ÜÇÜNCÜ KİTAP
1817 YILINDA
1. 1817 Yılı
1817 yılı, XVIII. Louis'nin, içinde kibirin de eksik olmadığı krallara yaraşır azametli bir tavırla, saltanatının yirmi ikinci yılı olduğunu söylediği yıl ve Mösyö Bruguiere de Sorsum'un da üne eriştiği yıldı. Bütün berber dükkânları, pudra modası ve kraliyet kuşunun geri döneceği umuduyla gök mavisi renge badanalanmış, zambak çiçekleriyle süslenmişti. O günler, Lynch kontunun her pazar Fransa yüce meclisi üyesi elbisesi, kırmızı şeridi, uzun burnu ve parlak bir iş görmüş kişilere özgü o şahane profiliyle kilise mütevellisi sıfatıyla kendine ayrılmış özel sırada oturduğu o masum ve saf günlerdi. Mösyö Lynch'in becerdiği parlak iş şuydu: Bordeaux belediye başkanıyken 12 Mart 1814'te, kenti dük d'Augouleme'e biraz fazlaca erken teslim etmişti. Yüce meclis üyeliği de buradan geliyordu. 1817'de, dört ile altı yaşındaki küçük oğlan çocuklarının, maroken taklidi deriden, kulaklıklı, eskimo serpuşlarına benzeyen geniş kasketler giymeleri modaydı; Fransız ordusuna Avusturya tarzı beyaz üniforma giydirilmişti; alaylara lejyon deniyordu; rakam yerine eyaletlerin adlarım
-207-
taşıyorlardı. Napoleon Sainte-Helene'deydi ve İngiltere, ona yeşil çuha vermeyi reddettiğinden, eski elbiselerini tersyüz ettiriyordu. 1817'de Pellegrini şarkı söylüyor, Matmazel Bigottini dans ediyordu; Potier saltanat sürüyordu. Odry henüz ortalıkta yoktu; M. Sa-qui, Forioso'nun yerini alıyordu. Fransa'da hâlâ Prusyalılar vardı. M. Delalot tanınmış bir kişilikti. Meşruiyet, Pleignier, Carbonneau ve Tolleron'un önce
bileklerini, sonra da kellelerini keserek kendisini kabul ettirmişti. Başmâbeyinci Talleyrand prensi ile maliye bakanı rahip Louis birbirlerine iki kâhinin gülüşüyle bakıyorlardı; her ikisi de 14 Temmuz 1790 günü Champ de Mars'da federasyon ayinini yönetmişlerdi; Talleyrand, piskopos sıfatıyla ayin duasını okumuş, Louis de diyakos olarak ona yardım etmişti. 1817'de, yine bu Champ de Mars meydanının yan yollarında, yağmur altında yatan, otlar arasında çürüyen, yaldızı dökülmüş kartal ve an resimlerinden kalma izler taşıyan mavi boyalı tahtadan büyük sütunlar görülüyordu. Bunlar iki yıl önce Champ de Mai'de imparatorun tribününe destek vermiş sütunlardı. Gros-Caillou yakınlarında barakalara yerleşmiş olan Avusturyalıların kamp ateşleri nedeniyle yer yer yanıp, kararmış, iki üç tanesi ise bu kampların ateşlerinde Kaiser askerleri ellerini ısıtırken yok olmuştu. Champ de Mai'yın, haziran ayında Champ de Mars meydanında düzenlenmek gibi bir özelliği vardı. 1817 yılında iki şey halk arasında çok tutuluyordu: Voltaire-Touquet tarzı koltuk,
-208-
bir de üzerinde 1814 Fransız Anayasası yazılı tütün tabakası. Paris için yeni heyecan, erkek kardeşinin kafasını kesip Marche-aux-Fleurs'deki havuza atan Dautun'un cinayetiydi. Chaumareix'ye yüzkarası, Gericault'ya onur getirecek olan şu uğursuz Meduse firkateyni hakkında hiçbir haber alınamaması Deniz Kuvvetlerini endişelendiriyordu. Albay Selves, Süleyman Paşa olmak üzere Mısır'a gidiyordu. La Harpe Sokağı'ndaki Thermes sarayı bir fıçıcı dükkânı olmuştu. XVI. Louis döneminde deniz kuvvetlerinde astronom olan Messier'ye rasathane görevi yapan küçük ahşap kulübe, Cluny konağının sekiz köşeli kulesinin tavan arasında hâlâ.duruyordu. Duras düşesi gök mavisi satenden X. Louis stili döşenmiş küçük salonunda üç dört dostuna Ourifca'nın el yazmalarını okuyordu. Louvre'da N harfleri siliniyordu. Aus-terlitz köprüsü, adından vazgeçiyor ve Jardin du Roi adını alıyordu; bu, hem Austerlitz köprüsüne hem de Jardin des Plantes'a tebdili kıyafet getiren çifte bir muammaydı. Ho-ratius'un eserlerine tırnak ucuyla işaretler koyup imparator olan kahramanlar ve veliaht olan ayakkabıcılardan başka bir şeyle meşgul olmayan XVIII. Louis'nin iki endişesi vardı: Napoleon ve Mathurin Bruneau. Fransız Akademisi'nin ödül konusu: 'İncelemenin sağladığı mutluluk'tu. Mösyö Bellart resmen sözbilim sahibi sayılıyordu. Onun gölgesinde, Paul-Louis Courier'nin alaylarına hedef olmaya aday, geleceğin Boe savcısı yetişmekteydi. Arlincourt adında sahte bir Marchangy
-209-
henüz boy göstermemişti, onun yerine Marc-hangy adında sahte bir Chateaubriand vardı. Claire d'Albe ve Malek-Adel birer şaheserdiler. Enstitü, akademisyen Napoleon Bona-parte adının listesinden silinmesine ses çıkarmıyordu. Bu kraliyet fermanı, Angoule-me'de bir Denizcilik Okulu kuruyordu, çünkü Angouleme dükü büyük amiral olduğuna göre Angouleme kentinin de bütün o nitelikleriyle bir liman olmaya hakkı vardı, tersi durumda, kraliyet ilkesi zedelenirdi. Vekiller heyetinde, Franconi'nin afişlerini süsleyen ve sokaklardaki işsiz güçsüz takımının toplanmasına neden olan ip cambazı resimlerine göz yumulup yumulmayacağı tartışılıyordu. Agnese'in yazan Mösyö Pae, dört köşe yüzlü, yanağı etbenli adamcağız, Sassenaye markizinin Ville-Eveque Sokağı'ndaki küçük özel konserlerini yönetiyordu. Bütün genç kızlar, sözleri Edmond Geraud'ın Ermite de Scdnt Avelle şarkısını söylüyorlardı. Le Nain Jaune değişip Miroir oluyordu. Bourbon'lan tutan Valois cafe'sinin karşısındaki Lemblin cafe'si de imparatoru tutuyordu. Louvel'in daha şimdiden canına kastedici gözlerle kendisine baktığı Berry dükü, Sicilyalı bir prensesle ev-lendirilmişti. M. de Stael öleli bir yıl oluyordu. Hassa muhafızları Matmazel Mars'ı ıslıklıyorlardı. Büyük gazeteler ufacıktı; sayfaların boyutları küçülmüştü, ama özgürlük büyüktü. Le Constitutionnel gazetesi meşrutiyetçiydi; La Minerve, Chateaubriand'a 'Cha-teaubriant' diyordu. Bu lakap, burjuvaları büyük yazarın arkasından güldürüyordu.
-210-
Satılmış gazetelerdeki aşağılık gazeteciler 1815 sürgünlerine hakaret ediyorlardı: Da-vid'de kabiliyet, Arnault'da nükte, Carnot'da namus kalmamıştı; Soult hiçbir savaşı kazanamamıştı; Napoleon'un da artık dehası kalmadığı bir gerçekti. Sürgündeki birine postayla gönderilen mektupların alıcının eline çok ender geçtiğini herkes bilir, çünkü polis bu mektuplara el koymayı kutsal bir görev sayar. Bu yeni bir şey değildir; Descartes da sürgündeyken bu durumdan yakınıyordu. Nitekim David, kendisine yazılan mektupları almadığım bir Belçika gazetesinde biraz öfkeli bir şekilde açıkladığında, kral yanlısı gazeteler bunu pek eğlenceli buluyor ve bu*ve-sileyle sürgünü şamataya alıyorlardı. 'Kral katilleri' ya da 'oy verenler' demek, 'düşmanlar' ya da 'müttefikler' demek, 'Napoleon ya da Bonaparte' demek, iki insanı birbirinden bir uçurumdan çok daha fazla ayırıyordu. Kendisine 'Anayasa'nın ölümsüz yaratıcısı' adı takılan XVIII. Louis'nin devrimler çağını ebediyen kapatmış olduğu bütün sağduyulu kişilerce kabul ediliyordu. Pont-Neuf ün dolgu toprak setinde IV. Henri'nin heykelini bekleyen kaideye 'Redivivus' kelimesi işleniyordu. Mösyö Piet, Therese Sokağı 4 numaradaki gizli toplantılarını yapmaya başlıyordu. Sağın liderleri zor durumda kalındığında: "Bacot'ya yazmak gerek," diyorlardı. Mösyö Canuel O'Mahony ve Mösyö Chappe-delaine, ileride 'su kıyısı suikastı' diye anılacak olan şeyi, az da olsa kralın küçük kardeşi beyefendinin onayıyla planlamaktaydılar.
-211-
Epingle Noire da kendi cephesinden komplo hazırlığı içindeydi. Delaverderie, Trogoffla ilişki kuruyordu. Belli bir ölçüde liberal kafada olan Mösyö Decazes bir otoriteydi. Chate-aubriand, Saint Dominique Sokağı 27 numaradaki penceresinde ayağında pantolon ve terlikler, kır saçları ipek ve pamuk karışımı bir sargıyla
örtülü, gözleri bir aynada, önünde açık duran komple bir dişçi takımıyla, pek sevimli olan dişlerini temizliyor ve bir yandan da sekreteri M. Pilorge'a 'Anayasaya göre Krallık'ı dikte ettiriyordu. Sözü geçen eleştirmenler Lafon'u Talma'ya tercih ediyorlardı. M. Feletz imzasını A. diye atıyordu; M. Hoff-mann Z. diye imza atıyordu. Charles Nodier Therese Aubertı yazıyordu. Boşanma yasaklanmıştı. Liselerin adı kolej olmuştu. Yakaları altın bir zambak çiçeğiyle süslü kolej öğrencileri Roma kralı konusunda tepinip duruyorlardı. Sarayın karşı istihbarat polisi, Or-leans dükünün her yerde teşhir edilen portresini kralın eşi hanımefendiye ihbar ediyordu; Orleans dükü, Alman süvarileri tümgenerali üniforması taşıyan Berry dükünden daha yakışıklı görünüyordu; bu büyük bir kusurdu. Paris şehri kendi kesesinden olmak üzere, Invalides'in kubbesini yeniden altın yaldızlatıyordu. Ciddi kişiler M. Trinquelagu-e'ın şu ya da bu durumda nasıl davranacağını düşünüyorlardı; M. Clausel de Montals birçok yönden M. Clausel de Coussergu-es'den ayrılıyordu; M. Salaberry memnun değildi. Komedi oyuncusu Moliere'in kabul edilmediği Akademi'nin üyesi komedi oyuncusu
-212-
picard, Odeon'da Çifte Phüibertlefi sahneliyordu; tiyatronun cephesinde, harflerin koparılmış olmasına rağmen izlerden İMPARA-TORİÇE TİYATROSU yazısı açıkça okunuyordu. Cugnet de Montarlot'nun ya yanında ya karşısında yer alıyordu. Fabvier hizipçi; Ba-voux devrimciydi. Kitapçı Pelicier, Voltaire'in bir baskısını Fransız Akademisi Üyesi Voltaire'in Eserleri adıyla yayımlıyor, bu saf yayıncı, "Böylesi alıcı çeker," diyordu. Genel kanıya göre M. Charles Loyson yüzyılın dehasıydı; bu çekememezlik ona dişlerini geçirmeye başlamıştı, bu da bir zafer belirtisiydi ve hakkında şöyle bir mısra düzülmüştü:
Loyson uçsa bile, kanatlarının olmadığı bilinir.
Kardinal Fesch istifaya yanaşmadığı için Lyon diyakosluğunu Amasie başpiskoposu Mösyö de Pins yönetiyordu. İsviçre ve Fransa arasındaki Dappes vadisi çekişmesi bu arada generalliğe yükselmiş olan yüzbaşı Dufour'un verdiği bir muhtırayla başlamıştı. Hiç kimsenin tanımadığı Saint-Simon yüce hayalinin çatısını kuruyordu. Bilimler Akademisi'nde gelecekte kimsenin hatırlamayacağı ünlü bir Fourier, bilmem hangi karanlık tavan arasında da geleceğin hatırdan çıkarmayacağı başka bir Fourier vardı. Lord Byron kendisini göstermeye başlıyordu; Millevoye'nin bir şii-rindeki bir not onu Fransa'ya 'Lord Byron adında biri' diyerek tanıtıyordu. David d'An-gers mermeri yoğurmaktaki hünerini deniyordu. Rahip Caron, Feuillantines çıkmazındaki ilahiyat okulu öğrencilerinden küçük bir
-213-
grubun toplantısında geleceğin Lamennais'i olacak Felicite-Robert adında hiç tanınmayan bir rahipten övgüyle bahsediyordu. Duman çıkaran ve yüzen bir köpeğin çıkardığı sese benzer bir ses Seine Nehri'nde şapırdayan Tuüeries'nin pencereleri altında, Kral köprüsünden XV. Louis köprüsüne kadar gidip geliyordu, işe yaramaz bir makineydi, bir çeşit oyuncak, boş hayaller peşinde koşan bir mucidin uydurması, bir ütopyaydı; bir buharlı gemi. Parisliler bu gereksiz şeye kayıtsızca bakıyorlardı. Hükümet darbesiyle, kararnameyle, toptan tayinle Enstitü'yü ıslah eden birçok akademi üyesi yaratan seçkin adam Mösyö Vaublanc, akademi üyesi olmayı başa-ramıyordu. Saint-Germain dış mahallesiyle Marsan sancağı, dine bağlılığından dolayı Mösyö Delaveau'nun emniyet müdürü olmasını istiyorlardı. Dupuytren'le Recamier tıp okulunun amfisinde 'baba-oğul-kutsal ruh üçlüsü' sorunu üzerinde tartışmaya tutuşup birbirlerini yumruklanyla tehdit ediyorlardı. Cuvier bir gözü Tekvin'de, bir gözü doğada, fosil kalıntılarını kutsal metinlerle uzlaştınp Musa'yı mastodond'lara pohpohlatarak yobaz ilticanın gözüne girmeye çabalıyordu. Par-mentier'nin anısının övgüdeğer emekçisi M. François de Neufchâteau patates denilecek yerde 'parmentiâre' denilmesi için bin bir çaba sarfediyor, ama bir türlü emeline erişemi-yordu. Eski piskopos, eski Konvansiyon Meclisi üyesi, eski senatör rahip Gregoire, kralcıların kalem tartışmalarında 'alçak Gregoire' olmuştu. Şu kullandığımız 'olmuştu' deyimi,
-214-
M. Royer-Collard tarafından bir neolijizm olarak açıkça kınanmıştı. Iena köprüsünün üçüncü kemerinin altında Blücher tarafından köprüyü havaya uçurmak için açılmış olan deliğin iki yıl önce kapatılmasında kullanılan yeni taş hâlâ beyazlığından fark edilebiliyordu. Artois kontunun Notre-Dame'a girdiğini görünce yüksek sesle: "Lanet olsun! Bo-naparte'la Talma'nın kol kola Bal Sauvage'a girdiklerini gördüğüm günleri arıyorum!" diyen bir adamı adalet, mahkeme huzuruna çıkarıyordu: Bozguncu bir konuşma; altı ay hapis. Hainler pervasızca boy gösteriyorlardı; bir savaş arifesinde düşman saflarına geçenler gördükleri ödülü gizlemeye gerek' âuymu-yorlar, nefret ve saygınlıklarının yüzsüzlüğü içinde güpegündüz hiç utanmadan ortalıkta dolaşıyorlardı; Ligny ve Quatre-Bras kaçakları ücretli rezilliklerinin pejmürde kılığı içinde krallığa bağlılıklarını çırılçıplak sergiliyorlardı; İngiltere'de genel tuvaletlerin iç duvarlarında yazılı şu sözü unutuyorlardı; "Lütfen, burayı terk etmeden önce üstünüzü başınızı toparlayın!"
İşte, bugün artık unutulmuş olan 1817 yılından belirsiz bir şekilde akılda kalanların karmakarışık bir sıralanışı. Tarih bütün bu ayrıntıları ihmal eder, zaten başka türlü de yapamaz; yoksa sonsuzluğun hâkimiyetine girerdi. Ne var ki, yanlış olarak küçük denilen -bitkiler âleminde küçük yapraklar olmadığı gibi, insanlık tarihinde de küçük olaylar yoktur- bu ayrıntılar yararlıdır. Yüzyılların çehresini oluşturan yılların simasıdır.
-215-
i
İşte, bu 1817 yılında, Parisli dört genç 'güzel bir oyun' oynadılar.
2. Çift Dörtler
Bu Parisli gençlerden biri Toulouse'dan, bir diğeri Limoges'dan, üçüncüsü Ca-hors'dan, dördüncüsü de Montauban'dandı; ve bunlar öğrenciydiler ve öğrenci demek, Parisli demektir; Paris'te okumak, Paris'te doğmaktır.
