğıdı yapıştırılmış resimler buldu; iyi olmamakla birlikte tahammül edilebilir resimler, Telemakos'un Minerve tarafından şövalyeliğe alınması ve yine onun, adını hatırlayamadığım bahçelerdeki bir resmi. Romalı kadınların bir geceUğine gittikleri yer. Size nasıl anlatsam? Hep Romalı erkekler, Romalı kadınlar (burada bir kelime okunmuyor) ve daha başkaları. Madam Magloire bunları temizledi, bazı küçük bozuklukları da bu yaz onaracak, hepsini cilalayacak, böylece odam gerçek bir müze olacak. Madam Magloire tavan arasının bir köşesinde eski tarz iki ahşap konsol buldu. Bunları yeniden yaldızlamak için iki ekü altı livre istediler, ama bunu yoksullara vermek daha doğru olur, zaten çok çirkin ve ben maundan yuvarlak bir masayı tercih ederdim.
Ben çok mutluyum. Ağabeyim o kadar iyi bir insan ki, elindekini avucundakini muhtaç ve hasta olanlara veriyor. Çok dardayız, kıt kanaat geçiniyoruz. Hava kışları çok sert ve hiçbir şeyi olmayanlar için bir şeyler yapmak gerekiyor. Şöyle böyle ısınıp, aydınlanıyoruz. Bu kadarı da büyük bir nimet.
-77-
Ağabeyimin kendine göre edindiği alışkanlıkları var. Sohbetlerimizde bir piskoposun böyle olması gerektiğini söylüyor. Düşünebiliyor musunuz, evin kapısı hiç kapalı tutulmuyor. Her isteyen içeri giriyor. Hiçbir şeyden korktuğu yok, geceleri bile. Söylediği gibi, onun cesareti de bu.
JVe benim ne de Madam Magloire'un onun için kaygılanmamızı istemiyor. Her türlü tehlikeye atılıyor ve bunu fark etmiş görünmemizi bile istemiyor. Her neyse, sonuçta onu anlamak gerek.
Yağmurda dışarı çıkıyor, suların içinde yürüyor, kış ortasında seyahat ediyor. Ne geceden, ne şüpheli yollardan ne de tehlikeli rastlantılardan korkuyor.
Geçen yû, haydutların kol gezdiği bir yere tek başına gitti. On beş gün yok oldu. Dönüşünde bir şeyciği yoktu, herkes onu öldü sanırken, o gayet iyiydi. 'Bakın, beni nasıl soydular!' deyip, Embrun katedralinden çalınan mücevherlerle dolu bir sandığı açtı. Bunları ona haydutlar vermişti.
Bu defa, eve dönerken ona biraz çıkışmaktan kendimi alamadım, ama bunu yaparken kimsenin duymaması için ancak arabanın gürültü yaptığı zaman konuşmaya dikkat ettim.
İlk zamanlar kendi kendime, 'Hiçbir tehlike onu durduramaz, müthiş bir adam,' diyordum. Şimdi alıştım. Ona zıt gitmemesi için Madam Magloire'a gizlice işaret ediyorum. Canını istediği gibi tehlikeye atıyor. Ben, Madam Magloi-re'u oradan uzaklaştırıp odama giriyorum, onun için dua edip uyuyorum. Huzur içinde-
-78-
yim, çünkü iyi biliyorum ki ona bir şey olursa, bu benim de sonum olur. Tanrı'nın katına ağabeyim piskoposumla birlikte gideceğim. Madam Magloire, 'onun ihtiyatsızlıkları' dediği şeylere benden daha zor alıştı. Ama şimdi artık o da huyunu kaptı. İkimiz birden dua ediyoruz, birlikte korkuyor ve uykuya yatıyoruz. Eve şeytan bile girse o her istediğini yapar. Zaten bu evde korkacak ne var ki? Biri, en güçlü olan biri hep bizimle beraber. Şeytan buradan geçebilir ama Tann daima burada.
İşte bu benim için yeterli bir neden. Şimdi artık kardeşimin bana bir kelime bile söylemesine gerek yok. O konuşmadan da onu anlıyorum ve ikimiz de kendimizi takdtr-i ilahiye emanet ediyoruz.
Ruhunda yücelik taşıyan biriyle ancak böyle beraber olunur.
Faux ailesi hakkında benden istediğiniz bilgiler için ağabeyime danıştım. Her şeyden bilgisi olduğunu ve ne çok anıları olduğunu bilirsiniz. Çünkü her zaman için çok hararetli bir kral yanlısı olmuştur. Bunlar gerçekten de Ca-en eyaletinden çok, eski bir Normand ailesiy-miş. Beş yüz yıl kadar önce Raoul de Faux adında biri varmış. Soylu bir aüeymiş. Bunlardan biri, Rochefort-Alexandre olup Bretag-ne'deki süvari birliklerinde alay komutanı ya da daha başka bir şeymiş. Kızı Marie-Louise de, Fransa Kralı Büyük Vasali Louis de Gra-mont Dükü'nün oğlu Adrien-Charles de Gra-mont ile evlenmiş. İsmi de Faux, Fauq ve Fao-ucq şeklinde yazılıyor.
Sevgili hanımefendi, kutsal akrabanız kar-
-79-
dindi hazretlerinden bizim için hayır duaları dileyiniz. Sevgili Sylvanie'nize gelince, yanınızda geçirdiği kısa zamanı bana mektup yazmakla harcamadığına iyi etmiş. Sağlığının yerinde olduğuna, sizin arzularınıza uygun şekilde çalış-hğına ve her zaman beni sevdiğine eminim. Zaten bütün istediğim de bu. Selamlarını sizin sayenizde aldım. Bunun için mutluyum.
Sağlığım fena değil, yalnız her gün biraz daha zayıflıyorum. Hoşça kalın, kağıdım tükeniyor ve beni sizden ayırmak zorunda bırakıyor. Binlerce iyi dilekler.
Baptistine
Not: Yengeniz hanımefendi, genç eşi ile hâlâ buradalar. Küçük yeğeniniz de pek sevimli. Yakında beş yaşında olacak. Dün, bacaklarına dizlikler takılmış bir atın geçtiğini gördüğünde, 'Bu atın dizlerinde ne var?' diye sordu. Çok şirin şey! Küçük kardeşi de evin içinde eski bir süpürgeyi araba gibi sürükleyip, 'Deh!' diye bağırıyor."
Bu mektuptan da görüldüğü gibi, bu iki kadm, erkeği, erkeğin kendisini anladığından da daha iyi anlayan kadına özgü o özel deha ile piskoposun yaşayış tarzına ayak uydurmayı biliyorlardı. Digne piskoposu, bazen hiçbir zaman değişmeyen o yumuşak ve saf tavrıyla, kendisi de hiç farkında değilmiş gibi görünerek büyük, cesur ve olağanüstü şeyler yapıyordu. Kadınlar korkudan titriyor, ama ona engel olmaya çalışmıyorlardı. Ara sıra, Madam Magloire, piskopos herhangi bir işine başlamadan önce ona çıkışmayı bir denerdi
-80-
ama iş sırasında ya da iş olduktan sonra asla. Başlanmış bir iş sırasında bir kelimeyle, hatta bir işaretle bile olsa asla piskoposu rahatsız etmezlerdi. Bazı anlarda, piskoposun söylemesine gerek olmadan, belki o bile bunun farkında olmadığı halde -çünkü sadeliği o kadar kusursuzdu- iki kadın, onun bir piskopos olarak davrandığını bir şekilde hissederler ve o zaman* artık evin içinde iki gölge kesilirlerdi. Ona körü körüne hizmet ediyorlar, ortadan silinmek eğer itaat yerine geçiyorsa, siliniyorlardı. Hayret edilecek içgüdüsel bir incelikle, özen gösterilerinin can sıkabileceğim biliyorlardı. Bu yüzden, onun tehlikede olduğuna inandıkları zaman bile, düşüncesini demeyeyim, ama huyunu; ona göz-kulak olmaya kalkışmayacak kadar iyi tanıyorlar, onu Tann'ya emanet ediyorlardı.
Zaten, az önce okuduğumuz gibi Matmazel Baptistine, ağabeyinin sonunun kendi sonu olacağını söylüyordu. Madam Magloire ise dile getirmiyordu, ama biliyordu.
10. Piskopos, Bilinmeyen Bir Işık ile Karşı Karşıya
Yukarıdaki sayfalara geçen mektubun yazıldığı tarihten az sonraki bir tarihte piskopos, şehir halkının gözünde, haydutların olduğu dağlarda yaptığı geziden de daha tehlikeli bir şey yaptı.
Digne yakınlarında, kırlık arazide tek başına yaşayan bir adam vardı. Bu adam, -önemli noktayı hemen belirtelim- eski Konvansiyon Meclisi üyesiydi. Adı da G. idi.
-81-
Digne'nin küçük sosyetesinde, konvansi-yoncu* G.'den adeta dehşetle söz ediliyordu. Bir konvansiyoncu, bunu düşünebiliyor musunuz?
Herkesin birbiriyle senlibenli konuşup, birbirine 'vatandaş' dediği zamanlardan kalma biriydi; bir canavar gibi bir şeydi. Gerçi kralın idam edilmesi için oy vermemişti, ama yaptığı buna yakın bir şeydi. Yan yarıya bir kral katili sayılırdı. Vaktiyle müthiş biriydi. Nasıl olmuş da, yasal prenslerin geri dönmesinden sonra bu adamı herkese ibret olsun diye temyizsiz karar veren olağanüstü mahkemelerden birine vermemişlerdi? Falan filan. Zaten o da diğerleri gibi dinsizin biriydi.