Bu delikanlılar silik kişilerdi; böyle kimseleri herkes görmüştür; rastgele alınmış dört örnek: Ne iyi, ne kötü, ne bilgili, ne canlı, ne dâhi ne de budala; yirmi yaş denen o gençliklerinin baharında yakışıklı gençlerdi. Herhangi bir dört Oscar'dılar; çünkü o devirde Arther'ler henüz ortada yoktu. Onun için, 'Arabistan'ın bütün buhurlarını yakınız' diye sesleniyordu şarkı, Oscar ilerliyor, Oscar, onu göreceğim! Ossian'dan çıkmışlardı; zarafetleri İskandinav ve Kaledonya zarafetiydi, halis İngiliz tarzı daha sonra revaçta olacaktı ve Arthur'ların ilki Wellington, Waterloo Sa-vaşı'nı daha yeni kazanmıştı.
Bu Oscar'lardan birinin, Toulouse'lu olanın adı FelixTholemyes; öbürünün Cahors'lu olanın Listolier; ötekinin Limoges'lu olanın Fameuil; sonuncusunun Montauban'lı olanın da Blachevelle'di. Her birinin bir metresi vardı elbette. Blachevelle, Favourite'i seviyordu. Favourite'in bu adla çağrılmasının nedeni İngiltere'ye gitmiş olmasıydı. Listolier, Dahlia'ya tapıyordu; o da savaş adı olarak çiçek adı almıştı. Fameuil'in tapındığı Zephine -Josephi-
-216-
ne'in kısaltılmışı- idi. Tholemyes'in sevgilisi ise Fantine'di, güneş rengi olan güzel saçlarından ötürü ona 'Sarışın' diyorlardı.
Favourite, Dahlia, Zephine ve Fantine mis kokulu, pırıl pırıl, büyüleyici güzellikte dört genç kızdılar; dikiş iğnelerini büsbütün bırakmadıklarından hâlâ işçiydiler; geçici aşklarla rahatlan kaçmıştı, ama yüzlerinde çalışmanın verdiği huzurun bir kalıntısı ve ruhlarında bir kadının ilk düşüşünden sonra da canlılığını koruyan namus çiçeğinden vardı. Dördünden birine içlerinde en küçüğü olduğu için genç, bir diğerine de ihtiyar diyorlardı; bu ihtiyarın yaşı yirmi üçtü. Hiçbir şeyi gizlememiş olmak için şunu da söyleyelim ki, ilk hayalini yaşayan Fantine'e, yani Sanşın'a göre öbür üç kız daha tecrübeli, daha kaygısız, daha pişkindiler.
Dahlia, Zephine ve özellikle Favourite için durum Fantine'inkinden farklıydı. Onların henüz yeni başlayan romanlarında daha şimdiden geçirdikleri evrelerin sayısı birden fazlaydı ve ilk evrede adı Adolphe olan sevgili, ikincisinde Alphonse, üçüncüsünde Gustave oluyordu. Yoksulluk ve hoppalık tehlikeli iki öğütçüdür: Biri azarlar, öbürü pohpohlar ve halktan güzel kızlar bu iki öğütçünün de kendi cephelerinden kulaklarına fısıldadıklarını duyarlar. İyi korunamayan bu ruhlar bu fısıltıları dinlerler. Düşüşleri, taşa tutuluşları bu yüzdendir; onları, hiçbir günah lekesi taşımayan, erişilmez olan şeyin ihtişamıyla ezerler. Ama, yazık! Ya eğer Jungfrau'nun karnı açsa?
Favourite İngiltere'de bulunmuş olduğu
-217-
için, Zephine'le Dahlia ona hayrandılar. Pek genç yaşta 'benim' dediği bir evi olmuştu. Babası kaba saba, atıp tutan yaşlı bir matematik öğretmeniydi; hiç evlenmemişti, ileri yaşına rağmen evinde ders vermek zorundaydı.
Bu öğretmen, bir gün bir oda hizmetçisinin eteğinin ocağın kül siperine takıldığını görmüş ve bu kaza nedeniyle âşık olmuştu. Favourite bu aşkın ürünüydü. Kız ara sıra babasına rastlar, selamlaşırlardı. Bir sabah kaba, dindar kılıklı ihtiyar bir kadın eve gelmiş, "Beni tanıyor musunuz küçükhanım?" diye sormuştu. "Hayır." "Ben senin annenim." Daha sonra, yemek dolabını açmış, yemiş, içmiş, yatağını getirtmiş ve eve yerleşmişti. Durmadan homurdanan dindar anne Favourite'le hiç konuşmazdı. Öyle saatlerce tek kelime söylemeden oturur, sabah, öğle, akşam dört kişinin yiyeceği kadar yemek yer, sonra kapıcıya misafirliğe inip kızını çekiştirirdi.
Dahlia'yı Listolier'ye ve belki daha başkalarına da çeken ve avareliğe sürükleyen şey, çok güzel pembe tırnaklan olmasıydı. Bu tırnaklara nasıl iş gördürülebilirdi? Erdemli kalmak isteyen ellerine acımamalıdır. Zephi-ne'e gelince, o da Fameuil'ün gönlünü, şuh ve okşayıcı bir tavırla, "Evet efendim," demesiyle fethetmişti.
Delikanlılar arkadaştılar, genç kızlar dosttular. Bu gibi aşklar, daima bu gibi dostluklarla pekiştirilir.
Bilge olmakla filozof olmak farklı şeylerdir.
-218-
İspatı da şu ki, bu uygunsuz küçük beraberlikler üzerine her türlü karşı çıkma kaydı bir yana, Favourite, Zephine ve Dahlia birer filozofken, Fantine bilge bir kızdı.
'Bilge' diyeceksiniz. Öyleyse Tholomyes ne oluyor? Hz. Süleyman buna, "Aşk, bilgeliğin parçasıdır," diye cevap verirdi. Biz sadece Fantine'in aşkının ilk aşk, tek aşk, sadık aşk olduğunu söylemekle yetiniyoruz.
Fantine, denilebilir ki halkın en aşağı tabakasında bir çiçek gibi açan varlıklardandı. Toplumun ölçülemeyecek kadar derin karanlıklarından çıkmıştı, bu nedenle alnında ad-sızlığın, bilinmezliğin işaretini taşıyordu. Montreuil-sur-mer'de doğmuştu. Hangi ana babadan? Kim bilir? Anası, babası daima meçhul
kalmıştı. Adı Fantine'di. Niçin Fanti-ne'di? Başka bir adı olup olmadığı hiçbir zaman bilinmemişti. Directoire döneminde doğmuştu.
Soyadı yoktu, çünkü ailesi yoktu; vaftiz adı da yoktu, çünkü kilise yoktu. Sokakta küçücük, yalınayak yürürken gelip geçenlerden ona rastlayan birinin aklına esip koyduğu bu isimle adlandırılmış, yağmur yağdığında bulutların suyu alnına nasıl düşerse, bu ad da ona öyle gelip takılmıştı. Ona, "küçük Fantine," diyorlardı. Kimse daha fazlasını bilmiyordu. On yaşma basınca Fantine şehirden ayrılıp, civardaki çiftçilerin yanında hizmete girdi. On beşinde Paris'e 'servet edinmeye' geldi. Fantine güzeldi, elinden geldiği kadar uzun süre saf ve temiz kaldı. Güzel dişleri olan, güzel bir sarışındı. Çeyizi altından ve
-219-
incidendi ama altın başının üstünde, incileri de ağzının içindeydi.
Yaşamak için çalıştı, sonra yine yaşamak için sevdi, çünkü gönül de acıkır.
Tholomyes'i sevdi.
Bu ilişki delikanlı için bir aşk, kız için tutkuydu. Kıvıl kıvıl kaynayan öğrenciler, işçi kızlarla dolu Quartier Latin sokakları bu rüyanın başlangıcına güldüler. Bunca maceranın düğümlenip çözüldüğü Pantheon tepesinin bu dolambaçlı dehlizlerinde Fantine uzun süre Tholomyes'ten kaçmıştı, ama sürekli ona rastlayacak şekilde kaçmıştı. Bir kişiden kaçınmanın onu aramayı anımsatan bir yanı vardır. Kısacası, pastoral şiir gerçekleşti.
Blachevelle, Listolier ve Fameuil'in oluşturdukları grupta başı Tholomyes çekiyordu. İçlerinde en esprili olan oydu.
Tholomyes emektar eski öğrencilerdendi, zengindi, dört bin frank geliri vardı, dört bin frank gelir Saint-Genevieve tepesinde şahane bir rezalet demekti. Tholomyes otuz yaşında ama yaşından fazla gösteren bir hovardaydı. Yüzü kırışmış, bazı dişleri dökülmüştü; başı dazlaklaşmaya doğru gidiyordu; buna hiç üzülmez: "Kafatası otuzunda, diz-kapağı kırkında," derdi. Yediklerini zor hazmediyordu. Ve bir gözünde de yaşarma başlamıştı. Ama gençliği söndükçe neşesi alevleniyordu. Dişlerinin yerine maskaralığı, saçlarının yerine sevinci, sağlığın yerine alayı koyuyor ve ağlayan gözü de durmadan gülüyordu. Çiçekler içinde bir harabeydi. Vaktinden çok önce bohçasını düren gençli--220-
ği, düzenli bir şekilde gidiyor, kahkahalar koparıyor ve dışarıdan bakanlar onda yalnızca yanan bir ateş görüyorlardı. Vaudevil-le tiyatrosunda sahnelenmesi reddedilen bir de piyesi vardı. Ara sıra gelişigüzel mısralar düzüyordu. Ayrıca, her şeyden şüphe ediyordu ki, bu da zayıfların gözünde büyük bir kuvvetti. Kısacası, alaycı ve dazlak olduğundan, liderdi. 'İron' demir anlamına gelir, ironi* de bu sözcükten türemiş olmasın?
Bir gün Tholomyes diğer üç genci bir kenara çekti ve bir kâhin tavrıyla onlara şöyle dedi:
"Bir yıldır Fantine, Dahlia, Zephine ve Fa-vourite kendilerine bir sürpriz yapmamızı is-tiyorlar. Biz de ciddi ciddi söz verdik. Durmadan bu konudan söz ediyorlar, özellikle de bana. Napoli'de ihtiyar kadınlar aziz Janvi-er'ye, 'Faccia giaüuta, fa o miracolo, yani ey san yüz, göster mucizeni!' diye bağırdıkları gibi, bizim güzellerimiz de Tholomyes sürprizini ne zaman yumurtlayacaksın?' deyip duruyor ve aynı zamanda ailelerimize de mektup yazıyorlar; bu, iki ağızlı acem kılıcı. Bence zamanı geldi. Konuşalım," dedi.
Ve Tholomyes sesini alçaltıp gizli gizli o kadar neşeli bir şeyler söyledi ki, dört ağızdan birden, coşkun bir kahkaha koptu ve Blachevelle haykırdı, "Bak, bu iyi bir fikir işte!"
Karşılarına duman dolu küçük bir meyhane Çikü. İçeri girdiler, konuşmalarının geri kalan kısmı boşlukta kayboldu.
Bu karanlık görüşmenin sonucunda, ertesi
* Etkiyi artırmak için bir şeyin tersini söyleyerek alay etme.
-221-
pazar günü dört delikanlının dört genç kızı davet ettikleri parlak bir kır eğlentisinin düzenlenmesine karar verildi.
3. Dörde Dört
Bundan kırk beş yıl önce öğrencilerle işçi kızların kır eğlentisinin nasıl bir şey olduğunu düşünmek bugün için zordur. Paris'in çevresi artık aynı değil. Paris'in çevre hayatı diyebileceğimiz şeyin çehresi yarım yüzyıldan beri tamamıyla değişti. İki tekerlekli arabaların olduğu yerde şimdi vagonlar var, çatanaların durduğu yerde şimdi gemiler duruyor. O zamanlar Saint-Cloud denirken bugün Fe-camp deniyor. 1862'nin Paris'i, banliyösü bütün Fransa olan bir şehirdir.
Dört çift, o zaman için mümkün olan bütün kır çılgınlıklarını bir bir yerine getirdiler. Tatillerin başladığı sıcak ve aydınlık bir yaz günüydü. Bir gün önce, içlerinde tek yazı yazmasını bilen Favourite, dördü adına Tho-lomyes'e şöyle yazdı: "Çıkmak erken saatte, olur iyi saatte." Bu nedenle sabahın beşinde kalktılar ve sonra, arabayla Saint-Cloud'a gidip, henüz sulan akmayan şelaleyi seyrettiler; "Su olunca kim bilir ne güzeldir!" diye bağrıştılar. Tete-Noire'da kahvaltı ettiler, Castaigue henüz oradan geçmemişti; büyük havuzun çevresindeki geometrik şekilde dikilmiş ağaçlar arasında küçük bir eğlence yaptılar, Diogene fenerine çıktılar, Sevres köprüsünde acıbadem kurabiyesine rulet oynadılar. Puteaux'da çiçek topladılar, Neu-illy'de kamıştan düdükler aldılar, gittikleri -222-
yerde elmalı poğaçalardan yediler, tam anlamıyla mutlu oldular.
yaratıktı, onların gözünde özgürlüğü temsil ediyordu ve Paris'teki kanatsız Minerva'ya karşılık olarak, Korinthos meydanında bir kedinin bronzdan dev heykeli vardı. Restorasyon'un saf polisi,
-233-
Paris halkını oldukça 'iyi gözle' görüyordu. Paris halkı hiç de sanıldığı gibi; 'kötü olmayan aşağılık insanlar' değildir. Yunanistan için Atinalı ne ise, Fransa için Parisli de odur. Kimse onun kadar rahat uyuyamaz, kimse onun kadar unutmuş görünemez, ama fazla güvenme-meli, gerçi o her türlü gevşekliğe ve ihmale elverişlidir, ama işin ucunda kazanılacak şanlı bir zafer olduğu zaman öfkeyle coşması hayranlık uyandırır. Eline bir mızrak verin size 10 Ağustos'u yaşatsın, bir tüfek verin size Auster-litz'i armağan etsin. O, Napoleon'un dayanak noktası, Danton'un ilham kaynağıdır. Vatan mı söz konusu? Hemen askere yazılır, özgürlük mü söz konusu? Hemen kaldırımları söker. Ondan sakının! Onun öfke dolu saçları dillere destandır, ceketi antik çağın pelerinidir. Ayağınızı denk alın. Önüne çıkacak ilk Grene-ta Sokağı'nı düşmanı için bir utanç meydanına çevirir. Zamanı geldiğinde bu kenar mahalle adamı büyüyecek, bu küçük insan ayaklanacak, korkunç bir bakışla bakacak, soluğu fırtına kesilecek ve bu zavallı sıska göğüsten Alp Dağlan'nın kıvrımlarını yerinden oynatacak güçte rüzgârlar çıkacaktır. Paris'in kenar mahallesi sayesindedir ki, devrim, ordulara karışıp Avrupa'yı fethetti. Şarkı söylüyor, bu onun neşesi. Söylediği şarkıyı doğa ile kıyaslayın, o zaman görürsünüz! Nakaratı la Carmagnole olduğu sürece, sadece XVI. Louis'yi devirir; la Marseülaise'i söyletin, dünyayı kurtaracaktır.
Angles'in raporunun kenarına bu notu yazdıktan sonra, şimdi tekrar dört çiftimize dönüyoruz. Dediğimiz gibi, akşam yemeği sona eriyordu.
-234-
6. Tapınma Faslı
Sofra sohbeti, aşk sohbeti, ikisi de ele avuca sığmaz şeylerdir. Aşk sohbetleri bulut, sofra sohbetleri dumandır.
Fameuil ile Dahlia şarkı mırıldanıyorlardı. Tholomyes içiyor, Zephine gülüyor, Fantine gülümsüyor, Listolier, Saint-Cloud'dan aldıkları bir borazanı çalıyor, Favourite, Blachevel-le'e tatlı tatlı bakıp, "Blachevelle, seni çok seviyorum," diyordu.
Bu sözü duyan Blachevelle ona, "Favourite, artık seni sevmezsem ne yaparsın?" diye sordu.
"Ben mi?" diye haykırdı Favourite, "Sakın ha! Şakacıktan bile olsa böyle söyleme^Eğer beni sevmezsen, üstüne atlarım, seni tırnaklar, tırmalar, suya atarım, tutuklatırım."
Blachevelle, gururu okşanmış bir adamın haz dolu böbürlenmesiyle gülümsedi. Favourite devam etti:
"Evet, polis çağırırım! Ne yani! Çekineceğimi mi sanıyorsun? Alçak!"
Blachevelle mest olmuştu, gururla iskemlesine yaslandı ve gözlerini kapadı.
Dahlia, bir yandan yemek yerken, o şamatanın içinde Favourite'e usulcacık, "Demek Blachevelle'ini tapınırcasına seviyorsun," dedi.
Favourite, "Ben mi? Ondan nefret ediyorum," diye cevap verdi. "Cimrinin biri. Ben, evimin karşısında oturan çocuğu seviyorum. Çok iyi bir delikanlı, onu tanıyor musun? Onda tam bir aktör havası var. Ben aktörleri severim. Eve döndüğünde annesi, 'Aman Tanrım! Şimdi rahatım bozuldu. Yine gürül-
-235-
tü yapmaya başlayacak. Aman oğlum kafamı şişirme!' diyor. Çünkü evde farelerin dolaştığı tavan aralarına, karanlık deliklere, çıkabildiği kadar yükseklere çıkıp şarkı söylüyor, tamirat yapıyor, bir şeyler yapıyor işte, ne bileyim? Çıkardığı sesler ta aşağıdan duyuluyor! Daha şimdiden bir avukatın yanında dilekçe yazıp günde yirmi metelik kazanıyor. Saint-Jacques-du-Haut-Pas kilisesinde eski bir şarkıcının oğlu. Ah! Çok iyi bir çocuk. Bana öyle tapıyor ki, bir gün tatlı yapmak için hamur açtığımı görünce, 'matmazel, eldivenlerinizi bile pişirip şerbete atsanız, yerim,' dedi. Böyle şeyler söyleyebilmek için insanın aktör olması gerek. Ah! Çok iyi bir çocuk. O küçük beni neredeyse çıldırtacak. Neyse, fark etmez, Blachevelle'e kendisini sevdiğimi söylüyorum. Nasıl atıyorum ama, nasıl da atıyorum!.."
Bir an durduktan sonra devam etti: "Biliyor musun Dahlia, ben bir melankoliğim. Bunun nedeni bütün gün yağan yaz yağmurundan başka bir şey değil, rüzgâr da sinirlerimi bozuyor, yüzümü çil basıyor, Blachevelle de çok cimri, sanki pazarda sadece bezelye var, insan ne yiyeceğini bilemiyor, İngilizlerin dediği gibi, içim daraldı*, tereyağı o kadar pahalı ki! Sonra şuraya bak, ne çirkin, içinde karyola olan bir yerde yemek yiyoruz, bunlar beni bu hayattan tiksindiriyor."
• İngilizce; spleen: Karasevda, isteksizlik. -236-
7. Tholomyes'in Akıllılığı
Bu sırada şarkı söyleyip şamata yaparak konuşuyorlardı. Ortada gürültüden başka bir şey yoktu. Tholomyes müdahale etti.
"Gelişigüzel, acele konuşmayalım!" diye bağırdı. "Parlak sözler söylemek istiyorsak, önce bir düşünelim. Fazla inciler döktürmek kafayı aptalca boşaltır. Akan bira köpüklen-mez. Acele yok beyler. Şölene görkem katalım. Sakin sakin yiyelim, mideleri ağır ağır şenlendirelim. Aceleye gerek yok. Bahara bakın; acele edip erken gelirse yandı demektir, her şey donar. Böyle bir işgüzarlık şeftali ağaçlarını, kayısı ağaçlarını
mahveder, işgüzarlık güzel sofraların hoşluğunu öldürür. İşgüzarlık yok beyler! Grimod de la Reyniere de Talleyrand'la hemfikirdir."
(...)
Tholomyes, sözlerine devam etti:
"Dostlar, gökten düşen her şey mutlaka heyecan ve saygıya değer demek değildir. Cinas,* uçan düşüncenin gübresidir. Espri nereye olsa düşer ve düşünce de saçmalığı yumurtladıktan sonra göklere kadar gider. Kayanın üzerine yayılan beyaz bir leke akbabanın göklerde süzülmesine engel oluşturmaz. Söz oyununu kötülemek aklımdan bile geçmez! Erdemleri ölçüsünde ona saygı duyarım; o kadar. İnsanlıkta, belki de insanlığın dışında ne kadar ihtişamlı, yüce ve hoşa giden şey varsa, hepsi de sözcük oyunları yapmıştır. İsa, aziz Petris üzerine; Musa, İshak
' Anlamlan farklı yazılışları ve söyleyişleri bir arada kullanmak, söz oyunu.
-237-
üzerine; Aiohkeplos, Polynikea üzerine; Kleo-patra, Oktavianus üzerine kelime oyunları yapmışlardır. Şunu da unutmayın ki, Kleo-patra'nın kelime oyunu Aktiom Savaşı'ndan hemen önceye rastlar. O olmasaydı, Torünea şehrini bugün kimse hatırlamayacaktı. Bu eski Yunanca ad, kepçe demektir. Bu noktayı belirttikten sonra, şimdi tavsiye edeceğim konuya geliyorum. Kardeşlerim, tekrar ediyorum, taraf tutmak yok, patırtı gürültü yok, abartı yok, hatta ince nükteler, neşede, sevinçte, kelime oyunlarında bile. Dinleyin, bende Amphiaraus'ün temkinliliği ve Sezar'ın dazlaklığı var. Her şeyin sının olmalı, bilmecenin bile, Est modus in rebus* Yemeklerin de bir sının olmalı. Küçükhanımlar, siz elmalı pastayı seviyorsunuz, ama fazla yemeyin. Elmalı pastada bile sağduyuya ve sanata gerek vardır. Oburluk, oburu cezalandınr. Gula punit Gukvc.*"' Tann, hazımsızlığı midelere ders vermekle görevlendirmiştir. Şunu aklınızdan çıkarmayın; tutkulannızın her birinin, hatta aşkın bile bir midesi vardır ve bunu fazla doldurmaya gelmez. Her şeye tam zamanında son kelimesini yazmak gerekir, insan kendini tutmalı, acil bir durumda iştahına gem vurmalı, heveslerini hapsetmeli, kendi kendisini karakola götürmelidir.
Bilge kişi, sırası geldiğinde kendisini 'tutmayı' bilen kişidir. Bana biraz olsun güvenmelisiniz. Çünkü sınavlarımın da gösterdiğine göre, bir parça hukuk okudum, çünkü uy-
* Lat.: Bilmecede ölçü var.
** Lat.: Annesini öldüren Neron'dan söz ediyor.
-238-
gUlanmış işkence ile uygulanmamış işkence arasındaki farkı bilirim, çünkü Monnatios Demeus'ün baba katili davalannda hâkimlik yaptığı dönemde Roma'da nasıl işkence yapıldığına dair Latince bir tez verdim, çünkü yakında doktor olacağım; görünüşe göre bütün bunlardan aptal olduğum sonucu çıkmaz. Arzulannızda ölçülü olmanızı öneriyorum. Felix Tholomyes olduğum ne kadar doğruysa, iyi konuştuğum da o kadar doğrudur. Vakti, saati geldiğinde cesaretle davranıp Sylla ya da Origenos gibi feragat edene ne mutlu!"
Favourite derin bir dikkatle dinliyordu:
"Felix!" dedi, "ne güzel kelime. Bu adı çok seviyorum. Latince 'mutlu' demek."' ^
Tholomyes devam etti:
"Kuiritesler, centilmenler, kabaleroslar, dostlar! Hiçbir kışkırtmaya kapılmayıp, gerdeğe girmekten vazgeçmek ve aşka meydan okumak mı istiyorsunuz? Çok basit. İşte reçetesi: Limonata için, kendinizi aşın yorun, zoraki çalışmaya koşun, göbeğinizi çatlatın, taş taşıyın, uyumayuj, gecelerinizi uyanık geçirin; bol bol azotlu içkiler ve aknilüfer suyu için, haşhaş ve kandıraotu bulamacı tadın, buna bir de açlıktan geberesiye sıkı perhizi katın, bunun da üstüne soğuk su banyolan yapın, belinize çeşitli otlardan kemerler bağlayın, kurşun levha koyun, kurşun suyu ile ovun, su ve sirkeyle sıcak pansumanlar yapın."
Listolier, "Ben kadını tercih ederim," dedi.
"Kadın ha!" dedi Tholomyes, "Onlara güvenmeyin. Kendini durmadan değişen kadın kalbine teslim edenin vay haline! Kadınlar
-239-
kalleş ve hilekârdır. Mesleki kıskançlığından ötürü yılandan nefret eder. Yılan onun için karşı köşedeki rakip dükkândır."
"Tholomyes, sen sarhoşsun!" diye bağırdı Blachevelle.
"Doğruyu söylemek gerekirse, evet!" dedi Tholomyes.
"Öyleyse neşelen."
"Kabul," diye cevap verdi Tholomyes.
Ve kadehini doldurarak ayağa kalktı:
"Yaşasın şarap! Nunc te, Bacche, canarrû* Affedersiniz hanımlar, bu İspanyolca'dır. Bakın, senyora, ispatı da şu: Halkına göre fıçı. Kastilya ölçeği arab on altı litre, Alicante'nin kantarası on iki, Kanarya Adaları'nın almudu yirmi beş, Balear Adaları'nın kuartini yirmi altı, Çar Deli Petro'nun çizmesi otuz. Yaşasın o büyük çar, yaşasın daha da büyük olan çizmesi! Küçükhanımlar, size bir dost öğüdü: İşinize geliyorsa komşunuza şaşınn. Aşkın bir özelliği de aldanmaktır. Aşk macerası, dizleri nasır bağlamış bir İngiliz hizmetçi kadını gibi
çömelip aptallaşmak değildir. O bunun için yaratılmamıştır. Keyifli keyifli aldanır, tatlı küçük aşk! Derler ki; aldanmak insani bir özelliktir. Ben de diyorum ki; aldanmak aşktır. Bayanlar, ben hepinize tapıyorum. Ey Zephine! Ey Josephine, buruşmuştan da beter surat, eğer çarpık olmasaydınız sevimli olurdunuz. Yanlışlıkla üzerine oturulmuş güzel bir yüze benziyorsunuz. Favourite'e gelince, ey Periler, ey Musa'lar! Blachevelle bir gün
* Lat.: Şimdi sen, Bacchos!
-240-
Guerin-Boisseau Sokağı'ndaki dereden geçerken güzel bir kızın, iyice gerilmiş beyaz çorap-İ! bacaklarını açılmış gördü. Bu başlangıç hoşuna gitti ve Blachevelle ona âşık oldu. Sevdiği Favourite'ydi. Ey Favourite, dudakların İyonya kadınlannınki gibi. Euphorion adında bir Yunan ressamı vardı, ona 'dudak ressamı' adını takmışlardı. Bu Yunanlı sadece senin ağzının resmini yapmaya layıktı. Dinle bak! Senden önce hiçbir yaratık bu ada layık olmamıştır. Sen, elmayı Venüs gibi almak ya da Havva gibi yemek için yaratılmışsın. Güzellik seninle başlıyor. Havva'dan söz ettim, onu yaratan sensin. Güzel kadın yaratmanın 'uydurma belgesi' senin hakkın. Ey Favourite, şimdi size sen demeyi artık bırakıyorum, çünkü şiirden nesre geçiyorum. Az önce benim adımdan söz ediyordunuz. Bu beni duygulandırdı, ama kim olursak olalım, adlara güvenmeyelim. İnsanı yanıltabilirler. Benim adım Felix, ama mutlu değilim. Kelimeler yalancıdır. Bize verdikleri bilgileri körü körüne kabul etmeyelim. Örneğin, mantar tıpa için Liege'e, eldiven için Pau'ya mektup yazmak hata olur. Matmazel Dahlia, sizin yerinizde olsam, Rosa adını alırdım. Çiçeğin güzel kokması, kadının da akıllı olması gerek. Fantine için bir şey söylemeyeceğim, o dalgın, hayalci, düşünceli, duygulu bir kızdır; peri kılığında, rahibe utangaçlığında bir hayalettir; işçi kız hayatında yolunu kaybedip hayal âlemine sığınan, şarkı söyleyen, dua eden, ne gördüğünü, ne yaptığını pek bilmeden aylak aylak bahçede dolaşırken
-241-
başını kaldırıp gökyüzüne bakan ve orada aslında olandan çok daha fazla kuş gören bir hayalet! Ey Fantine, şunu bilmelisin; ben Tholomyes bir hayalim; ama baksanıza beni işitmiyor bile, boş hayallerin sarışın kızı! Zaten orada her şey tazelik, nefaset, gençlik, tatlı seher aydınlığıdır. Ey Fantine, siz Papatya ya da İnci gibi adlara layıksınız, güzel, inci parlaklığında bir kadınsınız. Bayanlar, size ikinci bir öğüt; asla evlenmeyin; evlilik bir aşıdır; ya tutar, ya tutmaz; böyle bir risk almaktan kaçının. Ama, hadi canım! Şu söylediğim de laf mı? Boş yere çene tüketiyorum. Evlilik konusunda kızların iflah olmasına imkân yoktur. Biz bilge kişiler ne dersek diyelim, işçi kızların elmaslar içinde zengin kocalar hayal etmelerini önleyemeyiz. Neyse, öyle olsun, ama güzeller, şunu aklınızdan çıkarmayın; çok şeker yiyorsunuz. Bir kusurunuz var ey kadınlar, şeker kemirmek. Ey kemirici cins, küçük beyaz dişlerin şekere bayılıyor. Oysa, dinleyin, şeker bir tozdur. Her toz da kurutur. Şeker bütün tozların en kurutucusudur. Da-marlardaki kanın suyunu emer, kanın pıhtılaşması, sonra da katılaşması bundandır; ciğerlerdeki yumrular bundandır; ölüm bundandır. Bunun için şeker hastalığı veremin kapı komşusudur. Öyleyse şekerleri çıtır çıtır yemeyin, çok yaşarsınız. Şimdi erkeklere dönüyorum: Efendiler. Gönüller fethedin. Birbirinizin sevgililerini hiç vicdan azabı çekmeksi-zin ayartın. Birbirinizi çapraza alın. Aşkta dostluk yoktur. Güzel bir kadının olduğu her
-242-
yerde düşmanlıklar başlamış demektir. Bağışlamak yok, kıyasıya savaş var! Güzel bir kadın, bir savaş nedenidir; güzel bir kadın bir suç işleme nedenidir. Tarihteki bütün istilaların nedeni kadın etekleridir. Kadın, erkeğin hakkıdır. Romulus, Sabin kadınlarını kaçırdı. Wilhelm, Saksonyalı kadınları kaçırdı, Sezar, Romalı kadınları kaçırdı. Bir kadın tarafından sevilmeyen bir erkek başka erkeklerin sevgilileri üstünde akbaba gibi dolanır. Bana gelince, ben, bütün o dul kalmış talihsiz erkeklere, Bonaparte'ın İtalya ordusuna .söylediği o ulvi sözleri haykınyorum: 'Askerler, hiçbir şeyiniz yok! Her şey düşmanın elinde!'"
Tholomyes sustu.
Blachevelle, "Nefes al Tholomyes," dedi.
Ve söyler söylemez de, rastgele kelimelerden yazılmış, zengin ama boş kafiyelerle bezenmiş, ağacın hareketleri ya da rüzgârın gürültüsü kadar anlamsız, pipo dumanlanyla doğup, bu dumanlarla birlikte uçup dağılan atölye şarkılarından birini, Listolier ve Fameuil'in eşliğinde, bir ağıt makamında söylemeye başladı. Tholomyes'in kafa şişiren söylevine cevap vermek için grubun tekrarladığı kıta şuydu:
Para babaları çok para Verdiler bir görevliye Clement-Tonnerre efendi Saint Jean'a olsun diye papa Ama Clement papaz değildi Papa da olamadı elbette Görevli küplere bindi Paraları teslim etti
-243-
Ama bu Tholomyes'in coşkunluğunu yatıştırmaya yetecek gibi değildi. Kadehini boşalttı, yeniden doldurdu ve tekrar konuşmaya başladı.
"Kahrolsun bilgiçlik! Bütün söylediklerimi unutun. Ne erdem satıcısı, ne erdemli, ne er-demci olalım. Kadehimi neşenin kayıtsızlığının şerefine kaldırıyorum; uçan, neşeli olun! Öğrenimimizi çılgınlıkla, yiyeceklerle tamamlayalım: Hazımsızlık ve sindirebilme. Bırakın, Jus-tinianus erkek olsun, boğazına düşkünlük de dişi! Göz alabildiğine derinlikte sevinç! Yaşa sen ey yaratılış! Dünya koskoca bir elmas. Ben mutluyum. Kuşlar yırtıcı. Her tarafta eğlence! Bülbül, bedava bir Eüeuiou'dur. Ey, yaz mevsimi selam sana. Ey Luxembourg! Ey Madam So-kağı'ndaki, rasathane yolundaki Georgique'ler! Ey hayalperest askercikler!
Ey bütün o sevimli ev hizmetçileri ki, çocuklara bakarken çocuk yapmanın yollarını deneyip, eğlenirler! Ode-on'un kemerleri olmasa Amerika'nın geniş ovalan hoşuma giderdi. Ruhum bakir ormanlarda uçuyor. Her şey güzel. Sinekler güneş ışığında vızıldıyorlar. Sinekkuşunu güneş ak-sınp burnundan çıkardı. Öp beni Fantine!"
Yanıldı, Favourite'i öptü.
8. Bir Atın Ölümü
Zephine, "Edon'un yemekleri Bombar-da'dan daha iyi!" diye haykırdı.
Blachevelle, "Ben Bombarda'yı Edon'a tercih ederim," dedi, "daha lüks. Daha Asyalı bir havaya sahip. Alt salona bakın. Duvarlarda aynalar var."
-244-
"Ben tabağımın içindekini tercih ederim," dedi Favourite.
Blachevelle ısrar etti:
"Bıçaklara bakın. Bombarda'da saplan gümüş, oysa Edon'da kemikten. Gümüş, kemikten daha değerlidir."
Tholomyes, "Çenesi gümüşten olanlar için müstesna," dedi.
O sırada, Bombarda'nm penceresinden görülen Invalides'in kubbesine bakıyordu.
Sessizlik oldu.
"Tholomyes!" diye bağırdı Fameuil, "az önce Listolier ile tartıştık."
Tholomyes, 'Tartışma iyi şeydir, ama kavga daha iyidir," diye cevap verdi. • '
"Felsefe üzerinde tartışıyorduk."