Konvansiyon: Fransa'da 1789 Devrimi'nden sonra cumhuriyeti ilan ederek 21 Eylül 1792-26 Ekim 1795 arasında ülkeyi idare eden devrimci meclis. Krallığın lağvedilmesinden sonra 749 üyeli bir uzlaşma meclisi yeni anayasayı hazırlamak üzere halk oyuyla seçildi. Konvansiyonun en etkin grubu, merkezi yönetim karşıtı Girondin'ler ve Brissotin'lerdi. Bunların karşısında Komün'ün ve Saus-Culotte'un desteğine sahip olan Jakoben (Montagnard) grubu oluştu. 1793'te kralın idam kararının alınması sırasında Jakoben'ler karşısında ilk tayin edici yenilgiyi aldılar. İç ve dış sorunlar. Konvansiyoncu'lann karşısında sertlik yanlısı Jakobenci'lerin ellerini kuvvetlendirdi. Konvansiyoncu Halk Kurtuluş Komitesi kuruldu; kâğıt para kullanma mecburiyeti getirildi. Bütün tavizlere rağmen Komün ve Jakoben'ler karşısında Konvansiyonun Giron-din kanadı geriledi. Devrimin şiddetini savunan kilise karşıtı, tanrıtanımaz Enrage'ler politikası hâkim oldu. 1793 yılında Roberspierre 'Halk Kurtuluş Komitesi'ne girince terör dönemi başladı. Roberspierre, önce Enrage'ler sonra Danton taraftarlarını ortadan kaldırdı. Roberspierre 'Konvansiyon'a terörü ve şiddeti bir yöntem olarak benimsetmek isterken 1794'te ekibiyle birlikte giyotine gönderildi. Konvansiyon, gittikçe muhafazakâr ve ılımlı bir rota çizmeye başladı. Krallık yanlıları güçlendiler. Konvansiyon, sonuç olarak. Directoire'a, halkın sorunlarını çözmekten aciz bir burjuva cumhuriyeti bıraktı.
-82-
Kısacası, kazların akbaba hakkında yaptıkları dedikodulardı bunlar.
Gelgeldim, G. gerçekten bir akbaba mıydı? Yalnızlığındaki vahşiliğe bakılarak bir yargıya varılacak olursa evet. Kralın idamı için oy vermediğinden sürgün kararnamelerinde yer almamış, Fransa'da kalabilmişti.
Şehirden üç çeyrek saat mesafede, her türlü köyden ve köylülerden, her türlü yoldan uzak, kim bilir hangi koyu vahşi vadinin gözden ırak bir kıvrımında oturuyordu. Dediklerine göre, orada bir tür tarlası, bir kovuğu ve ini vardı. Ne bir komşusu ne de oradan gelip geçeni bulunuyordu. Bu_yadide kalmaya başladığından beri, kaldığı yere giden keçiyolunu otlar bürüyüp her yeri kaplamıştı. Bu yerden, celladın evinden söz eder gibi söz ediyorlardı. Piskopos ise düşünüyordu; düşünüyor ve zaman zaman ufka, yaşlı konvansiyoncunun oturduğu vadiyi gösteren bir ağaç kümesinin olduğu yere doğru bakarak, "Orada, yapayalnız bir ruh var," diyordu.
Ve düşüncesinin derinliklerinde ekliyordu: "Ona bir ziyaret borcum var."
Ama itiraf edelim ki ilk bakışta doğal olan bu fikir bir parça düşündükten sonra ona garip ve imkânsız, hatta neredeyse tiksindirici görünmeye başlıyordu. Çünkü o da için için genel izlenimi paylaşmaktaydı. Konvansiyoncu onda da açıkça ama farkında olmadan nefretin belirtisi gibi olan ve en iyi ifadesini 'uzaklaşma' kelimesinde bulan duyguyu uyandırıyordu.
-83-
Ama koyun uyuz oldu diye, çoban onun yanına yaklaşmayacak mı? Ne ilgisi var! Ama koyun da ne koyun!
İyi yürekli piskopos şaşkınlık içerisindeydi. Bazen o yana doğru yola çıkıyor, ama sonra vazgeçerek geri dönüyordu.
Nihayet, günlerden bir gün şehirde bir söylenti yayıldı: Konvansiyoncu G.'ye pis kovuğunda hizmet eden çoban kılıklı bir genç, doktor aramaya gelmiş, ihtiyar alçak ölmek üzereymiş, her yanını felç sarmış, sabaha çıkmazmış. Kimi de ardından ekliyordu: 'Tann'ya şükür."
Piskopos bastonunu aldı, daha önce söylediğimiz gibi, cüppesi çok eskimiş olduğundan ve akşam rüzgârı neredeyse esmeye başlayacağından paltosunu giydi ve yola koyuldu.
Piskopos, aforoz edilen yere vardığında güneş ufka değmiş, neredeyse batıyordu. Vahşi hayvanın inine yaklaştığını garip bir yürek çarpıntısıyla anladı. Bir çukurdan atladı, bir çiti aştı, yolu kapatan bir tahtayı kaldırdı ve bakımsız bir avluya girdi, cesaretle birkaç adım attı ve birdenbire otlar bürümüş alanın ötesinde, yüksek bir çalılığın ardında mağarayı gördü.
Alçak, pek yoksul, küçük ve temiz bir kulübeydi; ön yüzüne bir asma çubuğu çivilenmişti. Kapının önünde tekerlekli eski bir iskemlede güneşe doğru oturmuş, gülümseyen ak saçlı yaşlı bir adam vardı.
Oturan ihtiyarın yanı başında ayakta genç bir çoban duruyor ve bir süt çanağını ihtiyara doğru uzatıyordu.
-84-
Piskopos baktığı sırada ihtiyar sesini yükseltip, 'Teşekkür ederim, hiçbir şeye ihtiyacım yok," dedi. Ve gülümsemesi güneşten sıyrılıp, çocuğun üzerinde durdu.
Piskopos ilerledi. Yaşlı adam, onun yürürken çıkardığı sesi duydu ve oturduğu yerden başını çevirdi. Uzun bir ömür sürmüş birinin duyabileceği şaşkınlığı dile getiren bir ifade belirdi yüzünde.
"Burada bulunduğumdan beri ilk defa biri beni ziyarete geliyor," dedi. "Kimsiniz efendim?"
Piskopos cevap verdi:
"Adım Bienvenu Myriel'dir."
"Bienvenu Myriel ha! Bu" adı işitmiştim. Halkın Monsenyör Bienvenu dediği siz misiniz?"
"Benim."
İhtiyar, yarım bir gülümsemeyle tekrar konuştu:
"Öyleyse, benim de piskoposum sayılırsınız."
"Biraz."
Konvansiyoncu, piskoposa elini uzattı, ama beriki bunu tutmadı. Sadece şöyle demekle yetindi:
"Yanılmış olduğumu memnuniyetle görüyorum. Hiç de hasta gibi görünmüyorsunuz."
"İyileşeceğim efendim," diye cevap verdi ihtiyar.
Bir an durduktan sonra ilave etti:
"Üç saate kadar öleceğim. Az buçuk doktorluktan anlar, son saatin nasıl geldiğini bilirim. Dün sadece ayaklarım soğumuştu, bugün bu soğukluk dizlerime ulaştı, şimdi beli-
-85-
me kadar çıktığını hissediyorum, kalbime vardığı zaman işim bitecek. Güneş güzel değil mi? Her şeye son bir defa göz atmak için iskemlemi dışarı çıkarttım. Benimle konuşabilirsiniz, bu beni hiç yormaz. Ölmek üzere olan bir insanı görmeye gelmekle iyi ettiniz. O anın tanıkları olması iyidir. Herkesin bir merakı var, ben de bu saatlerde çıkmayı istedim. Ancak üç saatim kaldığını biliyorum. Gece olacak. Neyse, ne yapalım! Ömrü tamamlamak basit bir iştir. Bunun için sabahı beklemek gerekmiyor. Varsın öyle olsun. Ben de yıldızların altında ölürüm."
İhtiyar, çobana doğru döndü:
"Hadi sen yat. Dün gece uyumadın. Yor-gunsundur."
Çocuk kulübeye girdi.
İhtiyar onu gözleriyle takip ederek, kendi kendine konuşurmuş gibi, "O uyurken ben öleceğim. İki uyku iyi bir komşuluk yapabilir," dedi.
Piskopos tahmin edilebileceği kadar heye-canlanmamıştı. Ölümün bu türlüsünde Tan-n'nın huzurunu hissettiğine emin değildi. Her şeyi olduğu gibi söylemeliyiz, çünkü büyük kalplerdeki küçük çelişkilerin de diğerleri gibi belirtilmesi gerekir: Sırasında kendisine 'yüce efendimiz' denmesine içtenlikle gülen piskopos, şimdi kendisine 'monsenyör' diye hitap edilmemesine az da olsa çarpılmış ve hatta, 'vatandaş' diye karşılık vermeye niyetlenmişti. Bir an için doktorlarla rahipler için âdetten olan kaba bir teklifsizlik içine girmek isteğine kapıldıysa da, bu, onun alışık olduğu
-86-
bir şey değildi. Bu adam, bu konvansiyoncu, bu halk vekili ne de olsa bir zamanlar bu yeryüzünün kudretli kişilerinden biriydi. Piskopos belki de hayatında ilk defa içinde sert davranma isteği duydu.
Oysa konvansiyoncu ona karşı son derece açıkyürekliydi. Bunda belki de toz olup dağılmaya bu kadar yaklaşmış olan bir insana yakışan alçakgönüllülüğün yansımasını görmek mümkündü.
Piskoposa gelince, genellikle günaha çok yakın bir şey saydığı meraktan her ne kadar uzak durmaya çalışsa da, yine de konvansi-yoncuyu dikkatle incelemekten kendisini alamıyordu. Bu dikkat, sempatiden kaynaklanmadığı için, başka herhangi bir kimseye gösterse muhtemelen vicdanı onu rahatsız ederdi. Bir konvansiyoncu onda biraz yasadışı bir varlık etkisi yapıyordu. G. sakin, gövdesi hemen hemen dimdik, sesinin o dinç, canlı haliyle fizyolojistleri şaşkınlığa düşürecek seksenliklerden biriydi. Devrim çağıyla uyuşan bu gibi insanlardan çok görmüştü. Bu ihtiyar, kaderin bütün sınamalarına dayanmasını bilen bir insan hissini veriyordu. Sonuna bu kadar yaklaştığı bir sırada bile, sağlıklı olduğu zamanına ait bütün davranışlarını korumuştu. Parlak bakışlarında, kendinden emin konuşmasında, güçlü omuz hareketlerinde ölümü şaşırtacak bir şeyler vardı. Muhammed'in ölüm meleği Azrail, onu görünce tersyüz döner, yanlış kapı çaldığını sanırdı. G. sanki ölümü istediği için ölüyor gibiydi. Can çekişmesinde özgürlük vardı. Yalnız bacakları ha-
-87-
reketsizdi. Karanlıklar onu, oradan yakalamışlardı. Ayaklar ölü ve soğuktu, kafa ise hayatın bütün kudretiyle yaşamakta ve ışıklar içindeymiş gibi görünmekteydi. G., bu ciddi anda, bir doğu masalırıdaki yukarısı etten, aşağısı mermerden krala benziyordu.