"Peki."
"Sen hangisini tercih edersin, Descartes'i mi, yoksa Spinoza'yı mı?"
"Desaugiers'yi," dedi Tholomyes.
Böylece kestirip attıktan sonra devam etti:
"Yaşamayı kabul ediyorum. Hâlâ saçmala-nabileceğine göre, yeryüzünde her şey bitmiş sayılmaz. Ölümsüz tannlara şükrediyorum. Yalan söylüyoruz, ama gülüyoruz. Onaylıyoruz, ama şüphe de ediyoruz. Mantıksal kıyaslamadan beklenmedik şeyler fışkınyor. Bu güzel bir şey. Şu dünyada hâlâ paradoksun sürprizlerle dolu kutusunu neşeyle açıp kapatmasını bilen insanlar var. Şu rahat rahat içtiğiniz hanımefendiler, Mader şarabıdır ve biliniz ki deniz seviyesinden üç yüz on yedi kulaç yükseklikte olan Coural das Freiras şaraphanelerinin ürünüdür! İçerken dikkat
-245-
edin! Üç yüz on yedi kulaç! Ve Mösyö Bom-barda, olağanüstü lokantacı, bu üç yüz on yedi kulacı size dört frank elli santime veriyor!.."
Fameuil, yine onun sözünü kesti:
"Tholomyes, senin fikirlerin yasadır. Senin için en gözde yazar hangisidir?"
"Ber..."
"Quin mi?"
"Hayır, Choux."
Ve Tholomyes devam etti.
"Bombarda'ya şan olsun! Bana bir şarkıcı dansöz bulabilseydi, Elephanta'lı Munophis'e kibar bir fahişe getirebilseydi Korene'li Thyge-lion'la aynı ayarda olurdu! Çünkü, ey hanımlar, eski Yunanistan'da da Mısır'da da Bom-barda'lar vardı. Bunu Latin yazan Apule-ius'tan öğreniyoruz. Ne yazık! Hep aynı şeyler, hiçbir yenilik yok. Yaratıcının yarattığında görülmemiş hiçbir şeye rastlanmıyor! 'NÜ sub sole novum!* der Hz. Süleyman; 'amor om-nibus ideni** der Virgilius ve Aspasia, Perik-les'le birlikte Samos donanmasına bindiği gibi, Carabine de Carabin'le birlikte Saint-Clo-ud kadırgasına atlar. Son bir söz: Aspasia'nm kim olduğunu biliyor musunuz bayanlar? Kadınların henüz ruhları olmadıkları bir zamanda yaşamış olmasına rağmen o bir ruhtu; pembeyle kızıl arası, ateşten daha yakıcı, şafaktan daha serin bir ruh. Aspasia, kadınlığın iki ucunu kendisinde birleştiren bir yaratıktı; bir tapınak fahişesiydi; Sokrates artı Manon Lescaut. Aspasia, Prometheus'a belki
* Nil, güneşin altında yenidir. ** Aşk her şeydir.
-246-
bir kahpe gerekir diye yaratılmıştı..."
Tam o sırada rıhtımın üstünde bir at yere devrilmeseydi, iyice coşmuş olan Tholomyes hâlâ konuşacaktı. Çarpmanın etkisiyle araba da hatip de durakladılar. Pek ağır bir arabaya koşulmuş Beauce cinsi, yaşlı, sıska bir kısrak, Bombarda'nın önüne kadar gelmişti, bitkin bir haldeydi daha fazla gidemiyordu. Olay, kalabalığın toplanmasına yol açtı. Küfreden öfkeli arabacı lanetle: "Seni koca it!" sözünü, acımasız bir kırbaç darbesi eşliğinde büyük bir hırsla henüz savurmuştu ki, hayvan bir daha kalkmamak üzere yere serildi. Sokaktan gelip geçenlerin uğultusu üzerine Tholom-yes'in neşeli dinleyicileri başlarını çevirdiler. Tholomyes de fırsattan yararlanarak konuşmasını şu hüzünlü dörtlükle bitirdi:
Çekçeklerin, faytonların dünyasındandı Onlarla aynı yazgıyı paylaştı Ve beygir de yaşadı diğer beygirler gibi Bir gün kadar kısa bir hayatı.
lup oturmuş iki küçük kız çocuğu vardı. Kızların biri yaklaşık iki buçuk yaşında, diğeri de on sekiz aylıktı. Küçüğü, büyüğün kuca-ğındaydı. Ustaca bağlanmış bir mendil, düşmelerini önlemekteydi. Anneleri, bu korkunç zinciri görmüş ve "Hah! İşte yavrularım için bir oyuncak," demişti.
Her iki çocuk da özenerek giydirilmişlerdi ve çok mutlu görünüyorlardı; demir yığını içinde iki gül gibiydiler; gözlerinde neşe parlaklığı vardı; taze yanakları gülüyordu. Biri kumral, öbürü esmerdi. Saf yüzleri iki sevinçli şaşkınlıktı; o yakınlardaki bir çalılıkta açmış çiçeklerin gelip geçenlere yaydığı kokular, sanki bu çocuklardan geliyordu. On "sekiz aylık olanı, sevimli çıplak kamını küçüklüğün masum pervasızlığıyla göz önüne seriyordu. Mutlulukla yoğrulmuş, ışığa gömülmüş bu iki narin başın üstünde ve çevresinde devasa ön tekerlek, pastan kararmış, adeta dehşetengiz, birbirine karışmış vahşi eğriler ve açılar halinde, bir mağara ağzı gibi yuvarlanıyordu. Birkaç adım ötede han kapısının eşiğine çömelmiş olan anne, uzun bir iple iki çocuğu sallamaktaydı. Her ne kadar cana yakın bir kadın değilse de, şu anki hali dokunaklıydı. Analığa özgü hem hayvani hem de semavi bir ifadeyle bir kaza ihtimaline karşı gözlerini çocuklardan ayırmıyordu. Her gidiş gelişte, çirkin halkalar, öfke çığlığına benzer kulak tırmalayan bir gıcırtı çıkartıyor; küçük kızlar zevkle kendilerinden geçiyorlardı. Batan güneş de bu sevince katılıyordu. Hiçbir şey, bu dev zincirden iki çocuk meleğe salın-
-255-
cak görevi yapan tesadüfün bu cilvesi kadar sevimli olamazdı.
Ana bir yandan iki küçük yavrusunu sallıyor, bir yandan da detone bir sesle o zamanlar çok ünlü olan duygulu bir şarkıyı söylüyordu.
Bu gerekli, diyordu bir savaşçı
Şarkısı ve kızlarını seyre dalmış olması, sokakta olup bitenleri işitmesini ve görmesini engelliyordu.
Oysa, şarkının ilk kıtasına başladığı sırada yanına biri yaklaşmıştı. Birden kulağının dibinde bir sesin, "Çok güzel çocuklarınız var madam," dediğini duydu.
Güzel ve sevecen Imogine'e
diye cevap verdi anne, şarkısına devamla. Sonra başını çevirdi.
Birkaç adım önünde bir kadın duruyordu, kucağında bir çocuk vardı.
Ayrıca oldukça ağır görünen epeyce büyük bir yol çantası taşıyordu.
Bu kadının çocuğu, görülebilecek en tanrısal varlıklardan biriydi. İki üç yaşlarında bir kızdı. Şıklıkta öbür iki küçükle yanşabilirdi. İyi cins bezden bir yakalığı, elbisesinde kurdeleler ve başlığında danteller vardı. Kalkık etekliğinin kırması arasından beyaz, tombul baldırları görülüyordu. Teninin nefis bir pembeliği vardı ve çok sağlıklıydı. Bu güzel küçük kız insana, yanaklarını elma gibi ısırma arzusu veriyordu. Gözlerine söylenecek söz yoktu, olsa olsa çok iri oldukları söylenebilirdi. Olağanüstü güzel kirpikleri vardı. Uyuyordu.
-256-
Yaşına özgü güven duygusu içinde uyuyordu. Annelerin kollan şefkatten yoğurul-muştur; çocuklar orada derin derin uyurlar.
Anneye gelince, fakir ve mahzun görünüyordu. Üstünde işçi kadınların giydiği eskice bir kıyafet vardı. Gençti. Güzel miydi? Belki; ama bu kılık içinde güzel görünmüyordu. Sarı renkte bir tutam perçemi dışarıya fırlamış olan saçları oldukça gürdü, ama rahibe başlığını andıran çirkin, dar, çenede sıkıca bağlanmış bir başlığın altında kayboluyordu. Güzel dişleri olanların gülünce dişleri görünür, ama o hiç gülmüyordu, unutmuştu. Gözleri ise uzun zamandır kuru kalmamışa benziyordu. Solgundu; çok bitkin ve hâsta bir hali vardı; yavrusunu yeni emzirmiş analara özgü bir tavırla kucağında uyuyan kızına bakıyor, savaş gazilerinin kullandıkları mendillere benzer boyun atkısı ile katlanmış geniş, mavi bir mendil göğsünü sıkıca kapatıyordu. Güneş yanığı elleri çillerle kaplıydı. İşaret parmağı iğne kullanmaktan sertleşmiş, delik deşik olmuştu. Sırtında kaba yünlü kumaştan bir pelerin, bezden bir elbise, ayağında kaba ayakkabılar vardı.
Bu Fantine'di. Tanınması güç bir haldeydi. Ama dikkatle incelendiğinde eski güzelliğini hâlâ koruduğu görülebilirdi. Kederli bir Çizgi sağ yanağını kınştırmıştı. Giyimine gelince; neşeden, çılgınlıktan, müzikten yapılmışa benzeyen, şevk ve taşkınlık dolu, leylak kokulu o muslinden ve kurdelelerden oluşan o elbise, artık güneş ışığında elmas gibi ışıldayan, parlak, güzel kırağı taneleri gibi kay-
-257-
bolup gitmişti; tıpkı kırağının eriyerek, dalları simsiyah bırakması gibi.
Terk edilmenin üstünden uzun bir süre geçmişti.
Bu süre içinde neler oldu? Tahmin edilebilir.
Terk edildikten sonra para sıkıntısı başlamıştı. Arkadaşları Favourite'i, Zephine'i, Dahlia'yı hemen unutmuş, erkeklerden yana kopan bağ, kadınlardan yana da çözülmüştü. Daha önceden dost oldukları on beş gün sonra kendilerine söylense, herhalde buna çok şaşırırlardı; artık dostluğun varlık nedeni kalmamıştı. Bir başına kalmıştı. Çocuğun babası gidince -ne yazık ki bu gibi ayrılıklarda geri dönüş yoktur- Fantine edindiği daha az çalışma alışkanlığı ve daha çok eğlence zev-kiyle, kendisini tam bir yalnızlık içinde buldu. Tholomyes'le olan ilişkisi nedeniyle, bildiği küçük mesleği küçümsemiş, iş yaptığı yerleri ihmal ettiğinden artık bu yerler kendisi için kapanmıştı. Hiçbir geçim kaynağı yoktu. Ancak okuyabiliyordu, yazması yoktu; çocukluğunda ona sadece imza atmayı öğretmişlerdi. Dilekçe yazan birinin aracılığıyla
frank karşılığında rehin bıraktı. Bu para da tükenince Thenardier'ler küçük kızı artık sadece iyilik olsun diye yanlarında tuttukları bir çocuk olarak görmeye alıştılar ve ona göre davranmaya başladılar. Artık bohçası da olmadığına göre, ona küçük Thenardier'lerin eski eteklerini, eski gömleklerini ve paçavralarını giydirdiler. Onu kuşların artıklarıyla, köpekten biraz daha iyi, kediden biraz daha kötü beslemeye başladılar. Kediyle köpek, onun zaten her zamanki sofra arkadaşlarıydı. Cosette masanın altında onlarla birlikte, onlannkine benzer bir tahta çanakta yemek yiyordu.
Daha sonraları göreceğimiz gibi, Montreu-il-sur-mer'e yerleşen annesi, çocuğundan haber almak için her ay mektup yazıyor, daha doğrusu yazdırıyordu. Thenardier'ler hep aynı şekilde cevap veriyorlardı: "Cosette çok iyi."
Anne, ilk altı ay geçtikten sonra yedinci ay için yedi frank yolladı ve hiç aksatmadan her ay aynı parayı göndermeye devam etti. Daha yıl sonu gelmemişti ki, Mösyö Thenardier, "Sanki bize büyük bir lütufta bulunuyor! Bu yedi frankla ne yapmamızı istiyor!" dedi ve mektup yazıp ayda on iki frank istedi. Çocuğunun mutlu olduğuna ve 'iyi geliştiğine' inandırdıkları anne de, bu isteğe boyun eğdi ve her ay on iki frank yollamaya başladı.
Bazı karakterler, bir yanıyla nefret etmeden öbür yanıyla sevemezler. Madam Thenardier, iki öz kızını büyük bir tutkuyla seviyor, bu yüzden, yabancı kızdan nefret ediyordu.
-269-
Bir ana sevgisinin çirkin yanlan olabileceğini düşünmek üzücüdür. Cosette onun evinde çok küçük bir yer kapladığı halde, kadına bu yer sanki kendi çocuklarından çalınmış, bu küçük kız sanki kendi kızlarını_____n soluduğu havayı azaltıyormuş gibi geliyordu. Bu kadının, aynı türden başka birçok kadında olduğu gibi, her gün doyurulması gereken bir miktar okşama arzusu ile bir miktar dayak atma ve küfretme arzusu vardı. Elinin altında Cosette olmasaydı, hiç şüphesiz kendi kızları tapılırcasına sevilmelerine rağmen, bu arzuların hepsinin kendi üzerlerinde tatmin edildiğini göreceklerdi. Bu yabancı kız dayakları kendi üzerine çevirerek, onlara bir hizmette bulundu ve böylece, kadının kızlarına sadece okşamalar kaldı. Cosette, ne yapmıyordu ki, şiddetli ve hak edilmemiş cezalar başına bir dolu sağanağı gibi yağmasın. Ne bu dünyadan ne de Tanrı'dan bir şey anlayan, sürekli cezalandırılan, azarlanan, tartaklanan, dövülen ve çevresinde, kendisi gibi iki küçük yaratığın bir gündoğumu aydınlığı içinde yaşadığını gören tatlı, zayıf bir varlık!
Madam Thenardier, Cosette'e karşı zalimce davrandığından, Eponine'le Azelma da zalimleştiler. O yaşta çocuklar analarının kopyasıdırlar. Sadece çaplan daha küçüktür, o kadar.
Bir yıl, arkadan bir yıl daha geçti.
Köyde herkes, "Bu Thenardier'ler iyi insanlar. Zengin olmadıklan halde, evlerine bırakılan zavallı bir çocuğu yetiştiriyorlar!" diyorlardı.
-270-
Annesi, Cosette'i unuttu sanıyorlardı.
Bu arada çocuğun belki de evlilikdışı doğ-muş olduğunu ve annesinin bunu açıkça söyleyemeyeceğini, kim bilir hangi karanlık yoldan öğrenen. Thenardier, ayda on beş frank istedi. 'Yaratığın' büyüdüğünü ve 'yediğini' söylüyor, onu geri göndermekle tehdit ediyordu. "Canımı sıkmasın!" diye bağınyor-du, "yoksa veledini tuttuğum gibi sözümona o gizli işlerinin ortasına fırlatıveririm. Bana zam yapması gerekiyor!" Anne on beş frankı gönderdi.
Yıldan yıla çocukla birlikle, sefaleti de büyüdü.
Cosette çok küçük ve minik olduğu sürece öbür iki çocuğun günah keçisiydi; biraz serpilmeye başlayınca, yani daha beş yaşına bile basmadan evin hizmetçisi oldu.
'Beş yaşında, öyle mi?' diyeceksiniz, 'bu doğru olamaz.' Ne yazık ki, doğru! Çekilen sosyal acılar ve çileler her yaşta başlar. Daha çok yakında, Damollard adında birinin davasına tanık olmadık mı? Haydut olan bu öksüz ve yetim, resmi belgelerin söylediğine göre dünyada kimsesi olmadığından, daha beş yaşındayken 'yaşamak için çalışmakta ve çalmaktaydı.'
Cosette'e iş yaptırdılar, odalan, avluyu, sokağı süpürttüler, bulaşık yıkattılar, hatta yük bile taşıttılar. Hep Montreuil-sur-mer'de olan anne para ödemekte güçlük çekmeye başladığından, Thenardier'ler böyle davranmakta kendilerini büsbütün haklı görüyorlardı. Hatta birkaç ay hiç para ödenmedi.
-271-
Anne, bu üç yılın sonunda eğer Montfer-meil'e yeniden gelseydi, çocuğunu kesinlikle tanıyamazdı. Bu eve geldiğinde güzel mi güzel, taze mi taze olan Cosette, şimdi sıskalaş-mıştı, teni ise sapsarıydı. Hal ve tavrında tuhaf bir endişe seziliyordu. Thenardier'ler, ona, "Sinsi!" diyordu.
Haksızlık onu hırçınlaştırmış, sefalet çir-kinleştirmişti. Geriye güzel denebilecek sadece gözleri kalmıştı. Onlar da bakanlara acı veriyordu, çünkü iri olduklarından insanlar o gözlerde daha çok dert ve çile belirtisi görür gibi oluyorlardı.
Daha altı yaşında bile olmayan bu zavallıyı, kışın delik deşik paçavralar içinde, küçük kızarmış ellerinde kocaman bir süpürge, iri gözlerinde bir damla yaş olduğu halde, henüz gün doğmadan sokağı süpürür görmek yürek parçalayıcı bir şeydi.
O bölgede ona tarlakuşu adını takmışlardı. Benzetmeleri seven halk, bir kuş kadar küçük olan, titreyen, ürken, ürperen, evde ve köyde her sabah herkesten önce uyanan, ve gün doğmadan önce sokakta, tarlalarda olan bu küçük varlığa bu ismi vermekten hoşlanmıştı.
Ne var ki, bu zavallı tarlakuşu hiç ötmüyordu.
-272-
BEŞİNCİ KİTAP
İNİŞ
1. İncik Boncuk İşinde Bir İlerlemenin Hikâyesi
Montfermeil'lilerin dediğine göre, çocuğunu bırakıp gitmiş olan anneye, bu arada acaba ne olmuştu? Neredeydi? Ne yapıyordu?
Küçük Cosette'i Thenardier'lere bıraktıktan sonra, yoluna devam ederek "Montreuil-sur-mer'e gelmişti.
Hatırlanacağı gibi yıl, 1818'di.
Fantine, kendi ilinden uzaklaşalı on yıl kadar olmuş, Montreuil-sur-mer'in görünüşü değişmişti, o sefaletten sefalete doğru inerken, doğduğu yer gelişip serpilmişti.
Yaklaşık iki yıl önce, burada küçük şehirler için büyük sayılan endüstriyel gelişmelerden biri olmuştu.
Bu önemli bir nokta olduğundan, onu ayrıntılarıyla anlatmayı, daha doğrusu altını çizmeyi faydalı buluyoruz.
Hatırlanmayacak kadar eski zamanlardan beri, Montreuil-sur-mer'in kendine özgü bir sanayii vardı: İngiliz kara kehribar taşı ile Alman kara boncuklarının taklidi olan özel bir sanayi. Hammaddelerinin pahalı oluşu ve bunun işçiliği de etkilemesi nedeniyle bu endüstri hep olduğu yerde kal-
-273-
mış, gelişmemişti. Fantine, Montreuil-sur-mer'e geri döndüğü sıralarda, bu 'kara mal-lar'm imal edilmesinde hiç umulmadık bir değişiklik olmuştu. 1815 yılı sonlarına doğru meçhul bir kişi şehre gelmiş, yerleşmiş ve söz konusu imalatta reçinenin yerine gomalak ve özellikle bileziklerde iki ucu kaynaklanmış sac halka yerine iki ucu birbirine yaklaştırılmış sac halka kullanma fikrini ortaya atmıştı. Bu küçücük değişiklik bir devrim yaratmıştı.
Gerçekten de bu küçücük değişiklik hammadde fiyatını büyük ölçüde azaltmış ve bu da ilk önce el emeğinin fiyatını artırarak, şehrin yararına olmuş; ikincisi, tüketicinin yararına imalatı daha da iyileştirmiş, üçüncüsü de imalatçının yararına kârı üç misli artırmakla birlikte, malı daha ucuza satma imkânını sağlamıştı.
Böylece bir fikirden ortaya üç sonuç çıkmıştı.
Bu yöntemin yaratıcısı üç yıla kalmadan zengin olmuştu; bu iyi bir şeydi, çevresini de zengin etmişti ki, bu daha da iyiydi. Adam, ilin yabancısıydı. Aslı esası hakkında kimse bir şey bilmiyordu; ortaya çıkışı hakkında ise az şey biliniyordu.
Kente pek az bir parayla, çok çok birkaç yüz frankla geldiği söyleniyordu. Kılık kıyafeti, hali tavrı ve konuşması işçiye benziyordu.
Yaratıcı bir düşüncenin hizmetine verilen, düzenle, düşünceyle beslenen bu küçük sermayeden, o hem kendi servetini hem de bütün bir şehrin servetini çıkarmıştı.
-274-
Söylentiye göre, bir aralık ayında akşam üzeri çantası sırtında, budaklı sopası elinde, bilinmeyen biri olarak geldiği gün belediyede büyük bir yangın patlak vermişti. Bu adam alevlerin içine dalmış ve kendi hayatını tehlikeye atarak iki çocuğu ölümden kurtarmıştı. Bunlar tesadüf eseri jandarma yüzbaşısının çocuklarıydı. Bunun için adamın kimlik kâğıdını sormak kimsenin aklına gelmemiş, adı neden sonra öğrenilmişti: Madeleine Baba.
2. Madeleine
Elli yaşlarında, her zaman düşünceli görünen iyi yürekli bir adamdı. Hakkında söylenebilecek her şey bundan ibaretti. • "
Onun hayran olunacak bir maharetle ıslah ettiği bu endüstrinin hızla gelişmesi sayesinde şehir önemli bir iş merkezi olmuştu. Kara kehriban çok kullanan İspanya her yıl olağanüstü miktarda siparişler veriyordu. Montreuil-sur-mer neredeyse Londra ile Berlin'e rakip olmuştu. Madeleine Baba'nın kazancı öylesine artmıştı ki, daha ikinci yıl büyük bir fabrika yaptırmıştı. Fabrikada, biri erkek işçiler, diğeri kadın işçiler için olmak üzere iki geniş atölye vardı. Aç kalan herhangi biri, iş ve ekmek bulacağından emin olarak buraya başvurabilirdi. Madeleine Baba'nın erkeklerden istediği iyi niyet, kadınlardan istediği de namuslu olmaktı; ayrıca hepsinden doğruluk ve dürüstlük istiyordu. Kızlarla kadınların uslu kalabilmelerini sağlamak için kadınlarla erkekleri ayrı bulundurmak gerektiğini düşündüğünden atölyeleri ayırmıştı.
-275-
Bu konuda çok katıydı. Hemen hemen hiç hoşgörülü olmadığı tek konu buydu. Böyle sert davranmakta şunun için de son derece haklıydı ki, burası askeri bir garnizon şehri olduğundan, baştan çıkma imkânları pek boldu. Kısacası, gelişi nimet, orada bulunuşu ilahi takdirdi. Madeleine Baba gelmeden önce her şey sürünüyor, dökülüyordu, şimdi ise her şey sağlıklı bir çalışmayla canlanmış, yaşamaktaydı. Hummalı bir gidiş geliş her şeye sıcaklık veriyor, her yere etki ediyordu. İşsizlik ve sefalet nedir bilinmez olmuştu. En kara
ligi yapmıştı ki, 1820 yılında, yani şehre gelişinden beş yıl sonra, kral onu yeniden belediye başkanlığına atadı. O, yine reddetti, ama bu sefer vali bu reddedişe karşı çıktı, bütün ileri gelenler ricaya geldiler, halk sokak ortasında yalvar yakar oluyordu. Böylesine şiddetli ısrar karşısında sonunda kabul etmek zorunda kaldı. Onu bu kararı vermeye iten nedenin, halktan yaşlı bir kadının kapısının eşiğinde ona söylediği adeta öfke dolu şu sözler olduğu dikkatlerden kaçmadı; "İyi bir belediye başkanı, yararlı bir şeydir. İnsan, yapabileceği iyiliği yapmaktan kaçınır mı?"
Bu da, onun yükselişinin üçüncü aşaması oldu: Madeleine Baba, Mösyö Madeleine; Mösyö Madeleine de Monsenyör Belediye Başkanı oldu.
3. Laffitte'e Yatırılan Paralar
Ne olursa olsun, o yine önceden olduğu gibi sade yaşıyordu. Kır saçlı, ciddi bakışlı, bir işçi gibi yanık tenli, bir filozof gibi düşünür çehreliydi. Genellikle geniş kenarlı bir şapka, çenesine kadar düğmelenmiş kalın çuhadan bir redingot giyerdi. Belediye başkanlığı görevini yerine getiriyor, ama bunun dışında yalnız yaşıyordu. Az insanla konuşuyordu. Nezaket gösterilerinden kaçınır, kaçamak selam verir, çabuk sıvışır, konuşmak zorunda kalmamak için de bağış yapar dururdu. Kadınlar onun için, "Ne iyi bir ayı!" derlerdi. En büyük zevki kırlarda gezinmekti.
Daima yalnız başına yemek yer; genellikle önünde açık bir kitap bulunur, yemek yerken
¦-280-
onu okurdu. İyi düzenlenmiş küçük bir ki-taplığ1 vardı. Kitapları seviyordu; kitaplar soğuk ama güvenilir dostlardır. Servetiyle birlikte artan boş vakitlerinden kafasını işleyip geliştirmek için yararlanıyordu. Burada yaşadığından beri dili de yıldan yıla giderek düzeliyor, daha kibarlaşıyordu.
Gezintileri sırasında yanına bir tüfek almayı ihmal etmez, ama nadiren kullanırdı. Ancak kullanması gerektiğinde de korkunç derecede şaşmaz bir nişancılığı vardı. Hiçbir zaman zararsız bir hayvanı öldürmez, küçük kuşlara asla ateş etmezdi.
Artık genç olmamasına rağmen müthiş bir kuvveti olduğu söyleniyordu. İhtiyacı olan herkesin yardımına koşardı; bir atı kaldırır, çamura saplanmış bir tekerleği iter, bağından kurtulan bir boğayı boynuzlarından yakalardı. Evinden çıkarken cepleri para dolu, evine dönerken boş olurdu. Bir köyden geçerken hırpani kılıklı çocuklar neşeyle peşinden koşar, çevresini bir sinek bulutu gibi sararlardı.
Bir zamanlar hayatını tarlada çalışarak geçirmiş olduğu tahmin ediliyordu. Çünkü köylülere öğrettiği faydalı küçük sırlan vardı: Buğday güvelerini yok etmek için tuzu suda eritip, bu eriyiği ambarlara serpiştirmeyi ve döşeme yarıklarına doldurmayı; buğday bitlerini defetmek için de samanlıklarda ve evlerde her yere, damlara, duvarlara çiçek açmış katırtırnağı asmayı öğretiyordu. Bir tarladan aynkotu, karamuk, yabanyulafı, tilkikuyruğu gibi otların ve buğday yiyici parazitlerin nasıl söküleceğine dair 'reçeteleri' vardı. Bir tavşan
-281-
kümesini farelerden korumak için, sadece buraya koyduğu küçük bir Afrika domuzunun kokusundan yararlanıyordu.
Bir gün, köylülerin harıl harıl ısırgan otu yolmaya çalıştıklarını gördü. Kökünden çıkarılan ve daha şimdiden kuruyan bir yığın bitkiye bakıp şöyle dedi:
"Ölmüşler. Oysa kullanılması bilinse çok yararlıdır. Isırgan körpeyken yaprağı çok güzel bir sebzedir; kartlaşınca tıpkı kenevir gibi, keten gibi iplikleri, lifleri olur. Isırgan bezi, kenevir bezi ayanndadır. Kıyılınca kümes hayvanları için; ezilince boynuzlu hayvanlar için yem olur. Isırgan tohumu, yemlere katılırsa hayvanların tüylerine parlaklık verir; kökü tuzla karıştırılırsa güzel bir sarı boya olur. Kaldı ki, yılda iki defa biçilebüen mükemmel bir yemlik ottur. Sonra ısırgan ne ister? Sadece biraz toprak, bakım da istemez. Sadece tohumu, bitki olgunlaştıkça döküldüğünden, toplanması güçtür. İşte hepsi bu. Biraz uğraşılırsa yararlı olur. İhmal edildiği takdirde herhangi bir yararı olmaz, işte o zaman da ölür. Nice insan vardır ki, ısırgana benzer!" Bir an sustuktan sonra: "Dostlarım, şunu aklınızdan çıkarmayın ki, ne kötü ot ne de kötü insan vardır. Yalnızca kötü yetiştiriciler vardır."
Hele çocuklar onu fazlasıyla seviyorlardı, çünkü samandan ve hindistancevizinden sevimli küçük oyuncaklar yapmasını biliyordu. Bir kilisenin kapısında siyah matem işaretini görünce hemen içeri girer, bazıları nasıl vaftiz törenine koşarsa, o da öyle cenazeye koşardı. Merhametli yüreğinden ötürü dulla-
-282-
nn hazin durumu, başkalarının felaketi onu kendisine çekiyordu. Matemli dostların, siyahlara bürünmüş ailelerin, bir tabutun başında inleyen rahiplerin arasına karışırdı. Cenaze başındaki ilahilerin metnini düşüncelerinin yansısı olarak görüyordu. Bakışları gökyüzüne çevrilmiş, ölümün karanlık uçurumunun kenarındaki gizemli, kederli sesleri, sonsuzluğun bütün sırlarına doğru bir tür atılma özleyişiyle dinlerdi.
Kötü işler yapanların gizlenmeleri gibi, kendisini gizleyerek iyi işler yapıyordu. Akşamlan gizlice evlere giriyor, kimseye görünmeden merdivenlerden çıkıyordu. Zavallı yoksulun biri, sefil evine döndüğünâe kendi yokluğunda kapısını açılmış, hatta bazen zorlanmış buluyordu. Zavallı adam; "Hırsız gelmiş!" diye feryat eder, içeri girerdi, ilk gördüğü şey, bir eşyanın üzerinde unutulan altın para olurdu. Gelen 'hırsız' Madeleine Baba'ydı.
Dediğimiz gibi, hiçbir kötü alışkanlığı yoktu. Halinden memnun olduğu zamanlar nefsine bir tutam enfiye ikram ederdi. Bu da, onun insanlığa benzeyen tarafıydı.
Kolayca anlaşılacağı gibi Javert, Adalet Bakanlığı'nın yıllık istatistiklerinde serseriler faslında gösterilen bütün o güruhun umacı-sıydı. Daha Javert'in adını duyar duymaz neye uğradıklarını şaşırırlardı. Javert'in suratı göründü mü de taş kesilirlerdi.
İşte böyle bir kişiydi bu müthiş adam.
Javert, Mösyö Madeleine'in üzerine dikilmiş bir çift gözdü. Şüphe ve tahminlerle dolu bir çift göz. Mösyö Madeleine sonunda bunun farkına varmıştı, ama umursamaz görünüyordu. Javert'e bir tek soru bile sormadı, onu ne arıyor ne de ondan kaçınıyordu, bu sıkıcı ve adeta ağırlığı hissedilen bakışa, farkında de-
-294-
ğilmişçesine tahammül ediyordu. Herkese olduğu gibi, Javert'e de sükûnet ve iyilikle davranıyordu.
Javert'in ağzından kaçan bazı sözlerden, Madeleine Baba'nın başka yerlerde daha önce bırakmış olabileceği bütün izleri, soydan gelen ve içgüdü kadar iradenin de içinde yer aldığı bir merakla, gizli gizli araştırdığı anlaşılıyordu. Bir şeyler bilir gibi görünüyor, bazen üstü kapalı kelimelerle birisinin, kaybolmuş bir aile hakkında bazı bilgiler elde ettiğini söylüyordu. Bir keresinde, kendi.kendine konuşarak, "Sanırım yakaladım!" dedi. Sonra bir kelime bile söylemeden üç gün düşünceli düşünceli durdu. Sanki tuttuğunu "sandığı ip kopmuştu.
Bazı sözcükler fazla mutlak bir anlam ifade edebileceğinden, gerekli bir düzeltme olarak şunu da belirtelim ki, insan denilen yaratıkta hata yapmamak diye bir şey olamaz ve içgüdünün bir özelliği de karışıklığa düşebilmesi, yolunu, izini şaşırabilmesidir. Yoksa, zekâdan daha üstün olurdu ve hayvanda insandan daha iyi bir bilgi ışığı bulunurdu.
Mösyö Madeleine'in doğal hali ve sakinliği belli ki Javert'i az da olsa zor durumda bırakıyordu.
Ne var ki, onun garip tavrı bir gün Mösyö Madeleine'i etkiler gibi oldu. Bakın nasıl bir olayla.
6. Fauchelevent Baba
Mösyö Madeleine bir sabah Montreuil-sur-mer'in kaldırmışız bir ara sokağından ge-
-295-
çiyordu. Bir gürültü duydu ve az ileride bir kalabalığın toplandığını görüp oraya gitti. Fa-uchelevent Baba dedikleri yaşlı bir adam atı devrilen arabasının altında kalmıştı.
Fauchelevent, o tarihte Mösyö Madeleine'e hâlâ düşmanlık besleyen ender insanlardandı. Madeleine buraya geldiğinde, eski köy noteri ve oldukça okumuş bir köylü olan Fauchelevent ticaret yapıyordu ve işler kötü gitmeye başlamıştı. Fauchelevent, kendisi mahvolurken bu basit işçinin zenginleştiğini görmüş ve bu durumu hazmedememiş; Mösyö Madeleine'e zarar vermek için her fırsatta elinden geleni yapmış, ama sonunda iflas etmişti. Yaşlıydı, çoluk çocuğu da yoktu, bir araba ile bir attan başka elinde bir şey kalmadığından o da yaşamak için arabacı olmuştu.
Atın iki kalçası da kırılmıştı, ayağa kalka-mıyordu. Yaşlı adam tekerlekler arasına sıkışmıştı. Düşme o kadar talihsizce olmuştu ki, aracın bütün ağırlığı göğsüne biniyordu. Arabanın yükü oldukça ağırdı. Fauchelevent Baba acıyla inliyordu. Onu çekip çıkarmak istedilerse de, bir faydası olmadı. İsabetsiz bir çaba, acemice bir yardım, yersiz bir sarsıntı adamcağızın işini bitirebilirdi. Onu kurtarmak için arabayı alttan kaldırmaktan başka çare yoktu. Kaza anında çıkagelmiş olan Ja-vert, birini kriko getirmeye yollamıştı.