Piskopos bir taşın üzerine oturdu. Konuşmanın ilk kısmı ex abrupto* oldu.
"Sizi tebrik ederim," dedi azarlar gibi bir tavırla. "Yine de kralın idamına oy vermediniz."
Konvansiyoncu bu "yine de" sözünün sakladığı acı imayı fark etmemiş göründü. Yüzündeki bütün gülümseme kaybolmuştu.
"Beni kutlamayınız efendim, ben bir zalimin yok edilmesi için oy verdim."
Bu, sert bir konuşma karşısında, kibirli ve sade bir konuşmaydı.
Piskopos, "Ne demek istiyorsunuz?" diye sordu.
"Demek istiyorum ki, insanın bir zalimi vardır, cehalet. İşte ben bu zalimin yok edilmesi için oy verdim. Bu zalimi üreten, onu doğuran krallığın. Krallık, hatadan, yanlıştan kaynaklanan otoritedir, bilim ise gerçeklerden, doğrudan kaynaklanan otoritedir. İnsan ancak bilim tarafından yönetilmelidir."
"Ve vicdan tarafından," diye ekledi piskopos.
"O da aynı şeydir. Vicdan, bizde doğuştan bulunan bilgi miktarıdır."
Monsenyör Bienvenu, kendisi için yeni olan bu dili biraz şaşırmışçasına dinliyordu.
Latince: Hazırlıksız.
-88-
Konvansiyoncu devam etti:
"XVI. Louis'ye gelince, hayır dedim. Bir insanı öldürmeye hakkım olduğuna inanmıyorum, ama kötülüğün kökünü kazımanın bir görev olduğunu hissediyordum. Zalimin devrilmesi yönünde oy verdim, yani kadın için fuhuşun, erkek için köleliğin, çocuk için zulmün son bulması için oy verdim. Cumhuriyete oy verirken, bunlara oy veriyordum. Kardeşliğe, beraberliğe, sökecek şafağa oy verdim. Önyargıların ve hataların çökertilmesine yardım ettim. Hataların, önyargıların yıkılması, aydınlığı getirdi. Bizler eski dünyayı düşürdük ve eski dünya bu sefalet küpü, insan soyunun üzerine devrilîrken bir sevinç kâsesine dönüştü."
"Karşımızda olumsuz yanlar bulunan bir sevinç," dedi piskopos.
"Üzüntüyle karışık bir sevinç de diyebilirsiniz. Ve bugün, 1814 denilen geçmişin o uğursuz geri dönüşünden sonra o sevinç ve neşe kayboldu! Yazık! Eser tam değildi, kabul ediyorum, eski rejimi yıktık, ama fikirlerde tamamıyla ortadan kaldıramadık. Yolsuzlukları yıkmak yetmez, örf ve âdetleri değiştirmek gerekiyor. Değirmen artık yok, ama rüzgâr hâlâ esiyor."
"Yıktınız. Yıkmak faydalı olabilir, ama içine öfke karışmış bir yıkıma karşıyım."
"Hakkın da öfkesi vardır sayın piskopos ve hakkın öfkesi bir ilerleme unsurudur. Kim ne derse desin vız gelir, Fransız Devrimi, İsa'nın gelişinden bu yana insanlığın ilerleme yolunda attığı en güçlü adımdır. Eksik
-89-
bir adım, kabul, ama yüce Fransız Devrimi toplumun bütün gizli bağlannı gevşetti. Zihinleri yumuşattı, sakinleştirdi, yatıştırdı, aydınlattı, yeryüzünde dalga dalga uygarlık selleri akıttı. İyi oldu. Fransız Devrimi, insanlığın taç giyme törenidir."
Piskopos mırıldanmaktan kendini alamadı:
"Evet, ne demezsiniz! 93!"
Konvansiyoncu adeta ölümcül bir ihtişamla iskemlesinde doğruldu ve ölmek üzere olan bir insanın çıkarabileceği kadar yüksek bir sesle haykırdı:
"Hah! Tam üstüne bastınız! 93! Bu sözü bekliyordum. Bin beş yüz yıl boyunca bir bulut oluştu. On beş yüzyıl sonra bu bulut patladı. Siz şimdi bu yıldırımın davasını yapıyorsunuz."
Piskopos, belki kendi kendine itiraf etmiyor ama içinde bir şeylerin söndüğünü hissediyordu. Ama yine de soğukkanlılığını korudu ve şu cevabı verdi:
"Hâkim adalet adına konuşur, rahip merhamet adına... ki bu da zaten daha yüksek düzeyde bir adaletten başka bir şey değildir. Bir yıldırımın hata yapmaması gerekir."
Ve sabit bir bakışla konvansiyoncuya bakarak, "Ya XVII. Louis?" diye ekledi.
Konvansiyoncu, piskoposun kolunu yakaladı.
"XVII. Louis ha! Hele bir bakalım. Kimin için gözyaşı döküyorsunuz siz? Masum bir çocuk için mi? Öyleyse tamam, ben de sizinle birlikte ağlarım. Yoksa, kral çocuğu için mi? O zaman düşünmem gerekiyor. Bence,
-90-
Cartouche'un kardeşi olan ve sırf Cartouc-he'un kardeşi olduğu için suçlanan Greve Meydanı'nda koltuklarından asılıp ölünceye kadar öylece bırakılan masum çocuk, XV. Lo-uis'nin torunu olan ve sırf XV. Louis'nin torunu olduğu için suçlanan Temple kalesinde işkenceyle öldürülen masum çocuktan daha az merhamete layık değildir."
"Mösyö, bu gibi isim yakıştırmalarını sevmem," dedi piskopos.
"Hangisine karşı çıkıyorsunuz? Cartouc-he'a mı? XV. Louis'ye mi?" ¦
Bir an sessizlik oldu. Piskopos geldiğine neredeyse pişman oluyordu. Kendisini belirsiz ve garip bir şekilde sarsılmış hissetmekteydi.
Konvansiyoncu tekrar söze başladı:
"Ah! Rahip efendi, doğrulan aksesuarla-rıyla birlikte sevmiyorsunuz. Oysa İsa severdi. Bir çalı alıp mabedin tozlarını temizledi. Nurlar saçan değneği, kaba bir doğruluk va-aziydi. Sinite parvulosl. .* diye haykırdığı zaman, küçük çocuklar arasında fark gözetmiyordu. Barabbas'ın veliahtına yaklaşırken, Herodes'in veliahtından çekinmiyordu. Masumiyet kendi kendinin tacıdır efendim. Masumiyetin soyluluk unvanına ihtiyacı yoktur. Paçavralar içindeyken de, ipek şallar içindeyken olduğu kadar onurludur."
Piskopos alçak bir sesle, "Doğru," dedi.
"Israr ediyorum," diye devam etti konvansiyoncu G. "Bana XVII. Louis'den söz ettiniz. Bir noktada anlaşalım; bütün masumlar, bütün eziyet çekerek ölenler, bütün çocuklar,
* Lat: İsa'nın sözü. "Bırakın küçük çocuklar bana gelsinler." -91-
bütün aşağıdakiler ve yukandakiler için mi ağlıyorsunuz. Sizinle beraberim. Ama öyleyse, size dediğim gibi, 93'ten eskiye gitmemiz, XVII. Louis öncesinden itibaren gözyaşı dökmeye başlamamız gerekir. Ben kral çocukları için sizinle birlikte ağlarım, yeter ki siz de benimle birlikte halkın evlatları için ağlayın."
"Hepsi için ağlıyorum," dedi piskopos.
"Demek eşit olarak!" diye G. haykırdı, "Eğer terazi bir yana eğilecekse, halktan yana eğilmesi gerekir. Çünkü halk, daha uzun zamandır ıstırap çekiyor."
Yine bir sessizlik oldu. Sessizliği konvansi-yoncu bozdu. Bir dirseği üzerinde doğruldu ve sorguya çeken ya da yargılayan bir kimsenin farkında olmadan yaptığı gibi, kıvrılan başpar-mağıyla işaret parmağı arasına aldığı yanağını sıktı ve can çekişmekte olan birinin hayatta kalmak için son gücünü harcadığı sırada görülen türden bir bakışla piskopostan hesap sormaya başladı. Bu, adeta bir patlamaydı.
"Evet mösyö, halk uzun zamandır acı çekiyor. Hem sonra bakın hepsi bu kadar da değil, siz ne hakla gelip beni sorguya çekiyor, bana XVII. Louis'den söz ediyorsunuz. Ben buralara geldiğimden bu yana bu kapalı çevrede tek başıma yaşadım, dışarıya bir adım bile atmadım, bana yardım eden bu çocuktan başka kimseyi görmedim. Gerçi isminiz belli belirsiz kulağıma kadar geldi ve söylemem gerekir ki, kötü bir şekilde de gelmedi. Ama bu bir şey ifade etmez. Becerikli kişiler, halk denilen babacan saf adamı kandırmanın çeşitli yollarını bilirler. Sırası gelmişken söyleyeyim,
-92-
arabanızın sesini duymadım, herhalde orada yol kavşağındaki baltalığın gerisinde bırakmış olmalısınız. Dediğim gibi, sizi tanımıyorum. Bana piskopos olduğunuzu söylüyorsunuz, ama bu beni sizin manevi kişiliğiniz hakkında bilgi sahibi yapmaz. Kısacası, sorumu tekrarlıyorum: Kimsiniz? Bir piskopossunuz, kilisenin bir prensi, altın yaldızlı, armalı, gelirli kişilerden biri, okkalı papaz ödeneği alan -Digne piskoposluğu için her ay muntazaman on beş bin frank, ayrıca ek masraflar için on bin frank, toplam olarak yirmi beş bin frank- mutfakları, kitapları olan, sofrasında iyi yemekler bulunan, cumaları su ördeği yiyen, öndeki ve arkadalû uşaklanyla tören arabalarında caka satan bir kişi! Siz ünlü bir kilise adamısınız; para, saray, atlar, uşaklar, zengin sofralar, hayatın bütün maddi nazları, hepsi de sizde ötekilerde olduğu gibi var ve ötekiler gibi bu zevklerden tadıyorsunuz. İyi, güzel, bu belki pek çok şey söylüyor ya da yeterince söylemiyor; belki de bana hikmet getirme iddiasıyla buraya gelmiş olan sizin gerçek değeriniz, öz değeriniz nedir, beni aydınlatmıyor. Söyleyin, kiminle konuşuyorum? Siz kimsiniz?"
Piskopos başını önüne eğerek cevap verdi: "Vermiş sum."*
"Saltanat arabasında gezen bir yer solucanı ha!" diye homurdandı konvansiyoncu.
Şimdi yukarıdan alma sırası konvansi-yoncunun, boynunu bükme sırası ise piskoposundu.
* Lat.: Bir solucanım.
-93-
Piskopos, yumuşak bir tavırla konuştu:
"Öyle olsun efendim. Ama bana açıklar mısınız, benim şurada ağaçların iki adım ötesinde duran arabam, zengin sofram ve cumaları yediğim su ördekleri, yirmi beş bin livre-lik gelirim, sarayım ve uşaklarım nasıl oluyor da merhametin olmadığını, bir erdemi bağışlamanın bir görev ve 93'ün zulmedici olmadığını ispat ediyor?"
Konvansiyoncu, bir bulutu uzaklaştırmak istermiş gibi elini alnının üzerinden geçirdi.
"Size cevap vermeden önce beni bağışlamanızı rica ediyorum," dedi. "Hata yaptım efendim. Siz burada, benim evimdesiniz, benim misafirinisiniz. Size ince davranmam gerekirdi. Siz benim fikirlerimi tartışıyorsunuz, bana da sizin düşüncelerinizi çürütmekle yetinmek yaraşır. Servetleriniz, nimetleriniz bu tartışmada size karşı elimde bulunan bazı avantajlar, ama bunları size karşı kullanmamam yerinde olur. Kullanmayacağıma dair de söz veriyorum."
'Teşekkür ederim," dedi piskopos.
G. devam etti:
"Şimdi benden istediğiniz açıklamaya gelelim. Neredeydik? Ne diyordunuz? 93'ün zulmettiğini söylüyordunuz, değil mi?"
"Evet, zulmedici," dedi piskopos, "giyotine alkış tutan Marat için ne dersiniz?"
"Protestanlara reva görülen eziyetler üstüne Te Deum okuyan Bossuet için ne dersiniz?"
Cevap ağırdı, ama çelik bir hançer sertli-ğiyle doğruca hedefe saplanıyordu. Piskopos titredi, verecek cevap bulamadı, ama Bossuet
-94-
adının bu şekilde kullanılması ağrına gitmişti. En parlak zihinlerin bile tabuları vardır ve bazen mantığın saygısızlıklarından kendilerini belirsiz bir şekilde incinmiş hissederler.
Konvansiyoncu sık sık, zorlukla nefes almaya başlamıştı; son soluklara kansan can çekişmenin verdiği tıkanıklık ikide bir sesini kesiyordu. Ne var ki, gözlerinde hâlâ bilincinin tamamen yerinde olduğunu gösteren bir pırıltı vardı. Devam etti:
"Şuradan buradan birkaç söz daha edelim istiyorum: Bütünüyle ele alındığında, insanlığın gücünün devasa bir onaylanışı olan devrimin dışında, 93, ne yazık ki bir tepkidir. Siz onu amansız buluyorsunuz, peki ya o krallık? Carrier bir hayduttur, ama Montrevel'e ne ad verirsiniz? Fouquier-Tinville rezilin biridir, peki ama Lamoignon-Bâville'e ne dersiniz? Mail-lard bir felakettir, ya Saulx-Tavannes nedir, rica ederim? Peder Duchene gaddardır, peki peder Letellier'ye hangi sıfatı layık bulursunuz? Jourdan-Coupe-Tete bir canavardır, ama Louvois Markisi kadar değil. Mösyö, mösyö, arşidüşes ve Kraliçe Marie-Antoinet-te'e
acırım, ama 1685'te Büyük Louis devrinde, emzikteki çocuğundan koparılıp yan beline kadar çıplak olarak çocuğunun karşısında, direğe bağlanan o zavallı Protestan kadına da acırım. Göğüsleri sütle, yüreği ıstırapla şişi-yordu. Aç ve solgun yavru, bu göğüsleri göre göre açlıktan çığlıklar kopararak can çekişiyordu. Ve bu sırada cellat kadına, bu emzikli anaya; 'Dininden dön!' diyordu; onu çocuğunun ölümüyle vicdanının ölümü arasında bir
-95-
seçim yapmaya zorlayarak. Bir anaya reva görülen bu cehennem işkencesine ne dersiniz? Mösyö, şunu hatırınızda iyi tutun; Fransız devriminin kendi nedenleri vardır. Gelecek, onun öfkesini bağışlatacaktır. Meyvesi, daha iyi bir dünyadır. Onun en ürkütücü darbelerinden insan soyuna yönelik bir okşayış doğuyor. Kısa kesiyorum. Susuyorum. Durum fazlasıyla benim lehimde. Ölmek üzereyim."
Ve konvansiyoncu, piskoposa artık bakmayarak sakin sakin ilave etti:
"Evet, ilerlemenin haşinliklerine devrim denir. Devrimler sona erdiği zaman farkına varılır ki; insanlık hırpalanmış, ama yol almıştır."
Konvansiyoncu, piskoposun içindeki bütün kaleleri birbiri ardına, teker teker ele geçirdiğinin farkında değildi. Ama yine de geriye içlerinden biri kalıyordu ki, Monsenyör Bi-envenu'nun en kutsal direnme kaynağını oluşturan bu kaleden, başlangıçtaki katı fikirlerini yeniden dile getiren şu sözler çıktı:
"İlerlemenin Tann'ya inanması gerekir. İyiliğin, dinsiz hizmetkârı olamaz. Tann'yı inkâr eden, insanlığın kötü bir rehberidir."
İhtiyar halk temsilcisi cevap vermedi. Bir titreme geçirdi. Gökyüzüne doğru baktı ve gözleri doldu. Gözyaşları solgun yanağından aşağıya süzüldü ve bakışı derinliklerde kaybolmuş, kekeleyerek, alçak bir sesle ve kendi kendine konuşarak, "Ey sen! Ey ideal! Yalnız sen varsın!" dedi.
Piskopos, anlatılması imkânsız olan bir sarsıntı geçirdi.
-96-
Kısa bir sessizlikten sonra ihtiyar parmağını gökyüzüne doğru kaldırarak: "Sonsuzluk varolan tek şey. Orada işte. Sonsuzluğun bir •ben'i olmasaydı, ben onun sının olurdu; o zaman o sonsuz olamazdı; başka bir deyişle, sonsuzluk var olmazdı. Oysa, o vardır. Şu halde onun bir ben'i vardır. İşte, sonsuzluğun ben'i Tanrı'dır," dedi.
Ölmekte olan adam, bu son sözleri yüksek sesle ve vecd titreyişleri içinde, bir şey görür gibi söylemişti. Sözünü bitirince gözleri kapandı. Harcadığı çaba onu tüketmişti. Belliydi ki, kalan birkaç saatlik ömrünü bir dakikada yaşayıp bitirmişti. Söylediği sözler, onu ölümde bulunan şeye yaklaştırmıştı. O son an geliyordu.
Piskopos anladı, vakit daralıyordu, buraya bir rahip olarak gelmiş, buz gibi bir soğukluktan derece derece heyecanın son kertesine geçmişti; bu kapalı gözlere baktı, bu buruşuk, buz gibi soğuk yaşlı eli tuttu ve ölmek üzere olan adamın üzerine eğildi.
"Saat, Tann'nın saatidir. Boş yere karşılaşmış olmamız sizce de hayıflanacak bir şey olmaz mı?"
Konvansiyoncu gözlerini açtı. Yüzüne gölgeli bir gurur damgasını vurmuştu. Belki de tükenen gücünden çok, ruhun soyluluğundan gelen bir yavaşlıkla, "Mösyö," dedi, "ben hayatımı düşünerek, inceleyerek ve seyrederek geçirdim. Ülkem beni göreve çağırdığı, bunu bana emrettiği zaman altmış yaşındaydım. Emre uydum. İstismarlar vardı, onlarla mücadele ettim, zorbalıklar vardı, onları yok
-97-
ettim, haklar ve ilkeler vardı, onları ilan ettim ve imanım olarak benimsedim. Ülke topraklan işgal edilmişti, savundum, Fransa tehlikedeydi, göğsümü gerdim. Zengin değildim, şimdi de fakirim. Devletin büyüklerinden biriydim, hazinenin mahzenleri parayla öylesine tıklım tıklım doluydu ki, altın ve gümüşlerin ağırlığı altında neredeyse çatlayacak olan duvarlarını desteklemek gerekmişti, bense Arbre-Sec Sokağı'nda yirmi iki meteliğe yemek yiyordum. Fakirlere yardım ettim, acı çekenleri rahatlattım. Mihrabın örtüsünü yırttım, doğru, ama bunu vatanın yaralarını sarmak için yaptım. İnsanlığın ışığa doğru yürüyüşünü daima destekledim ve bazen de acımasız ilerleyişe karşı direndim. Sırasında, kendi düşmanlarımı ve sizleri korudum. Hatta Flandre'da Peteghem'de, Merovingien krallarının yazlık saraylarının olduğu yerde, urbanist Sainte-Claire en Beaulieu manastırını 1793'te ben kurtardım. Görevimi gücüm yettiğince yerine getirdim ve elimden geldiğince iyilik yaptım. Bunlardan sonra da kovuldum, izlendim, takibata uğradım, eziyet gördüm, karalandım, alaya alındım, herkesin içinde aşağılandım, lanetlendim, sürüldüm. Yıllardan beri, ak saçlarıma rağmen birçoklarının beni hor görme hakkını kendinde bulduğunu hissediyorum; zavallı cahil kalabalığın gözünde lanetli bir yüzüm var ve ben kimseden nefret etmeden, nefretin beni içine attığı yalnızlığı kabul ettim. Şimdi seksen altı yaşındayım, ölmek üzereyim. Ne istemeye geldiniz?"
-98-
"Takdis etmeye," dedi piskopos. Ve yere diz çöktü.
Piskopos tekrar başını kaldırdığında kon-vansiyoncunun yüzüne onurlu bir ifade gelmiş ve son nefesini vermişti.
Piskopos evine derin düşüncelere dalmış olarak döndü ve bütün geceyi dua ederek geçirdi. Ertesi gün bazı yürekli meraklılar ona konvansiyoncu G.'den söz etmek istediler. Onlara sadece gökyüzünü göstermekle yetindi.