Derken, Mösyö Madeleine geldi. Saygıyla yol açtılar.
İhtiyar Fauchelevent, "Yardım edin bana!" diye feryat ediyordu. "Şu yaşlıyı kurtaracak hayırsever biri yok mu?"
-296-
Mösyö Madeleine, oradakilere döndü:
"Kriko var mı?"
"Getirmeye gittiler," diye cevap verdi bir köylü.
"Ne zaman getirirler?"
"En yakın yere gittiler, Flachot'ya, orada bir nalbant var; ama yine de bir çeyrek saat ister."
"Bir çeyrek saat mi!" diye haykırdı Madeleine.
Bir önceki gün yağmur yağmış, zemin ıslanmıştı, araba her an biraz daha toprağa saplanıp, ihtiyar arabacının göğsünü sıkıştırıyordu. Beş dakika geçmeden kaburga kemiklerinin kırılacağı belliydi. ¦ ^
Mösyö Madeleine, bakman köylülere, "Bir çeyrek saat beklemek imkânsız," dedi.
"Başka çare yok!"
"Ama o zamana kadar iş işten geçecek! Araba gittikçe gömülüyor, görmüyor musunuz?"
"Lanet olsun!"
"Bakın," dedi Madeleine, "arabanın altına birinin girip, sırtıyla onu kaldırabileceği kadar bir yer var. Yarım dakikaya kalmaz adamcağız oradan çıkarılır. Aranızda kuvvetli ve yürekli biri var mı? Beş altın Louis kazanır!"
Kimse kımıldamadı.
"On Louis," dedi Madeleine.
Herkes yere bakıyordu. İçlerinden biri mırıldandı; "İblis gibi kuvvetli olmak gerekiyor, hem sonra ezilme tehlikesi de var!"
"Hadi bakalım," diye tekrarladı Madeleine, "yirmi Louis."
-297-
Yine sessizlik.
"Eksik olan iyi niyetleri değil," diye bir ses duyuldu.
Mösyö Madeleine döndü, Javert'i tanıdı. Geldiğini fark etmemişti.
Javert devam etti:
"Böyle bir arabayı sırtında kaldırabilmek için müthiş güçlü olmak gerekir."
Sonra dikkatle Mösyö Madeleine'e bakıp, söylediği her kelimenin üzerine basarak, "Mösyö Madeleine, ömrümde bu işi yapacak bir tek kişi tanıdım," dedi.
Madeleine titredi.
Javert, kayıtsız bir tavırla ama gözlerini Madeleine'den ayırmadan ekledi:
"Bir forsaydı."
"Ya!" dedi Madeleine.
"Toulon kürek hapishanesinde."
Madeleine sapsarı kesildi.
Bu arada araba ağır ağır yere gömülmeye devam ediyordu. Fauchelevent Baba hırlıyor, inliyordu:
"Boğuluyorum, nefes alamıyorum! Kaburgalarım kınlıyor! Bir kriko! Bir şey! Ah!"
Madeleine çevresine bakındı:
"Demek yirmi Louis kazanıp, bu zavallı ihtiyarın hayatını kurtarmak isteyen kimse yok, öyle mi?"
Oradakilerden hiçbiri kıpırdamadı. Javert yeniden konuştu:
"Ömrümde krikonun yerini alabilecek bir tek adam tanıdım, o da bir kürek mahkûmuydu."
"Ah! İşte eziliyorum!" diye haykırdı ihtiyar.
-298-
Madeleine başını kaldırdı, Javert'in hâlâ üstüne dikilmiş olan atmaca gibi bakışlarıyla karşılaştı, ardından hareketsiz duran köylülere baktı ve acı acı gülümsedi. Sonra tek kelime söylemeden yere diz çöktü ve toplananlar ne olduğunu bile anlayamadan arabanın altına girdi.
Korkunç bir gerilim ve sessizlik anı yaşandı. Bu müthiş ağırlık altında hemen hemen dümdüz yere uzanmış olan Madeleine'in ağırlığı sırtlayabilmek için iki kez dizlerini dirseklerine doğru çekip biraz yükselmeye çalıştığı görüldü. Ona seslendiler, "Madeleine Baba! Çıkın oradan!" İhtiyar Fauchelevent bile "Mösyö Madeleine! Gidin! Görüyorsunuz' işte, ölüm kaçınılmaz! Bırakın beni! Siz de ezileceksiniz!" dedi. Madeleine cevap vermedi.
Hazır bulunanların soluklan kesilmişti. Tekerlekler yere gittikçe gömülmüş, Madeleine'in arabanın altından çıkması artık hemen hemen imkânsız bir hale gelmişti.
Birden koca kitlenin sarsıldığı görüldü, araba yavaş yavaş kalkıyordu; tekerlekler ya-n yarıya çamurdan çıkmıştı. Boğuk bir sesin haykırdığı duyuldu; "Çabuk olun! Yardım edin!" Son bir çaba sarf eden Madeleine'di bu.
Hemen koşuştular. Birinin fedakârlığı, Ihepsine güç ve cesaret vermişti. Yirmi kol birden arabayı kaldırdı ve ihtiyar Fauchelevent kurtuldu.
Madeleine doğruldu. Ter içinde olmasına rağmen yüzü sapsanydı. Elbiseleri yırtılmış, çamur içinde kalmıştı. Herkes ağlıyordu. İhtiyar, dizlerini öpüyor, ona, "İyi Tann," diyordu.
-299-
Onun yüzünde ise mutlu ve semavi bir ıstırap ifadesi vardı. Sakin bir bakışla gözlerini Javert'e dikti; o da sürekli dikkatle ona bakıyordu.
7. Fauchelevent, Paris'te Bahçıvan Oluyor
Fauchelevent'in bu kaza sonucunda dizka-pak kemiği çıkmıştı. Madeleine Baba onu, fabrikasının olduğu binada işçileri için kurduğu ve iki hayırsever rahibenin yönettiği revire kaldırttı. Ertesi sabah ihtiyar, komodinin üzerinde bin franklık bir banknotla, Madeleine Baba'nın kendi el yazısıyla yazdığı şu pusulayı buldu: "Arabanızla atınızı satın alıyorum." Araba kırılmış, at ölmüştü. Fauchelevent iyileşti, ama dizi sakat kaldı. Mösyö Madeleine, hayırsever rahibelerin ve kendi mahalle papazının tavsiyesiyle adamcağızı Paris'te, Saint-Antoine Mahallesi'ndeki bir kadınlar manastırına bahçıvan olarak yerleştirdi.
Bu olaydan bir süre sonra Mösyö Madeleine belediye başkanı olarak atandı. Javert, Mösyö Madeleine'i, kendisine mutlak yetki veren başkanlık kemerini kuşanmış olarak ilk gördüğünde, bir buldog, efendisinin elbiseleri altında bir kurdun kokusunu aldığı zaman nasıl ürperirse, öyle ürperdi. O andan itibaren Mösyö Madeleine'le karşılaşmaktan elinden geldiğince kaçındı. Ancak, görevinin gerektirdiği ve belediye başkanıyla birlikte bulunmamazlık edemediği zamanlar onunla konuşuyor ve konuşurken derin bir saygı gösteriyordu.
Madeleine Baba'nın Montreuil-sur-mer'de
-300-
yarattığı bu refahın, yukarıda belirttiğimiz gibi gözle görülebilen işaretlerinden başka, bir de görülemeyen, ama en az o kadar önemli olan başka bir belirtisi daha vardı. Hiçbir zaman yanıltmayan bir belirtiydi bu: Halkın sıkıntıda olduğu, işlerin kesatlaştığı, ticaretin bütün bütün durduğu zamanlarda, vergi mükellefi parasızlıktan ötürü ya vergisini vermek istemez ya da vergisini vaktinde ödeyemez, süreleri geçirir, devlet de bu nedenle vergi tahsil masrafı olarak çok para harcar. Oysa, iş bol, ülkede mutluluk ve refah olduğu zaman, vergiler kolayca ödenir ve devletin vergi tahsil masrafı az olur. Halkın sefaletiyle zenginliğinin şaşmaz bir termometresi vardır denilebilir: Vergi toplama masrafları. Yedi sene içinde Montreuil-sur-mer idari bölgesinde vergi tahsil masrafları dörtte üç oranında azalmıştı. Bu nedenle, o zamanlar Maliye Bakanı olan Mösyö de Villele, bütün öbür bölgeler arasında örnek bölge olarak burasını gösteriyordu.
İşte Fantine geri döndüğünde şehrin durumu böyleydi. Kimse Fantine'i hatırlamıyordu. Bereket versin, Mösyö Madeleine'in fabrikası bir dost yüzüydü. Oraya başvurdu ve kadınlar atölyesine alındı. Fantine için bu yepyeni bir meslekti, pek becerikli olmadığı için günlük kazancı azdı; ama bu ona yine de yetiyordu, sorun hallolmuştu; hayatını kazanıyordu.
8. Madam Victurnien Ahlak Uğruna Otuz Beş Frank Harcıyor
Fantine, hayatını kazandığını görünce bir an sevince kapıldı. Kendi emeğiyle, namusuy-
-301-
la yaşamak, Tann'nın en büyük lütfuydu. Çalışma zevkine gerçekten yeniden kavuştu. Bir ayna satın aldı, gençliğini, güzel saçlarını, güzel dişlerini seyretmek onu sevindirdi; pek çok şeyi unuttu, yalnızca Cosette'i, gelecekte olması mümkün şeyleri düşündü ve mutlu oldu. Küçük bir oda tuttu ve emeği karşılığında borçlanarak döşedi; düzensiz yaşama alışkanlıklarının bir kalıntısıydı.
Evli olduğunu söyleyemediğinden, daha önce belirttiğimiz gibi, küçük kızından söz etmekten kaçınmıştı.
Bu sıralar, yani başlangıçta gördüğümüz gibi, Thenardier'lerin ücretini hiç aksatmadan ödüyordu. Yazı diye imzasını atmaktan başka bir şey bilmediğinden, onlara gönderdiği mektupları bir dilekçeciye yazdırmak zorunda kalıyordu.
Sık sık mektup yolluyordu. Bunun farkına varıldı. Kadınlar atölyesinde alttan alta Fantine'in "mektuplar yazdığı" ve "birtakım durumları olduğu" söylenmeye başladı.
İnsanların üzerlerine vazife olmayan şeylere uğraşması, onları gözetlemesi kadar densiz bir şey yoktur. "Şu adam niçin hep akşam karanlığında geliyor? Niçin falanca perşembeleri anahtarını kilide hiç sokmuyor? Niçin hep dar sokaklardan yürümeyi tercih ediyor? Niçin kadın her zaman arabadan eve gelmeden önce iniyor? Niçin kâğıt kutusu dolu olduğu halde desteyle mektup kâğıdı aldırıyor?" vb. Bu türden, sonucunda hiçbir maddi çıkar bulunmayan, daha çok manevi bir yanı bulunan bilmeceleri çözebilmek için hiç
-302-
çekinmeden, on tane hayır işine gerekenden daha çok para ve daha çok zaman harcar, daha çok zahmete girerler; hem de boş yere, zevk için, meraklarının karşılığında da yine meraktan başka bir şey elde etmeden. Filan adamı ya da falan kadını günlerce takip ederler. Sokak köşelerinde, kapı altlarında, geceleri soğukta, yağmurda nöbet tutarlar, memurlara rüşvet verirler, arabacıları, uşakları sarhoş ederler, bir oda hizmetçisine para verir, bir kapıcıyı satın alırlar. Niçin? Hiç uğruna. Sırf görmek, öğrenmek hırsı uğruna. Sırf dilini kaşımak hevesi uğruna. Ve çoğu zaman da bu sırların bilinmesi ve yayınlanması, bu muammaların gün ışığına çıkması, felâketlere, düellolara, iflaslara, ailelerin yıkımına, hayatların mahvına yol açar. Hiçbir kârı olmadan, sırf içgüdüyle 'her şeyi keşfedenler' ise olup bitenleri büyük bir hazla seyrederler. Ne hazin bir şey!
Bazıları sadece konuşma ihtiyacından kötülük yaparlar. Salon konuşmaları ve sohbetleri, bekleme odası gevezelikleri odunu çabucak tüketen ocaklara benzer; pek çok yakacağa ihtiyaçları vardır; yakacak da komşularıdır.
Fantine'i işte böyle gözlüyorlardı.
Birçoğu da onun san saçlarını, beyaz dişlerini kıskanıyordu.
Atölyede, öbür kadınların ve kızların arasında sık sık arkasına dönüp gözünün yaşını sildiğini fark ettiler. Çocuğunu düşündüğü anlardı bunlar, belki de sevmiş olduğu adamı...
Geçmişteki karanlık bağların koparılması ağrılı bir iştir.
-303-
Hep aynı adrese, ayda en az iki defa mektup yazdığını ve mektup ücretlerini peşin ödediğini tespit ettiler ve adresi elde etmeyi başardılar. Mösyö Thenardier, hancı, Mont-fermeil. Dilekçe yazan adamı meyhanede bülbül gibi şakıttılar; sır küpünü boşaltmadan midesini kırmızı şarapla dolduramayan ihtiyar bir adamcağızdı bu. Sözün kısası, Fanti-ne'in bir çocuğu olduğunu öğrendiler. "O türlü kızlardan biriydi demek." Dedikodu kumkuması kadınlardan biri, Montfermeil'e kadar gidip Thenardier ile konuştu ve dönüşünde şöyle dedi: "Otuz beş frankım gitti, ama gerçeği de öğrendim. Çocuğu gördüm!"
Bu işi yapan dedikodu kumkuması, Madam Victurnien adında mitolojinin yılan saçlı bir ucubesi, elâlemin gönüllü namus bekçisi ve kapıcısıydı. Madam Victurnien elli altı yaşındaydı, çirkinlik maskesiyle birlikte bir de yaşlılık maskesi taşıyordu. Titrek sesliydi ve kafası da esintiliydi. Bu yaşlı kadının da bir gençliği olmuştu. Şaşılacak şey! Gençliğinde, 93'te, manastırdan kırmızı külahla kaçan ve Bernardinler'den Jakoben'lere geçen bir keşişle evlenmişti. Kuru, hırçın, şirret, sivri, dikenli, adeta zehir kusan biriydi. Ona iyice hükmetmiş,
Fantine'e yoksulluk içinde yaşama dersleri diyebileceğimiz öğütleri veren kişi Margue-rite adında yaşlı, dindar bir kadındı; yoksuldu ve yoksullara karşı yardımseverdi, hatta zenginler için de öyleydi, Marguerite diye imzasını atabilecek kadar yazmayı biliyor ve Tann'ya inanıyordu; buysa bir bilimdir.
Aşağı tabakanın oturduğu yerlerde bu erdemlerden çok fazla vardır; bir gün yukarlar-da da olacaktır. Bu hayatın bir de yarını var.
İlk zamanlar Fantine öylesine utanç duymuştu ki, dışarı çıkmaya bile cesaret edememişti.
Sokaktayken insanların arkasından dönüp baktıklarını ve parmaklanyla kendisini gösterdiklerini tahmin ediyordu. Herkes ona bakıyor, ama kimse selam vermiyordu. Gelip geçenlerin acı, soğuk bir tavırla aşağılamaları dondurucu bir kış rüzgârı gibi etine ve ruhuna işliyordu.
Küçük şehirlerde talihsiz bir kadın, herkesin acı alayları ve merakıyla karşı karşıya çırılçıplak kalmış gibidir. Paris'te ise sizi kimse tanımaz ve bu, karanlık bir elbise yerine geçer. Ah! Paris'e gitmeyi ne kadar isterdi! Ama imkânsızdı. Yoksulluğa alıştığı gibi hor görülmeye de alışması gerekiyordu. Yavaş yavaş
-308-
karannı verdi. İki üç ay sonra, utancından sil-lcindi, hiçbir şey olmamış gibi yine sokağa çıkmaya başladı. "Umurumda değil," diyordu.
Başı yukarıda, sokaklarda dudaklarında acı bir gülümsemeyle dolaştı; sonunda küstahlaşmaya başladığını hissetti.
Madam Victurnien bazen penceresinden onun geçtiğini görüyor, kendi sayesinde 'layık olduğu yere konulan bir mahlûkun' çektiği acıyı görüyor ve kendi kendisini kutluyordu. Kötülerin mutluluğu da kara bir mutluluktur.
Aşın çalışma Fantine'i yoruyordu; kısa, kuru öksürüğü artmıştı. Komşusu Margueri-te'e bazen, "Şu ellerimi bir tutun bakın, ne kadar sıcak!" diyordu.
Buna rağmen, sabahlan eski bir kınk tarakla, bükülmemiş ham ipek gibi akıp dökülen güzel saçlarını tararken, bir an için mutlu bir cazibeye bürünüyordu.
10. Başarıların Devamı
Kışın sonlarına doğru işinden atılmıştı, yaz geçti ve yine kış geldi. Kısa günler; az iş. Kışın ne sıcak var, ne ışık var, ne öğle var, akşamlar sabaha bitişik, sis, alacakaranlık, pencere kurşuni renkte, dışarısı iyi görünmüyor. Gökyüzü bir bodrum penceresi. Bütünüyle bir mahzen. Güneş bir yoksula benziyor. Korkunç mevsim! Kış gökyüzünün suyunu, insanın kalbini taşa çeviriyor ve alacaklılar Fantine'in peşini bırakmıyorlardı.