O günden itibaren piskopos, küçüklere ve acı çekenlere karşı şefkatini ve kardeşliğini bir kat daha artırdı.
O 'ihtiyar G. alçağı'na yapılan her ima onu garip düşüncelerin içine savuruyordu. Hiç kimse, bu ruhun onun ruhunun önünden bu geçişinin ve o büyük vicdanın onun vicdanı üzerine yansıyışının, piskoposun kusursuzluğa yaklaşmasına bir katkısı olmadığını söyleyemezdi.
Bu 'kırsal kesim ziyareti' elbette şehrin küçük topluluklarında fısıldaşmalara neden oldu:
"Piskoposun yeri, ölüm halindeki böyle bir hastanın başucu muydu? Dine dönme ihtimali yoktu elbette. Zaten bu devrimcilerin hepsi de imansızdır. Öyleyse oraya gitmenin anlamı ne? Orada görülecek ne vardı? Demek bir ruhun şeytan tarafından götürülüşünü görmeye meraklıymış."
Bir gün, kendisini nüktedan sayan küstah türünden varlıklı dul bir bayan ona şu çıkışta bulundu: "Monsenyör, yüce efendimizin ne zaman kırmızı külah giyeceğini merak edenler var."
-99-
•m
I
"O! O! İşte önemli bir renk," diye cevap verdi piskopos. "Bereket versin ki, onu külahta hor görenler, şapkada saygıyla karşılıyorlar."
11. Bir Sınıflandırma
Bu söylediklerimize bakarak, Monsenyör Bienvenu'nun 'filozof bir piskopos' ya da 'yurtsever bir rahip' olduğu sonucunu çıkarmaya kalkarsak çok yanılırız. Eski konvansiyon meclisi üyesi G. ile rastlaşması ya da belki daha uygun bir deyişle kavuşması, üzerinde bir tür şaşkınlık izi bırakmış ve bu da onu daha yumuşak bir insan yapmıştı. Hepsi bu.
Her ne kadar Monsenyör Bienvenu bir politikacıdan başka her şey idiyse de, devrin siyasi olayları karşısındaki tutumunu, böyle bir tutum almayı herhangi bir şekilde düşünmüş olabileceğini farz ederek, burada kısaca belirtmek belki yerinde olur.
Öyleyse birkaç yıl geriye dönelim:
Mösyö Myriel'in piskoposluğa terfi edilmesinden bir süre sonra imparator, onu başka birtakım piskoposlarla birlikte imparatorluk baronu yapmıştı. Bilindiği gibi, 5-6 Temmuz 1809 gecesi papanın tutuklanması olayı meydana geldi. Bu nedenle Mösyö Myriel de, Na-poleon tarafından Paris'te toplanan Fransa ve İtalyan piskoposları Sinod meclisine katılması için davet edildi. Sinod, Notre-Dame'da toplandı ve ilk toplantısını 15 Haziran 1811 günü Kardinal Fesch'in başkanlığında yaptı. Toplantıya katılan doksan beş piskopos arasında Mösyö Myriel de vardı. Ama yalnızca bir
-100-
oturuma, bir de üç dört özel konferansa ka-tjdı. Anlaşılan bir dağ bölgesi piskoposluğunun, doğayla iç içe, köyde ve yoksulluk içinde yaşayan piskoposu olarak bu seçkin kişiliklerin arasında, meclisin havasını değiştiren bazı fikirler ortaya atıyordu ki hemen Dig-ne'ye geri döndü. Bu acele dönüş hakkında kendisine soru sorulduğunda: "Onları rahatsız ediyor, dışarının havasını içeri estiriyordum. Üzerlerinde açık bir kapı etkisi yaptım," cevabını verdi.
Bir başka defa da şöyle dedi: "Ne yapalım? O saygıdeğer monsenyörlerin hepsi birer prens. Bense yoksul bir köylü piskoposum."
Gerçek şu ki, ondan hoşlanmathışlardı. Başka bazı garip şeyler arasında, yine söylendiğine göre, en önemli meslektaşlarından birinin evinde bulunduğu bir akşam ağzından şu sözler kaçmıştı: "Güzel saatler geçiriliyor, güzel halılar, güzel kıyafetler! Bütün bunlar bir hayli can sıkıcı olsa gerek. Bütün bu aşın gereksiz şeylerin kulağımın dibinde durmadan bağırıp, 'Aç insanlar var, üşüyen insanlar var, yoksullar var!' demelerini hiç istemezdim."
Şunu da sırası gelmişken söyleyeyim ki, lüksten nefret, akıllıca bir nefret değildir. Bu nefret, sanatlara karşı olan nefreti de içinde taşır. Ne var ki, kilise adamlarının gözünde lüks, onların temsil ettikleri şeylerin ve törenlerin dışında bir suçtur. Öyle anlaşılıyor ki, lüksün hayırseverliğe girmeyen alışkanlıklara yol açtığı düşünülmektedir. Servet sahibi bir rahip sağduyuya aykırı düşer. Bir rahibin fakirlere yakın olması gerekir. Oysa çalışmanın
-101-
tozu gibi, bu sefaletten bir parça olsun kendi üzerinde taşımadan, insan gece gündüz durmaksızın bütün o mutsuzlara, bütün o kederli insanlara, bütün o yoksullara dokunup durabilir mi? Kor bir ateşin yanında durup da, sıcağıyla ısınmayan insan düşünülebilir mi? Sürekli olarak kızgın bir fırının başında çalıştığı halde, ne saçında bir yanık, ne tırnağında bir karalık, ne vücudunda bir damla ter, ne de yüzünde bir kırıntı kül olmayan bir işçi düşünülebilir mi? Bir rahipte, hele hele bir piskoposta hayır ve yardımseverliğin ilk kanıtı, yoksulluktur.
Hiç şüphesiz Digne piskoposu böyle düşünüyordu. Zaten onun bazı hassas konularda, 'yüzyılın fikirleri' diyebileceğimiz düşünceleri paylaştığını sanmamalıyız. Devrin ilahiyatıyla ilgili tartışmalarına az karışır, kilisenin ve devletin saygınlığının söz konusu olduğu sorunlarda suskun dururdu. Ama üstüne fazla gidilecek olursa, belki de Fransız Kilisesi'nden çok, papalığa yakın olduğu görülürdü. Burada bir portre çizdiğimize ve hiçbir şeyi saklamak niyetinde olmadığımıza göre, alçalma devrinde Napoleon'a karşı buz gibi bir tavır
takındığını eklemek zorundayız. 1813'ten itibaren bütün Napoleon aleyhtarı gösterilere ya katıldı ya da alkış tuttu. Elbe Adası'ndan geri gelişinde onu gerçekten görmeyi reddetti ve Yüz Gün Saltanatı sırasında kendi piskoposluk bölgesinde imparator için toplu dualar okunmasına yanaşmadı.
Kız kardeşi Matmazel Baptistine'den başka, biri general, öteki vali iki erkek kardeşi
-102-
vardı. İkisine de sık sık mektup yazardı. Birincisine bir süre kırgın davrandı, çünkü Cannes'a çıkış sırasında Provence'da komutanlık yapan general, bin iki yüz kişilik bir kuvvetin başında sanki kaçıp kurtulması istenen biriymiş gibi imparatorun peşini takip etmekle yetinmişti. Paris'te, Cassette Soka-ğı'nda emekli hayatı yaşayan mert ve saygı gören öbür kardeşine yani eski valiye yazdığı mektuplar ise hep daha sevecen oldu.
Demek oluyor ki, Monsenyör Bienvenu'nun da taraf tuttuğu, burukluk duyduğu, yüzünü üzüntü bulutlarının kapladığı zamanlar olmuştu. Daima ezeli ve ebedi şeylerle meşgul bu şefkatli, bu büyük zihinde de, yaşayan âna ait tutkuların gölgesi dolaşmıştı. Böyle bir adama muhakkak ki siyasi kanaatler taşımamak daha çok yaraşırdı. Düşüncemiz yanlış anlaşılmasın, 'siyasi kanaat' denilen şeyleri, günümüzde her türlü verimli düşüncenin temelini oluşturması gereken o yüce ilerleme özdeyişiy-le; o yüksek vatan sevgisi, demokrasi ve insanlık inancıyla asla karıştırmıyoruz. Bu kitabın konusunu ancak dolaylı olarak ilgilendiren sorunları derinleştirmeden, sadece şunu söylemek isteriz: Gönül isterdi ki, Monsenyör Bien-venu kral yanlısı olmasın ve bu dünyanın ham hayalleri ve sosyal olayların fırtınalı gelgitleri üzerinde açık seçik parladıklan görülen üç lekesiz ışığı; gerçeklik, adalet ve şefkati huzur içinde seyretmekten, bakışlarını başka bir yana bir an çevirmesin.
Tann'nın Monsenyör Bienvenu'yu hiç de siyasi bir görev için yaratmadığını kabul et-
-103-
mekle birlikte, hak ve özgürlük adına bir protestoyu, mutlak güce sahip bir Napoleon'a karşı gururlu muhalefeti, tehlikeli ama haklı bir direnişi anlar ve hayranlıkla karşılardık. Ama yükselenlere karşı olduğunda hoşumuza giden şey, düşenlere karşı olduğunda o kadar hoşumuza gitmez. Mücadeleyi ancak tehlikede olduğu sürece severiz ve her durumda ancak ilk andan itibaren mücadele verenler, son anda yok etme hakkına sahip olabilirler. Yükselme devrinde suçlamalarında inatla direnmeyene, kötülük karşısında susmak düşer. Düşüşün tek yasal yargıcı, başarıların kötü içyüzünü açıkça ilan edendir. Oysa ki biz ilahi takdir işe karışıp, darbelerini indirmeye başladığı zaman, kenara çekilip meydanı ona bırakıyoruz. 1812 bizi gevşetmeye başladı. 1813'te, o zamana kadar suspus duran Yasama Meclisi'nin, bu sessizliğini felaketlerden cesaret alarak alçakça bozması ancak öfke ve nefretle karşılanacak bir şey iken, alkışlanması bir hataydı, 1814'te, o hain mareşallerin karşısında rezillikten rezilliğe düşen, önce ilahlaştırdığına, sonra hakaretler yağdıran o senatonun karşısında, putunun hem ayaklarını yalayıp, hem üstüne tüküren o putperestlik karşısında başını tiksintiyle başka tarafa çevirmek bir görevdi; 1815'te, en büyük felaketler ufukta belirmişken, Fransa bu felaketlerin uğursuz bir şekilde yaklaştığını hissederek ürpertiler geçirirken, Napoleon'un önünde açılan Waterloo uçurumu uzaktan hayal me-yal seçilirken, ordunun ve halkın o kader mahkûmuna hazin bir halde alkış tutmasında
-104-
gülünecek bir taraf yoktu ve o zorba hakkında her türlü çekince kaydı saklı kalmak şartıyla, Digne piskoposu gibi bir kalp taşıyan bir kişinin, büyük bir ulusla büyük bir adamın uçurumun kenarında birbirleriyle sarmaş dolaş olmasındaki ihtişamlı ve dokunaklı yanı herhalde hor görmemesi gerekirdi.