Kazancı çok azdı. Borçlan artmıştı. Paralarını düzenli bir şekilde alamayan Thenardi-er'ler durmadan mektup yazıyorlardı. Bu
-309-
mektupların içindekiler onu acılara gömüyor, posta ücreti ise yıkıyordu. Bir gün küçük Co-sette'in soğuklarda çıplak kaldığını, yünlü bir etekliğe ihtiyacı olduğunu, bunun için hiç değilse annenin on frank göndermesi gerektiğini yazdılar. Mektubu alınca kâğıdı bütün gün avucunda buruşturup durdu. Akşam olunca, sokağın köşesindeki berber dükkânından içeri girdi, saçlarını tutan tarağı çıkardı. Nefis san saçları kalçalarına kadar döküldü.
"Ne güzel saç bunlar!" diye haykırdı berber.
Fantine, "Bunlar için bana ne verirsiniz?" dedi.
"On frank."
"Kesin."
Örme bir eteklik alıp, Thenardier'lere gönderdi.
Bu eteklik Thenardier'leri öfkeden deli etti. Onların istediği paraydı. Etekliği kızları Eponine'e giydirdiler. Zavallı tarlakuşu titremeye devam etti.
Fantine, "Yavrum artık üşümeyecek. Onu saçlarımla giydirdim," diye düşündü. Kırpılmış başını saklayan küçük yuvarlak kenar-lıksız şapkalar giyiyordu; bunlarla bile hâlâ güzeldi.
Fantine'in yüreğinde karanlık duygular çatışmaya başlamıştı.
Artık başını saçlarıyla süsleyemediğini görünce, çevresindeki her şeyden nefret etmeye başladı. Uzun zaman o da herkes gibi Madeleine Baba'ya büyük saygı duymuştu. Ama, onu işten kovan ve felaketine neden olan kişinin o olduğunu kendi kendine tek-
-310-
rarlaya tekrarlaya, Madeleine Baba'dan -özellikle ondan- nefret eder oldu. Fabrikanın önünden, işçilerin kapıda oldukları saatlerde geçtiğinde yalandan güler, şarkı söyler gibi yapardı.
Onun böyle gülüp, şarkı söylediğini gören yaşlı işçi bir kadın bir keresinde, "İşte, sonu kötüye giden bir kız," dedi.
Yüreği öfke dolu olduğu için, çevresine meydan okumak üzere karşısına ilk çıkan sevmediği bir adamı dost edindi. Sefil herifin biri, bir tür çalgıcı dilenci, sefih bir aylaktı bu; onu dövüyordu. Sonunda, Fantine nasıl onu tiksinerek tuttuysa, o da Fantine'i öyle tiksinerek bıraktı.
Çocuğunu taparcasına seviyordu. Aşağılara düştüğü, çevresindeki her şey büsbütün karardığı ölçüde, bu küçük tatlı melek, ruhunun derinliklerinde daha çok parlıyordu. Kendi kendine, "Zengin olduğum zaman Cosette'imi yanıma alacağım," diyor, gülüyordu. Öksürük yakasını bırakmaz olmuştu, sürekli sırtı terliyordu.
Bir gün Thenardier'lerden şöyle bir mektup aldı: "Cosette, bulaşıcı bir hastalığa yakalandı. Adına ter humması diyorlar. Bazı pahalı ilaçlar gerekiyor. Bu da bizim için yıkım oluyor, parasını ödeyemeyeceğiz. Sekiz güne kadar bize kırk frank gönderemediğiniz takdirde, küçük ölecek."
Fantine, kahkahalarla gülmeye başladı ve ihtiyar komşusuna, "Ah! İyi insanlar doğrusu! Kırk frank ha! Demek bu kadarcık! Ama bu iki Napoleon eder! Nereden bulacağımı hiç
-311-
düşünüyorlar mı? Bu köylüler de ne ahmak şey!" dedi.
Ama yine de merdivenin aydınlık pencerelerinden birine gidip, mektubu bir daha okudu. Sonra merdivenden indi, koşarak, zıplayarak ve bir yandan da gülerek dışarı çıktı.
Ona rastlayanlardan biri, "Neden bu kadar neşelisiniz?" diye sordu.
Fantine, "Köydeki adamlar bana saçma sapan bir şey yazmışlar. Kırk frank istiyorlar. Köylü milleti işte, ne olacak!" diye cevap verdi. Meydandan geçerken, acayip bir arabanın etrafında toplanmış insanlar gördü. Arabanın üstünde kırmızılar giyinmiş bir adam, ayakta diller döküyordu. Turneye çıkmış, panayır soytarısı seyyar bir dişçiydi. Halka macunlar, tozlar, iksirler satıyordu.
Fantine de topluluğa katıldı ve içinde tam ayaktakımına özgü özentili sözcüklerin yer aldığı bu tumturaklı lakırdı kalabalığına herkes gibi o da gülmeye başladı. Diş sökücü, bu güzel kızın güldüğünü gördü ve birden seslendi, "Siz, orada gülen kız, dişleriniz pek güzel. İki paletinizi bana satarsanız, her biri için bir Napoleon veririm."
"Paletlerim de ne demek oluyor?" diye sordu Fantine.
Dişçi, "Paletler, öndeki dişlerdir, üstteki ikisi," diye cevap verdi.
"Ne korkunç şey!" diye haykırdı Fantine. Orada bulunan dişsiz yaşlı bir kadın, "İki Napoleon ha!" diye homurdandı. "Ne şanslı bir kız!"
Fantine kaçtı. Kaçarken de arkasından
-312-
bağıran adamın boğuk sesini duymamak için ^ulaklarını tıkıyordu; "İyi düşünün güzelim! İki Napoleon işe yarayabilir. Gönlünüz dilerse bu akşam Tillac d'argent Hanı'na gelin, beni orada bulursunuz."
Fantine eve döndü, öfke içindeydi, olanları iyi komşusu Marguerite'e anlattı: "Aklınız alıyor mu bunu? Ne iğrenç adam değil mi? Nasıl oluyor da böyle adamların dolaşmasına izin veriyorlar? İki ön dişimi sökecekmiş! Ama o zaman korkunç bir şey olurum! Hadi saçlar yeniden çıkar, ama dişler! Ah! Canavar adam! Beşinci kattan kendimi baş aşağı kaldırıma atmayı tercih ederim! Bu akşam bana Tillac d'argent'da olacağını söyledi." '
"Peki, ne veriyordu?" diye sordu Marguerite.
"İki Napoleon."
"Kırk frank eder."
"Evet," dedi Fantine, "kırk frank eder."
Düşünceye daldı, işine koyuldu. Bir çeyrek saat sonra, dikişini bıraktı, merdivene gidip, Thenardier'lerin mektubunu bir kere daha okudu.
Geri döndüğünde, yanı başında çalışan Marguerite'e, "Kuzum, nedir bu ter humması? Biliyor musunuz?" diye sordu.
"Evet," diye cevap verdi yaşlı kız, "bir hastalıktır."
"Çok mu ilaç ister?"
"Ooo! Korkunç ilaçlar."
"Bu hastalık insanın neresinde olur?"
"Ne bileyim, öyle bir hastalık işte."
"Çocuklarda mı görülüyor?"
"En çok çocuklarda."
-313-
"Öldürür mü?"
"Elbette," dedi Marguerite.
Fantine dışarı çıktı, mektubu bir kere daha okumak için merdivene gitti.
Akşam aşağıya indi, hanların olduğu Paris Sokağı'na doğru gittiğini gördüler.
Fantine'le Marguerite sürekli birlikte çalışıyorlar, böylece iki yerine bir tek mum yakmış oluyorlardı. Bu nedenle, Marguerite ertesi sabah gün doğmadan Fantine'in odasına girdiğinde onu yatağında solgun ve soğuktan buz kesmiş buldu. Uyumamıştı. Başlığı dizlerinin üstüne düşmüştü. Mum bütün gece yanmış, neredeyse tükenmek üzereydi.
Bu müthiş karışıklık karşısında donakalan Marguerite eşikte durup bağırdı:
"Aman Tanrım! Mum yanmış, bitmiş! Kesinlikle olağanüstü bir şeyler oldu."
Sonra, saçsız başını ona doğru çeviren Fantine'e baktı.
Dünden beri adeta on yaş ihtiyarlamış ti.
"İsa aşkına!" dedi Marguerite, "neyiniz var Fantine?"
Fantine, "Bir şeyim yok," diye cevap verdi. 'Tam aksine. Yavrum yardımsız kalıp, o korkunç hastalıktan artık ölmeyecek. Mutluyum."
Böyle derken, yaşlı kıza masanın üstünde parlayan iki Napoleon'u gösteriyordu.
"Aman Tanrım!" dedi Marguerite. "Bu bir servet! Bu altınları nereden buldun?"
"Buldum işte," diye Fantine cevap verdi.
Bunu derken gülümsedi. Mum ışığı yüzü-
-314-
nü aydınlatıyordu. Bu, kanlı bir gülümsemeydi. Kırmızımsı bir tükrük dudaklarının kenarını kirletiyordu, ağzında da kara bir delik vardı.
İki diş çekilmişti.
Kırk frankı Montfermeil'e yolladı.
Aslında bu para sızdırmak için Thenardier'-lerin bir oyunuydu. Cosette hasta filan değildi.
Fantine aynasını pencereden fırlattı. Uzun zamandır ikinci kattaki küçük odasını bırakıp çatının altında, kapısı mandalla kapanan bir tavan arası bölmesine taşınmıştı. Dip tarafında, tavanı döşemeyle açı yapan ve her an insanın başını çarptığı izbelerden biriydi. Burada oturan bir yoksul, odâs'ının bir ucuna, tıpkı kaderinin ucuna olduğu gibi, ancak belini iyice bükerek varabilirdi. Fantine'in artık karyolası yoktu. Kala kala yorgan dediği bir pırtıyla, bir yer yatağı, bir de hasırı dökülmüş bir sandalye kalmıştı. Daha önceleri baktığı bir gül fidanını bir köşede unutmuş, o da kuruyup gitmişti. Öbür köşede su koyduğu bir yağ kabı duruyordu. Su kışın donuyor ve kabın içindeki buz daireleri suyun farklı şekillerini uzun süre gösterip duruyordu.
Utanma duygusunu kaybetmişti, zarafetini de kaybetti. Bu, son belirtiydi. Dışarı kirli başlıklarla çıkıyordu. Ya vakti olmadığından ya da umursamazlıktan çamaşırlarını artık onarmaz olmuştu. Çoraplarının topukları aşındıkça ayakkabılarının içine çekiyordu. Böyle yaptığı, çoraplanndaki bazı dikine kırışıklıklardan anlaşılıyordu. Yıpranmış eski korsesini pamuklu
-315-
bezlerle yamıyor, bunlar da en küçük bir hareketle yırtılıyorlardı. Alacaklılar, durmadan 'sahneler' yaratıyor, onu bir an bile rahat bırakmıyorlardı. Sokakta yolunu kesiyor, merdivenlerde karşısına dikiliyorlardı. Birçok geceyi ağlayarak, düşünerek geçiriyordu. Gözleri do-nuklaşmıştı, sol küreğinin üstünde omzunda devamlı bir ağn vardı. Çok öksürüyordu. Ma-deleine Baba'ya derin bir kin besliyor, halinden şikâyet etmiyordu. Günde on yedi saat dikiş dikiyordu. Ama mahkûmları düşük ücretle çalıştıran müteahhitlerden biri, birdenbire fiyatları kırdı ve dışardan iş alan işçilerin gündeliği dokuz meteliğe indi. Günde on yedi saat çalışmaya karşılık dokuz metelik! Alacaklıları büsbütün insafsız kesildiler. Hemen hemen bütün eşyaları geri almış olan satıcı ona durmadan; "Paramı ne zaman ödeyeceksin sürtük?" diyordu. Tanrım, ne istiyorlardı ondan! Devamlı izlendiğini düşünüyordu ve bu yüzden içinde sanki vahşi bir hayvan gelişip serpilmeye başlamıştı. Tam o sırada Thenardier bir mektup daha yolladı. Yazdığına göre, bunca zaman büyük bir iyilik göstererek sabret-mişti, şimdi ona derhal yüz frank gerekiyordu, aksi halde ağır hastalığından yeni kalkmış olan Cosette'ciğini kapı dışarı atacaktı, soğukta, sokakta ne hali varsa görsün, isterse ge-bersindi. "Yüz frank ha," diye düşündü Fantine. "Bırak yüz frankı, günde yüz metelik kazandıracak iş nerede?"
"Hadi bakalım!" dedi, "geri kalanı da satalım."
Bahtsız kız, sokak kadını oldu.
-316-
11. Christus Nos Liberavit"
Nedir bu Fantine hikâyesi? Bu, bir köle satın alan toplumun hikâyesidir.
Kimden satın alıyor? Sefaletten.
Açlıktan, soğuktan, yalnızlıktan, terk edilmişlikten, yoksulluktan. Acıklı bir bekleyiş; bir lokma ekmeğe, bir ruh. Sefalet sunuyor, toplum da kabul ediyor.
İsa'nın kutsal yasası uygarlığımızı yönetiyor, ama henüz onun içine nüfuz edebilmiş değil. Avrupa uygarlığından köleliğin kalktığı söylenir. Bu yanlıştır. O hep var, ama yükünü artık sadece kadın çekiyor ve adı da fuhuştur.
Evet, bu köleliğin yükü artık sadece kadı-nın üzerindedir, yani zarafetin, zaafın, güzelliğin, analığın üzerinde... Bu, erkek için küçük bir yüzkarası değildir.
Bu acıklı dramın, şu ulaştığımız noktasında Fantine'de artık eski halinden hiçbir şey kalmamıştı. Çamurlaşmak onu mermer-leştirmişti; ona dokunan üşürdü. Geçip gider, size katlanır, sizi unutur; onurunu yitirmiş, duygusuz bir yüzdür o. Bu hayat, sosyal düzen, ona son sözlerini söylemişlerdi. Başına gelebilecek her şey gelmişti. O, her şeyi duymuş, her şeye katlanmış, her tecrübeden geçmiş, her acıyı tatmış, her şeyini kaybetmiş, her şeye ağlamıştı. Haline boyun eğiyordu, ölümün uykuya benzemesi gibi, kayıtsızlığa benzeyen bir boyun eğişti bu. Artık hiçbir şeyden kaçınmıyor, korkmuyor, hiçbir şeyden çekinmiyordu. Bütün gökler
Kurtarıcımız İsa.
-317-
başına düşebilir, bütün okyanuslar üstünden geçebilirdi! Vız gelir! Emebileceği kadar su emmiş bir süngerdi o.
En azından kendisi öyle sanıyordu. Ama kaderin tüketilebileceğini, herhangi bir şeyin dibine dokunulabileceğini sanmak hatadır.
Yazık! Nedir bu, böyle karmakarışık sürüklenen kaderler? Niçin böyledir?
Bunu bilen, bütün karanlığı da görür.
O tektir. Adı Tann'dır.
12. Mösyö Bamatabois'nin Aylaklığı
Bütün küçük şehirlerde birtakım gençlerden oluşan bir sınıf vardır. Özellikle Montreu-il-sur-mer'de de bulunan bu sınıftan gençler, benzerlerinin Paris'te yılda iki yüz bin frank yiyerek sürdürdükleri hayatı taşrada bin beş yüz livrelik bir geliri yiyerek sürdürürler. Bunlar büyük tarafsızlar öbeğine giren varlıklardır; iğdiş, asalak, değersiz, biraz toprak sahibi, biraz budala, biraz akıllı kişilerdir, bir salona koysanız hödük kalırlar, ama meyhanede kendilerini soylu sanırlar. Benim çayırlarım, benim koruluklarım, benim köylülerim der, zevk sahibi olduklarını ispatlamak için tiyatroda oyuncuları ıslıklar, savaş adamları olduklarını göstermek için garnizondaki subaylarla kavga eder, ava çıkar, tütün içer, esner, içki içer, tütün kokar, kahvede ömür geçirir, handa yemek yerler, masa altında kemik yiyen bir köpekleri ve tabaklan masaya koyan bir metresleri vardır, meteliği hesaplar, modayı aşırıya vardırırlar, trajediye bayılırlar, kadınları hor görürler, eski çizmelerini giyer-
-318-
ler, Londra'yı Paris'ten, Paris'i de Pont-â-Mo-usson'dan taklit ederler, alıklaşmış olarak yaşlanırlar, çalışmazlar, hiçbir işe yaramazlar, fazla da zarar vermezler.
Felix Tholomyes, hep kendi eyaletinde kalıp, Paris'i hiç görmeseydi, işte bu adamlardan biri olurdu.
Eğer daha zengin olsalardı bunlara zarif insanlar, denirdi; daha yoksul olsalardı haylaz takımı, denirdi. Ama bunlar düpedüz aylak takımıydı. Bu aylaklar arasında sıkıcılar, sıkılanlar, hayalperestler ve birkaç da eğlencelisi vardır.
O tarihlerde, şık bir erkeği oluşturan unsurları şöyle sıralayabiliriz: Geniiş^bir yaka, büyük bir boyunbağı, kösteğinde küçük bir mücevher takılı saat, değişik renkte üst üste üç yelek -mavisiyle kırmızısı içte olmak üzere-, zeytin renginde kısa etekli, uzun kuyruklu, birbirine yakın dikilmiş ve omuzlara kadar yükselen çift sıra gümüş düğmeli ceket ve daha açık zeytin yeşili, iki dikişli fitilleri olan bir pantolon. Buna bir de topuklarında küçük demirler olan bir çift çizme, dar kenarlı bir silindir şapka, demet halinde saçlar, iri bir baston ve Poiter'in söz oyunlarıyla süslenmiş bir konuşma tarzını da ekleyebilirsiniz. Hepsinin üstünde de mahmuzlar ve bıyıklar. O devirde bıyık burjuvalığın, mahmuz da havalı yürümenin belirtisiydi.