Bunun dışında o, doğru, hakikatsever, adil, zeki, alçakgönüllü ve saygıdeğerdi; iyiliksever ve iyilik isteyiciydi ki, zaten bu da iyilik etmenin bir başka biçimidir. Bir rahipti, bir bilgeydi, bir insandı. Hatta, söylemek gerekir ki, yukarıda kınadığımız ve bu yüzden onu neredeyse sert bir şekilde yargılamaya hazır olduğumuz siyasi düşüncelerinde bile,' turada konuşan bizden belki de daha hoşgörülü, daha uysaldı.
Belediye binasının kapıcısını bu işe imparator yerleştirmişti. Eski muhafız alayının yaşlı bir astsubayı, Austerlitz lejyonerlerin-den kartal gibi Bonapartist bir adamdı. Bu biçare, ara sıra ağzından o devirde kanunun 'bozguncu sözler' diye nitelendirdiği düşüncesizce bazı sözler kaçırırdı. Şeref lejyonu nişanında artık imparatorun profili görünmez olduğundan beri, nişanını taşımak zorunda kalmamak için, kendi deyişiyle, artık iç kıyafet talimatnamesine göre giyinmiyordu. Napoleon'un kendisine vermiş olduğu nişanda bulunan imparator sureti olan kabartmayı dindarca bir huşu ile bizzat çıkarmış ve yerini delik bırakmıştı, onun yerine hiçbir şey koymak istemiyor, "Kalbimin üstünde üç kurbağa taşımaktansa ölmeyi tercih ederim,"
-105-
diyordu. XVIII. Louis ile yüksek sesle, yürekten gelerek alay ediyor, "İngiliz tozluğu takmış damla illetli pinpon! Kuyruklu saçıyla Prusya'ya defolsun," diyordu. En çok nefret ettiği iki şeyi, Prusya ile İngiltere'yi, aynı paralellikte lanetlemek onu çok memnun ediyordu. O kadar ileri gitti ki, sonunda işinden attılar. Karısı ve çocuklarıyla aç bilaç sokakta kaldı. Piskopos onu çağırttı, hafif yollu azarladı ve katedrale kapıcı yaptı.
Monsenyör Bienvenu kutsal faaliyeti, tatlı ve yumuşak davranışlarıyla Digne şehrini dokuz yılda adeta şefkatli bir aile sevgisi ve say-gısıyla doldurmuştu. Napoleon karşısındaki tavrı bile, imparatoruna tapan, ama piskoposunu da seven halk -o uysal ve aciz sürü- tarafından kabul edilmiş, sanki dolaylı olarak bağışlanmıştı.
12. Monsenyör Bienvenu'nun Yalnızlığı
Tıpkı bir generalin çevresindeki genç subaylar olduğu gibi, bir piskoposun çevresinde de daima küçük bir rahipler mangası bulunur. Şu sevimli Saint François de Sales'in, bir yerde, toy papazlar' diye bahsettiği şey budur işte. Her mesleğin heveslileri vardır ve bunlar, o mesleğin tepesindeki kişilerin peşindeki korteji oluştururlar. Müridi olmayan hiçbir güç ve iktidar yoktur. Her mutluluğun, her zenginliğin onu kuşatan bir çevresi vardır. Kendilerine gelecek arayanlar, ihtişamlı 'şimdinin' etrafında dururlar. Her metropolün bir kurmay heyeti vardır. Biraz nüfuzlu bir piskoposun, ilahiyat okulu azizciklerinden olu-
-106-
şan bir devriye kolu bulunur. Bunlar piskoposluk sarayında ortalığı kolaçan edip, her şeyin yerli yerinde olmasını sağlarlar ve mon-senyörün gülümsemeleri çevresinde nöbet tutarlar. Piskoposuna yaranmak, diyakos yamaklığı için atlama taşıdır. Bunun yolunu yapmayı bilmeli. Havarilik, papazların gelirini aşağılamayı gerektirmez.
Başka yerlerde koca külahlılar olduğu gibi kilisede de koca kavuklular vardır. Bunlar, saraya yerleşmiş, zengin, becerikli, sosyetede yeri olan, şüphesiz bu arada dua okumasını da bilen, ama istemesini bilmekten de geri kalmayan, yüzünü göstermek için bütün cemaatini kapısında bekletmekten çekinmeyen, dinle diplomasi arasında birleştirici halka görevi gören, rahipten çok, rahip kisveli, piskopostan çok, piskopos kılıklı piskoposlardır. Ne mutlu onlara yaklaşanlara! Saygıdeğer kişiler olduklarından, çevrelerine, yaltaklanan-lara ve kayırılanlara, bütün o göze girmesini bilen gençlere; yağlı, ruhani bölgeler, gelir getiren görevler, bölge müfettişlikleri, sadaka eminlikleri, katedral görevleri yağdırır dururlar. Bu arada kendileri de piskoposluk görev ve unvanlarını beklerler. Kendileri yükseldikçe, uydularını da peşleri sıra ilerletirler ve bu, sanki hareket halinde bir güneş sistemidir. Saçtıkları ışık, uydularını da allara boyar. Saygınlıklarının ve kudretlerinin kırıntılarını çevreye tatlı, küçük terfiler halinde dağıtırlar. Koruyucunun ruhani yetki sahası ne kadar genişlerse, gözdeye de o kadar büyük bir kilise bölgesi düşer. Sonra, Roma da hemen şu-
-107-
racıktadır. Başpiskopos olabilmiş bir piskopos ve kardinal olabilmiş bir başpiskopos kardinal olmak için size, papaların seçildiği meclisin yolunu açar, Roma'daki on iki hakimli papalık yüce mahkemesine girersiniz ve omuzlarınıza üzerinde siyah haçlar bulunan yünlü beyaz geniş şeridi takarsınız, derken yüce mahkeme kararlarının yazıcısı, ardından papanın özel kalem müdürü, daha sonra da monsenyör oldunuz demektir ve yüce efendimizlikle kardinallik arasında sadece bir adım kalmıştır. Ve kardinallik ile azizlik arasında ancak bir oy pusulasının dumanı kadar uzaklık kalmıştır. Her papaz, takkesi üç katlı papalık tacını hayal eder. Günümüzde papaz, düzenli bir şekilde yükselip, kral olmaya kadar varan tek insandır. Hem de ne kral! Krallar kralı! Onun için, bir ilahiyat okulunun nasıl bir tutkular fidanlığı olduğunu varın bir düşünün! Yüzüne baksan kızaran nice koro şarkıcısı çocuk, nice genç rahip, başlarında Perrette'in süt güğümünü taşırlar. Herhalde tutku, kendisine kolaylıkla yetenek adını veriyor, kim bilir? Belki de inanarak, kendisi de aklanarak, ne mutlu ona!
Alçakgönüllü, yoksul, kendi halinde bir kişi olan Monsenyör Bienvenu, koca kavuklular sırasından sayılmıyordu. Bu hiç çevresinde dönen genç papazlar olmamasından belliydi. Görmüş olduğumuz gibi, Paris'te 'başarılı olamamıştı'. Bu münzevi bir hayat yaşayan ihtiyar için herhangi bir gelecek düşünülemezdi. Hiçbir yükselme hırsı, onun gölgesinde yeşermeye kalkışma deliliğini göster-
-108-
miyordu. Danışma kurulu üyeleriyle yardımcıları da onun gibi biraz halktan, onun gibi kardinalliğe kapısı olmayan bu göreve kendilerini hapsetmiş ve tıpkı piskoposlarına benzeyen yaşlı başlı adamlardı, yalnız şu farkla ki, onlar bitmişlerdi, o ise olgunluğun ve bilgeliğin en üst düzeyindeydi. Yetiştirdiği gençler, Monsenyör Bienvenu'nun yanında yükselmenin imkânsızlığını o kadar iyi anlıyor-lardı ki, daha ilahiyat okulundan çıkar çıkmaz Aix ya da Auch başpiskoposları aracılığıyla kendilerinin önerilmesini sağlayıp çarçabuk çekip gidiyorlardı. Çünkü, tekrar söyleyelim, ne de olsa herkes yükselmek ister. Özveri ateşiyle yaşayan bir aziz, tehlikelf bir komşudur; size iflah olmaz bir yoksulluk verir, ilerlemek için gerekli olan mafsallarda kilitlenme yapar, sözün kısası; isteyeceğinizden fazla fedakârlık yapma gayreti bulaştırabilir. Onun için insanlar bu uyuz türü erdemden kaçarlar. Monsenyör Bienvenu'nun yalnızlığı şundan geliyordu: Biz karanlık bir toplumda yaşıyoruz. Başarmak; yukanlardaki kargaşalıktan üstümüze damla damla yağıp duran ders işte budur.
Sırası gelmişken söyleyelim: Basan iğrenç yüzlü bir şeydir. Erdemle olan yalancı benzerliği insanı aldatır. Toplum için, başarının tezahürü aşağı yukarı üstünlüğün ortaya çıkışıyla aynıdır. Yeteneğin tıpatıp benzeri olan başarı her şeyden önce tarihi aldatır. Juvena-lis'le Tacitus'a bu durumda sadece homurdanmak kalmıştır. Günümüzde, hemen hemen resmileşmiş bir felsefe, başarının kapı-
-109-
sında hizmetçiliğe girmiş, başarının uşak üniformasını sırtında taşımakta ve onun bekleme odasında hizmet etmektedir. Başarınız; teori bu. Bolluk ve refah, yeteneğin ve kapasitenin ürünü sayılıyor. Piyangoda kazandınız mı, tamamdır, becerikli bir insansınız demektir. Galip gelen kişi saygı görür. Dünyaya takkeli gelin, bütün sorun burada. Şanslı iseniz gerisi kendiliğinden gelir. Mutlu olun, sizi büyük kişi sanırlar.
Yüzyılımızı aydınlatan beş altı büyük istisna dışında, çağımızın hayranlığı miyopluktan başka bir şey değildir. Yaldız, altın yerine geçer. Rastgele biri olmak zarar etmez, yeter ki sonradan görme biri olsun. Basit insan, kendi kendisine hayranlık duyan ve basitliği alkışlayan ihtiyar bir nar-sisttir. Basit insan için önemli olan hedefe ulaşmaktır. İster Musa, Aiskhylos, Dante, Michel-Angelo olsun ister herhangi biri olsun, üstün yetenekleriyle hedefine ulaşan herkesi hemen alkışlar. Noterin biri milletvekili olsun, bir sahte Corneille Ttridate'ı yazsın, hadım edilmiş biri harem sahibi olsun, bir asker Prudhomme bir devir için hayati önemi olan savaşı kazara kazansın, bir eczacı Sambre-et-Meuse ordusu için kartondan postal tabanı icat edip kösele yerine satılan bu kartonla kendine dört yüz bin livrelik bir rant kursun, bir seyyar çerçi* tefecilikle gerdeğe girsin ve baba olup bu anaya yedi sekiz milyon doğurtsun, bir vaiz genzinden konuşa konuşa piskoposluğa ersin, varlıklı bir kona-
Köy, pazar gibi yerlerde dolaşarak ufak tefek tuhafiye eşyası satan esnaf.
-110-
2ın vekilharcı işten ayrıldığında öyle zengin olsun ki, onu maliye bakanı yapsınlar. İnsanlar bütün bunlara hemen deha adını yapıştı-nverirler; tıpkı Mousqueton'un suratına 'güzellik', Claude'un tavrına ve havasına 'haşmetli' demeleri gibi. Gökyüzünün derinliklerindeki Samanyolu'yla ördeklerin yumuşak çamur birikintisinde ayaklarıyla resmettikleri yıldızlan birbirine karıştırırlar.
13. Piskoposun İnandıkları
Digne piskoposunu Ortodoks bir anlayışın bakış açısından tartmamız gereksiz. Böyle bir ruh karşısında ancak derin bir saygı duyula-bilir. Doğru bir kişinin sözü, vicdanına kefildir. Dahası, bellibaşlı karakteristik huylan ortadayken, bizimkinden farklı bir inanç içinde de insanlık erdeminin bütün güzelliklerinin pekâlâ gelişebileceğini kabul ederiz.
Dinin dogması ya da filan sırn hakkında ne düşünüyordu? İç âleme ait bu gizlilikler ancak ruhların çıplak olarak girdikleri mezarda bilinebilir. Yalnız, emin olduğumuz tek şey, iman konusundaki güçlüklerin onda hiçbir zaman ikiyüzlülüğe yol açmadığıdır. Elmasın çürümesi mümkün müdür? Elinden geldiği kadar inanıyordu, "Credo in Patremr* diye haykınrdı sık sık. Vicdanı yeterince doyuran ve size yavaşça, "Tann ile berabersin!" diyen memnuniyeti, hayır işlerinden zaten bol bol elde ediyordu.
Belirtmemiz gerektiğine inandığımız bir
* Lat.: Tann'ya inanıyorum.
-111-
nokta da şu ki, piskopos inancının dışında, deyim yerindeyse ötesinde, gönlünde aşın bir sevgi beslemekteydi. İşte bu yönden, quia muttum amavit* kolayca yaralanabilirdi; 'ciddi kişiler', 'ağır başlı kişiler', 'aklı başında kişiler' -ukalalığın bir adının da bencillik olduğu hazin dünyamızın gözde deyimleri- bu yargıya varmışlardır. Neydi bu aşırı sevgi? Bu, daha önce belirttiğimiz gibi, insanları aşan ve sırasında eşyaya kadar uzanan huzurlu bir iyilikseverlikti. Hiçbir şeyi hor görmeden yaşıyordu. Tann'nın bütün yaratıklarına karşı hoşgörülüydü. Her insanda, hatta en iyisinde bile, hayvanlara karşı içinde sakladığı bilinçsizce bir sertlik bulunur. Birçok rahibin bile bir özelliğini oluşturan bu sertlikten Digne piskoposunda eser yoktu. İşi Brahmanlığa kadar vardırmazdı, ama görünüşe göre Eski Ahit'in Vaiz kitabındaki şu söz üzerinde uzun boylu düşünmüş olmalıydı: "Hayvanların ruhunun nereye gittiği biliniyor mu?" Görünüşteki çirkinlikler, içgüdünün acayiplikleri onu ne rahatsız eder ne de tik-sindirirdi. Bundan heyecan duyar, adeta acırdı. Düşünceye dalar, sanki görünen hayatın ötesindeki nedeni açıklamaya ve mazereti aramaya çalışır, zaman zaman Tann'dan şefaat diler gibi bir hal alırdı. Doğada hâlâ bulunan birçok karışıklığı hiç kızmadan, tıpkı bir parşömen üzerindeki yazılan çözmeye çalışan bir dil bilgini gözüyle incelerdi. Bu hayaller bazen ağzından garip sözler çıkmasına
• Lat: Çok sevdiği için.
-112-
yol açardı. Bir sabah bahçesindeydi, kendisini yalnız sanıyordu, ama kız kardeşi o görmeden arkasından yürümekteydi; birden durdu ve yerdeki bir şeye baktı: Kocaman bir örümcekti; kara, tüylü, korkunç bir şey. Kız kardeşi, onun, "Vah zavallı hayvan, bunda onun kusuru yok," dediğini duydu.
İyiliğin neredeyse tannsal denilebilecek böyle çocukluklardan ne diye söz etmemeli? Çocukluk, kabul ama bu ulvi çocukluktan Aziz François d'Assise ve Marcus Aurelius de yapmışlardır: Bir gün, bir kanncayı ezmemek için ayağını burktu.
İşte böyle yaşıyordu bu dürüst adam. Bazen bahçesinde uyuyakalırdı. O zaman, bundan daha saygıya değer bir görünüş olmazdı.
Gençliğine, hatta olgunluk çağına dair anlatılanlara bakılırsa, Monsenyör Bienvenu vaktiyle tutkulu, hatta belki de haşin bir adammış. Her alandaki yumuşaklığı ve uysallığı, yaradılıştan gelen bir içgüdü olmaktan çok, hayatı boyunca yüreğinden süzülüp düşünceden düşünceye ağır ağır dökülmüş bir büyük inancın sonucuydu. Çünkü bir karakterde de tıpkı bir kayada olduğu gibi su damlacıklarının oyduğu delikler olabilir. Bunlar silinmez oyuklardır, bu oluşumlar asla yok olmaz.
Sanırız daha önce de söylemiştik; 1815'te piskopos yetmiş beş yaşına girmişti. Ama altmışından fazla göstermiyordu. Uzun boylu değildi, biraz toplucaydı ve bunu giderebilmek için uzun yürüyüşler yapıyordu. Ayağına sağlamdı, beli pek az bükülmüştü. Bu aynntılar-
-113-
dan herhangi bir sonuç çıkarmak niyetinde değiliz. XVI. Gregoire seksen yaşındayken dimdik durup gülümsüyor ama bu, onun kötü bir rahip olmasını engellemiyordu. Monsenyör Bi-envenu'nun halk deyişiyle 'güzel bir başı" vardı, ama o kadar sevimliydi ki, güzelliğini unutturuyordu.
Daha önce de sözünü ettiğimiz bir başka güzelliği de, çocuksu neşesiyle konuşmaya başladığı zaman insanın, kendisini onun yanında rahat hissetmesiydi. Bütün kişiliğinden sevinç fışkırıyor sanırdınız. Pembe, taze cildi, hâlâ koruduğu ve güldüğü zaman görünen bembeyaz dişleri ona huzurlu bir hava veriyor ve bir erkeğe, "işte iyi, saf bir çocuk"; bir yaşlıya da, "işte babacan bir adam" dedirtiyordu. Hatırlanacağı gibi, Napoleon üzerinde de aynı etkiyi yapmıştı. İlk bakışta onu ilk gören biri için gerçekten de kendi halinde bir adamcağızdı. Ama, birkaç saat yanında kalıp, onu biraz olsun düşünürken görenler için, bu kendi halinde adamcağız yavaş yavaş değişir ve adeta heybetli biri olurdu. Beyaz ve dökülmüş olan saçları geniş, ciddi ve gururlu alnına düşünceli bir ifade, hatta büsbütün olgunluk veriyordu. Bu iyilikten etrafa görkem dağılıyor, ama bu arada iyilik de ışıltısını bütün parlaklığıyla sürdürmekten geri kalmıyordu. İnsan, gülümseyen bir meleğin bir yandan gülümserken, bir yandan da ağır ağır kanatlarını açtığını görmenin verebileceği bir heyecan duyuyordu. Ona duyulan anlatılması imkânsız bir saygı derece derece içinize işleyip, yüreğinize kadar yükseliyordu ve anlı-
-114-
yordunuz ki, karşınızda kudretli, hayatın sınamalarından geçmiş, hoşgörülü bir ruh, düşüncesi büyük, müşfik olmamazlık edemeyecek kadar büyük bir ruh bulunmaktadır.
Görmüş olduğumuz gibi, dua, dini görevlerin yerine getirilmesi, sadaka işleri, dertlilerin tesellisi, bir toprak parçasının ekilip biçil-mesi, kardeşlik, kanaatkârlık, konukseverlik, her türlü lüksten vazgeçme, güven, okuma ve inceleme, çalışma hayatının her gününü dol-duruyordu. Bu, 'dolduruyordu' kelimesi tam yerindedir. Gerçekten de, piskoposun günü iyi düşüncelerle, iyi sözlerle, iyi işlerle tıklım tıklım doluydu. Buna rağmen, havanın soğuk ya da yağmurlu olmasından ötürü akşamleyin iki kadın odalarına çekildikleri zaman, uyumadan önce bahçesinde bir iki saat geçirmezse günü yarım kalmış sayılırdı. Geceler, onun gökyüzündeki yüce manzaralar karşısında düşünceye dalarak uykuya hazırlanması için adeta dini bir tören olmuştu. Bazen, gecenin ilerleyen bir saatinde iki yaşlı kadın eğer uyumamışlarsa, bahçedeki yollarda onun ağır ağır yürüdüğünü duyarlardı. Orada, kendi içine çekilmiş, sakin, ibadet ederek, kalbinin huzurunu göklerin huzuruyla kıyaslayarak, yıldızların görünen görkemiyle Tann'nın görkemi karşısında gecenin karanlığı içinde heyecanlanarak ve ruhunu bilinmeyenden yağan düşüncelere aça aça kendisiyle baş başa kalırdı. Böyle zamanlarda gece çiçeklerinin kokularını sundukları saatte, yıldızlı gecenin ortasında bir lamba gibi yanan kalbini açarak ve yaradılışın evren-
-115-
i
sel yayılışı içinde coşkuyla kendinden geçerek, belki kendisi de zihninden geçenleri dile getirme gücünü kendisinde bulamaz; içine bir şeylerin indiğini hissederdi. Ruhun derin-likleriyle evrenin derinlikleri arasındaki esrarlı alışverişler!
Tann'nın büyüklüğünü ve varlığını, gelecekteki ebedi hayatı, o garip sırrı, geçmiş ezeli hayatı, o büsbütün garip sonsuzlukları düşünür ve anlaşılmaz olanı anlamaya çalışmadan O'na bakardı. Tann'yı incelemiyordu, ona, gözleri kamaşırcasına hayran oluyordu. Atomları olağanüstü bir biçimde kaynaştırarak maddeyi bir şekle sokup görünür kılan, teklik içinde bireyler, mekân içinde oranlar, sonsuzluk içinde sonsuz sayılar yaratan ve ışıktan güzellik yaratanı saygıyla seyrederdi. Bunlar sürekli olarak düğümlenip çözülmekte, böylece hayatı ve ölümü meydana getirmekteydiler.
Yaşlı, köhne bir asma kütüğüne yaslanan tahta bir sıranın üstüne oturur, meyve ağaçlarının cılız ve eğri büğrü siluetleri arasından yıldızlara bakardı. Zavallı bitkilerin dikili olduğu, kulübe ve ambarlarla dolu bu bir çeyrek dönümlük toprak parçası onun için çok değerli ve yeterliydi.
Hayatın pek az olan bu boş zamanlarını, gündüz bahçe işleri, geceleri de düşünce ve seyirle geçiren bu yaşlı adam daha ne isterdi ki? Tavanı gökyüzü olan bu daracık kapalı saha, Tann'ya, en yüce eserlerinin her birinden ayrı ayrı ibadet edebilmek için yeterli değil miydi? Gerçekten de her şey burada değil miydi, geriye bunun dışında, ötesinde istene-
-116-
bilecek ne kalıyordu? Gezinmek için küçük bir bahçe ve hayal kurmak için uçsuz bucaksız bir saha. Ayaklarının altında ekilebilen ve toplanabilen şeyler; başının üstünde incele-nebilen ve üzerinde düşünülebilen şeyler; yerde birkaç çiçek, gökte bütün yıldızlar.
14. Piskoposun Düşündükleri
Son bir söz daha:
Digne piskoposunun yaradılışına ait bu ayrıntılar, ona özellikle şu yaşadığımız zamanda ve halen moda olan bir deyimle, 'panteist'* • bir kimlik verebileceği ve bazen münzevi zihinlerde yeşeren ve dinin yerini alabilecek kadar yerleşip büyüyebilen kişisel felsefelerden birT-ne sahip olduğu sanısını, lehinde ya da aleyhinde uyandırabileceğinden ötürü, hemen şunu ısrarla belirtelim ki, Monsenyör Bienve-nu'yu tanıyanlardan hiçbiri böyle bir şey düşünme cesaretini kendinde bulamamıştır. Bu adamı aydınlatan şey yürekti. Onun bilgeliği oradan gelen ışıktan yapılmıştı.
Onun hiçbir sistemi yok, ama eserleri çoktu. Anlaşılması güç safsatalar baş dönmesi verir. Öyle cehennemlik şeylerle zihnini tehlikeli maceralara sürdüğünü gösteren hiçbir işarete rastlanmamaktaydı. Havari, cüretkâr olabilir, ama piskoposun çekingen olması gerekir. Büyük ve müthiş düşünürlerin tekelinde sayılan bazı sorunları fazlasıyla kurcaladığı endişesine kapılmış olma ihtimali vardı. Bilinmeyene açılan kapıların altında kutsal
Doğanın tezahüründe Tann'yı bulan anlayış. -117-
bir dehşet vardır. Bu karanlık ağızda orada öylece açık dururlar, ama belirsiz bir şey size, siz hayat yolcusuna içeri girmemenizi söyler. Dinlemeyip girenlerin vay haline!
Dâhiler, soyutlamanın ve saf spekülasyonun, deyim yerindeyse, dogmalar üstünde yer alan muazzam derinliklerinde Tann'ya kendi fikirlerini kabul ettirmeye çalışırlar. Duaları, cüretkâr tartışma önerileri taşır. Tapınırken sorguya çekerler. Bu, dinin doğrudan doğruya olanıdır; engebeli dik yollarından tırmanmayı göze alanlar için acılar ve sorumluluklarla dolu bir din.
İnsan düşüncesinin sınırı yoktur. Tehlikeyi ve riski göze alarak kendi hayranlığını durmadan analiz edip inceler. Hayranlık verici bir tepki gösterme Tanrı'yla doğayı hayran bırakır, diyebiliriz. Bizi çevreleyen esrarlı âlem böylece aldığını geri verir. Hayranlıkla seyredenler de herhalde seyrediliyordur. Ama ne olursa olsun, yeryüzünde bazı insanlar -acaba bunlar insan mıdırlar- hayalin ufuklarında mutlağın yüceliklerini açık ve seçik olarak görmekte ve sonsuzluk dağının müthiş manzarasını seyretmektedirler. Monsenyör Bienvenu bir dâhi değildi. Swedenborg ve Pascal gibi bazı çok büyük kişilerin bile üzerinden çılgınlık uçurumuna kaydıkları bu yücelikler ona korku verirdi. Ama bu güçlü hayallerin manevi açıdan yararlı olduğu da muhakkaktır, bu çetin yollar insanı ideal mükemmelliğe yaklaştırır. Onun seçtiği ise kısa yoldu: İncil. O, hiçbir zaman, ayin giysisine İlyas Peygamber'in cüppesinin kıvrımlarını verdirmeye kalkışmıyor,
-118-
ojaylann karanlık çalkantıları üzerine asla geleceğin ışığını yansıtmıyor, eşyanın pırıltılarını bir alev halinde yoğunlaştırmaya çabalamıyordu; ne peygamberlikten ne de sihirbazlıktan nasibi vardı. Sadece seviyordu, o kadar.
Duayı insanüstü bir özleyişe kadar genişlettiği oluyordu belki de, ama insan sevdiğinden daha fazla ibadet edemez ve kutsal metinler dışında kalarak dua etmek eğer inançtan sapma ise, azize Teresa ile aziz Jerom da sapmış kişiler sayılırdı.
İnleyenin, günahının bedelini ödeyenin üzerine eğilirdi. Âlem, ona muazzam bir hastalık gibi görünürdü; her yerde ateş bulur, dinlediği her yerden ıstırap sesleri duyaf ve muammayı çözmeye çalışmaksızın, yarayı sarmaya çalışırdı. Yaratılmış şeylerin korkunç manzarası onda şefkat duygusu geliştiriyordu; en iyi şekilde acımanın ve acıyı en iyi şekilde dindirmenin yollarını bulmaya ve bunu başkalarına da telkin etmeye çalışıyor, yalnızca buna uğraşıyordu. Bu iyi yürekli ve ender bulunur rahip için bütün varlıklar, sürekli teselli arayan bir üzüntü konusuydu.
Altın çıkarmaya çalışan insanlar olduğu gibi, o da merhamet çıkarmaya çalışıyordu. Onun maden daman bütün dünyayı saran sefaletti. Çekilen ıstırap her yerde daima bir iyilik vesilesinden başka bir şey değildi. Birbirinizi seviniz; bu sözü, o, bütün anlam ve kapsamıyla bildiriyor, bundan başka, bundan daha fazla hiçbir şey dilemiyordu ve bütün doktrini de bundan ibaretti. Bir gün, şu kendisini 'filozof sanan kişi, daha önce adı
-119-
geçen senatör, piskoposa şöyle dedi: "Şu dünyanın haline bakın; herkes birbiriyle savaşıyor, en güçlü olan, en akıllısı. Sizin, birbirinizi seviniz demeniz saçmalık."
Monsenyör Bienvenu tartışmaya girmeden, "Peki, eğer bu bir saçmalıksa, tıpkı bir istiridyenin içindeki inci tanesi gibi, ruh da onun içine kapanıp oturmalı," diye cevap verdi. Ve gerçekten de istiridyesinin içine kapanıyor, burada yaşıyordu, bundan memnundu, insanı hem çeken hem de korkutan olağanüstü konulan, soyutlamanın erişilmez ufuklarını, metafiziğin uçurumlarını, havari için Tann'da, Tann'yı inkâr eden için hiçlikte birleşen bütün o derin şeyleri bir yana bırakıyordu; kader, iyilik ve kötülük, varlıkların varlıklara karşı savaşı, insanın bilinci, hayvanın düşünce taşıyan uyurgezerliği, ölümün getirdiği dönüşüm, mezarda hayatın özetinin yapılması, değişmeden kalan benliğe birbiri ardınca değişik sevgilerin anlaşılmaz şekilde aşılanması, öz, cevher, Yokluk ve Varlık, ruh, doğa, özgürlük, zorunluluk; sivri sorunlar, insan düşüncesinin kanatlı dev ustalarının eğildikleri uygunsuz derinlikler; Lucretius'un, Manu'nun, aziz Pav-lus'un, Danet'nin, sonsuzluğa dimdik baktıkları anda sanki orada yıldızlar açtıran ateşli gözlerle seyrettikleri muazzam uçurumlar.
Monsenyör Bienvenu esrarlı sorunlan dışarıdan tespit etmekle yetinen, bunlan kurcalamayan, kanştırmayan, kendi düşüncesini de bunlarla bulandırmayan ve ruhunda karanlığa karşı sadece ciddi anlamda saygı besleyen bir adamdı.
Basa dusmaedim
YanıtlaSil