Taşralı şık erkeklerin mahmuzlan daha uzun, bıyıklan daha vahşiydi.
Orta Amerika cumhuriyetçilerinin İspanya Kralı'na, Bolivar'm Morillo'ya karşı müca-
-319-
dele verdikleri devirdi bu. Dar kenarlı şapkalılar kral yanlısı oluyorlardı ve bu şapkalara 'morillos' deniyordu; liberaller ise geniş kenarlı şapkalar giyiyorlardı ve bu şapkaların adı da 'bolivar'dı.
Bundan önceki sayfalarda anlatılanlardan sekiz on ay sonra, 1823 yılı Ocak ayının ilk günlerinde karlı bir akşam işte bu zarif erkeklerden, bu aylaklardan biri, hem de 'iyi düşünceli' biri -çünkü başında bir morillos taşıyordu-, moda elbiseyi soğuk havalarda tamamlayan geniş paltolardan birine sıcak sıcak sarınmış subaylar kahvehanesinin vitrininin önünde gidip gelen, balo elbisesi giymiş, başına çiçekler takmış, yarı çıplak bir yaratığa sataşıp gönül eğlendiriyordu. Bu şık adam yaprak sigara içmekteydi, çünkü modaydı.
Kadın adamın önünden geçtiği her defasında yaprak sigarasından onun üzerine bir nefes duman üfleyip, nükteli ve neşeli sandığı birkaç laf atıyordu: "Ne çirkin şeysin sen!" "Git, saklan hadi!" "Dişlerin de yok!" vs. Bu adamın adı Bamatabois'dı. Karların üstünde gidip gelen ve süslü bir hayalete benzeyen kederli kadın ise ona cevap vermiyor, hatta bakmıyor, yine bildiği gibi sessiz sedasız, hüzünlü bir düzenlilikle, kendisini beş dakikada bir acı alayların önüne getiren gezintisini sürdürüyordu; tıpkı dayak cezasına çarptırılan bir askerin sopaların altından geçmesi gibi. Bu küçük gösteri serseriyi rahatsız etmiş olacak ki, kadın geriye döndüğü bir sırada kedi gibi sessizce arkasına yaklaştı, kahkahasını güçlükle zaptederek yere eğildi, kaldırımın üzerinden
-320-
bir avuç kar alıp ani bir hareketle kızın iki çıplak omzunun arasından sırtına daldırdı. Kız bir çığlık kopardı, döndü ve bir panter gibi sıçrayıp adamın üstüne atladı ve ağza alınmayacak kadar korkunç sözlerle tırnaklarını yüzüne geçirdi. Alkolden paslanmış bir sesle kusulan bu küfürler, ön iki dişi bulunmayan bir ağızdan iğrenç bir şekilde dışarı fırlamaktaydı. Bu kız Fantine'di.
Kopan gürültüye kahvedeki subayların hepsi birden dışarı fırladılar, yoldan geçenler toplandılar, böylece iki kişiden oluşan bu girdabın çevresinde gülen, yuhalayan, alkışlayan bir daire oluştu. Kadınla erkek güçlükle fark edilebiliyordu. Erkek; şapkası yerde debeleniyor, kadın; başı açılmış, dişsiz ve saçsız, öfkeden mosmor ve korkunç ayaklarıyla vurup duruyor, adeta uluyordu.
Birdenbire uzun boylu bir adam kalabalığın arasından hışımla çıktı, kadını çamura bulanmış saten korsajından yakaladı ve ona, "Arkamdan gel," dedi.
Kadın başını kaldırdı; öfkeli sesi birden kesildi. Gözleri donuklaşmış, yüzü mosmorken sapsarı olmuştu, dehşetli titriyordu. Ja-vert'i tanımıştı.
Şık adam da, fırsattan istifade sıvışmıştı.
13. Polisle İlgili Bazı Sorunların Çözümü
Javert, orada bulunanları dağıttı ve zavallı sefil kadını peşinden sürükleyerek, meydanın ucundaki karakola doğru büyük adımlarla yürümeye başladı. Fantine kendisini bırakmış, isteneni mekanik bir şekilde yapıyordu.
-321-
İkisi de tek bir kelime söylemiyordu. Kalabalık da neşenin zirvesinde, kötü birtakım kelime oyunları yaparak arkalarından geliyordu. Sefaletin en koyusu, hayasızlık yapmak için bir araçtır.
Polis karakoluna gelindi. Burası bir sobanın ısıttığı alçak tavanlı bir yerdi, bir nöbetçi tarafından korunuyordu, sokağa açılan camlı ve parmaklıklı bir kapısı vardı. Javert kapıyı açtı, Fantine'le beraber içeri girip kapıyı arkasından kapattı. Meraklılar büyük hayal kırıklığına uğradılar, karakolun bulanık camı önünde ayaklarının ucunda yükselip bir şeyler görmeye çalıştılar. Cisimleşmek, bir çeşit oburluktur; görmekse oburca yemek.
Fantine içeri girer girmez bir köşeye yığıldı. Ürkmüş bir köpek gibi çömelmiş, hareketsiz, suskun duruyordu.
Karakol çavuşu bir masanın üstüne yanan bir mum koydu. Javert oturdu, cebinden pullu bir kâğıt çıkarıp yazmaya başladı.
Bu sınıftan kadınları yasalarımız tamamıyla polisin insafına bırakmıştır. Polis onlara istediğini yapar, uygun gördüğü gibi cezalandırır; sanatları, özgürlükleri dedikleri iki hazin şeye dilediği gibi el koyar. Javert tamamen duygusuzdu; ciddi yüzünde hiçbir heyecan belirtisi görülmüyordu. Ama zihni sakindi, derin bir şekilde meşguldü. O korkunç takdir yetkisini hiçbir kontrole tabi olmadan, ama katı bir vicdanın bütün titizliğiyle kullandığı anlardan biriydi bu. O an biliyordu ki, üzerinde oturduğu polis taburesi bir mahkemedir. Yargılıyordu. Yargılıyor ve mahkûm ediyordu. Kafasında
-322-
I
fikir diye taşıyabildiği ne varsa, şu anda yaptığı büyük işin çevresinde topluyordu. Bu genç kadının durumunu ne kadar derinden incelerse, yüreğinin o kadar çok isyanla kabardığını hissediyordu. Bir suç işlenirken görmüştü, bu kesindi. Orada, sokakta, mal sahibi bir seçmen tarafından temsil edilen topluma, her şeyin dışında olan bir yaratığın hakaret ettiğini, tacizde bulunduğunu görmüştü. Bir fahişe, bir burjuvaya saldırmıştı. O, Javert, buna tanık olmuştu. Sessiz sedasız yazıyordu.
Yazmayı bitirince, kâğıdı imzaladı, katladı ve karakol çavuşuna vererek; "Üç adam al, bu kızı hapishaneye götür," dedi ve sonra Fantine'e dönerek, "Altı ay yatacaksın/ diye ekledi.
Bahtsız kız titredi. Haykırdı:
"Altı ay! Altı ay hapis! Altı ay, günde sekiz metelik kazancım! Cosette ne olacak? Kızım! Kızım! Ama benim Thenardier'lere daha yüz frank borcum var müfettiş bey, bunu biliyor musunuz?"
Yerden kalkmadan, ellerini kavuşturarak, dizleriyle yerde büyük adımlar atarak, bütün bu adamların çamurlu çizmeleriyle ıslanan döşeme taşlarının üzerinde sürünüyordu.
"Mösyö, sizden merhamet diliyorum," dedi. "Emin olun, suçum yoktu. İşin başlangıcını görseniz, anlardınız! Tanrı üzerine yemin ederim ki suçum yok. Hiç tanımadığım o burjuva mösyö sırtıma kar koydu. Kimseye zarar vermeden sakin sakin geçerken sırtımıza karları koymaya hakları var mı? Bu da beni öfkelendirdi. Ben bir parça hastayım, görüyor-
-323-
sunuz ya! Sonra da, uzun süre bana olmayacak şeyler söyledi durdu. 'Sen çirkinsin!' 'Dişlerin yok!' Dişlerimin olmadığını ben de biliyorum. Ben hiçbir şey yapmıyor, kendi kendime, gönül eğlendiren bir mösyö diyordum. Ona karşı dürüst davranıyordum, konuşmuyordum. İşte, tam o sırada sırtıma bir avuç kar soktu, benim iyi yürekli müfettişim! Acaba orada bunu gören, anlattıklarımın doğru olduğunu size söyleyecek biri yok mu? Kızmakla belki hata ettim. Bilirsiniz, insan ilk anda kendini tutamaz. Birden parladığımız olur. Hem sonra, hiç beklemediğiniz bir sırada sırtınıza soğuk bir şey koyuyorlar. O mösyönün şapkasına zarar vermekle hata ettim. Niçin çekip gitti ki? Ondan özür dilerdim. Ah! Özür dilerdim, hiç fark etmezdi benim için. Bu günlük, bu defalık affedin beni mösyö. Bakın, siz bunu bilmezsiniz, hapishanelerde yapılan işlerden sadece yedi metelik kazanılır, düşünebiliyor musunuz, oysa benim yüz frank ödemem gerekiyor, yoksa yavrumu bana geri göndermezler. Aman Tanrım! Onu yanıma alamam. Yaptığım o kadar kötü bir şey ki! Ah, benim Cosette'im, ah, iyi kutsal bakirenin küçücük meleği yavrum, ne olur sonra zavallı kuzum? Bakın size anlatayım, bunlar Thenardier'ler, hancı, köylü, hiçbir şey dinlemezler. Onlara para gerekiyor. Beni hapse atmayın! Görüyorsunuz işte, git ne halin varsa gör, diye küçücük bir kızı sokağa atacaklar, kış ortasında, ona acımak gerek. Eğer büyük olsaydı, hayatını kazanırdı ama bu yaşta yapamaz ki. Ben aslında kötü bir kadın değilim.
-324-
Beni bu hale getiren alçaklık, oburluk değil. İçki içtim, ama sefaletten. İçkiyi sevmem, ama avutuyor. Mutlu olduğum zamanlar dolaplarıma bakmak yeterdi, düzensiz aşifte bir kadın olmadığım hemen anlaşılırdı. Birçok çamaşırlarım vardı. Acıyın bana."
İki büklüm, hıçkırıklarla sarsıla sarsıla, gözleri yaşlardan körleşmiş, göğsü bağrı açık, ellerini ovuşturup bükerek, kuru kuru, kısa kısa öksürerek ve can çekişir gibi çok hafif bir sesle kekeleyerek anlatıyordu. Büyük acı, sefillerin çehresini değiştiren kutsal, korkunç bir ışıktır. O an Fantine yeniden güzelleşmişti. Ara sıra konuşmasını kesip, Javert'in redingotunun eteğini sevgiyle öpüyordu. Bu hali granitten bir kalbi bile yumuşatabilirdi; ama odundan bir kalbi yumuşatmaya imkân yoktur.
"Hadi bakalım," dedi Javert, "seni dinledim. Söyleyeceklerin bitti mi? Şimdi yürü! Altı ay yatacaksın! Ölümsüz Peder'in gökyüzünden hiçbir şey yapamaz."
Bu tumturaklı sözü, "Ölümsüz Peder'in gökyüzünden hiçbir şey yapamaz" sözünü duyunca, Fantine kararın kesin olduğunu anladı. Olduğu yere yığıldı, "Merhamet!" diye mırıldandı.
Javert arkasını döndü.
Askerler, kızı kollarından yakaladılar.
Birkaç dakika önce bir adam kimse farkına varmadan içeri girmişti. Kapıyı kapayıp, sırtını kapıya dayamış ve Fantine'in umutsuz yalvarışlarını dinlemişti.
Askerler bir türlü yerden kalkmak isteme-
-325-
yen bahtsız kıza tam el attıkları sırada, adam bir adını ilerledi, bulunduğu karanlıktan çıktı:
"Bir dakika, lütfen!" dedi.
Javert gözlerini kaldırdı ve tanıdı; Mösyö Madeleine'di bu. Şapkasını çıkarıp, sıkkın bir acemilikle selam verdi:
"Affedersiniz başkanım..."
Bu, "başkanım" sözü Fantine üzerinde garip bir etki yaptı. Mezardan çıkan bir hayalet gibi birden dimdik ayağa fırladı, iki koluyla askerleri yana itti ve tutmalarına fırsat vermeden, Mösyö Madeleine'in üzerine doğru yürüdü, bakışlarını ondan ayırmadan, kendinden geçmişçesine haykırdı:
"Ya! Demek belediye başkanı sensin!"
Sonra bir kahkaha kopardı ve yüzüne tü-kürdü.
Mösyö Madeleine yüzünü sildi, sonra, "Müfettiş Javert, bu kadını serbest bırakın," dedi.
Javert çıldırmak üzere olduğunu sandı. O an arka arkaya adeta birbirine karışmış bir halde hayatının en büyük heyecanlarını duyuyordu. Bir sokak kızının, bir belediye başkanının yüzüne tükürdüğünü görmek öyle müthiş bir şeydi ki, en korkunç bir ihtimal olarak bile, böyle bir şeyin olabileceğine inanmayı kutsallığa bir küfür sayardı. Öbür yandan düşüncesinin derinliklerinde, bu kadının ne olduğu ile bu belediye başkanının ne olabileceği arasında kafasında belli belirsiz iğrenç bir karşılaştırma yapıyor ve bu olağanüstü saldırıda oldukça olağan bir şeyler olduğunu dehşetle fark ediyordu. Ama bu belediye baş-
-326-
kanının, bu mülki amirin sakin sakin yüzünü kurulayarak, "Bu kadını serbest bırakın," dediğini gördüğü zaman, şaşkınlıktan donakaldı; ne düşünebiliyor ne de konuşabiliyordu; onun için mümkün şaşkınlıkların azami sınırı aşılmıştı. Dili tutulmuş gibi kaldı.
Bu söz, Fantine üzerinde de garip bir etki yapmıştı. Çıplak kolunu kaldırdı ve sendeleyerek sobanın anahtarına yapıştı. Bu arada çevresine bakmıyordu. Alçak sesle, kendi kendine söyleniyormuş gibi konuşmaya başladı.
"Serbest ha! Beni bırakıyorlar demek! Altı ay hapis yatmayacağım demek! Kim dedi bunu? Kimse böyle bir şey söyleyemez. Sanırım yanlış duydum. Bu, o canavar- belediye başkanı olamaz! Siz mi söylediniz bunu iyi yürekli komiserim, kim söyledi benim serbest bırakılmamı? Oh, bakın görün! Size anlatacağım, o zaman beni bırakırsınız. Bu belediye başkanı olacak canavar, bu ihtiyar cani yok mu, işte her şeyin sorumlusu o. Düşünün, Müfettiş Javert, beni işten kovdu! Hem de atölyede dedikodu yapan bir sürü şırfıntının yüzünden. Bu iğrenç bir şey değil mi? Namusuyla işini yapan yoksul bir kızı kovmak! O zaman yeterince para kazanamaz oldum, başıma gelen bütün felaketler de bundan geldi. Önce, bu polis beylerin bir düzeltme yapmaları gerekiyor. Hapishaneye iş yaptıran müteahhitlerin zavallı insanlara haksızlık yapmaları önlenmelidir. Bakın size bunu açıklayayım: Gömlek dikmekten on iki metelik kaza-nıyorsunuz, bu on iki metelik dokuza iniyor, yaşamanıza artık imkân yok demektir. Ne ha-
-327-
lin varsa gör, olabildiğini ol. Benim küçük Cosette'im var, kötü kadın olmaktan başka çarem yoktu. Şimdi anlıyorsunuz işte, bütün kötülüğü yapan şu alçak belediye başkanıdır. Şimdi de, subaylar kahvesinin önünde o burjuva beyefendinin şapkasını çiğnedim. Ama o da karları atarak bütün elbisemi mahvetmişti. Bizim gibiler için tek bir ipekli elbisemiz vardır. Görüyorsunuz işte müfettişim, bile bile hiçbir kötülük yapmadım, her yerde benden çok daha kötü kadınların çok daha mutlu olduklarını görüyorum. Oh! Sayın müfettiş beni serbest bırakmalarını siz söylemiştiniz değil mi? Bilgi toplayın, ev sahibimle görüşün, artık kiramı zamanında
ödüyorum, dürüst olduğumu size söyleyeceklerdir. Ah, Tanrım, affedersiniz, farkına varmadan sobanın anahtarına dokunmuşum, duman çıktı."
Mösyö Madeleine onu büyük bir dikkatle dinliyordu. O konuşurken yeleğinin cebini karıştırmış, para kesesini çıkarıp açmıştı. Kese boştu. Tekrar cebine koymuştu. Fantine'e, "Borcunuz ne kadardı demiştiniz?" diye sordu.
Javert'den başkasına bakmayan Fantine, onun tarafına döndü:
"Ben seninle mi konuşuyorum?"
Sonra çavuşa döndü:
"Söyleyin hadi, nasıl tukurdum onun suratına gördünüz, değil mi? Seni kocamış hain başkan, buraya beni korkutmaya gelirsin ha! Ama senden korkmuyorum. Ben müfettişten korkuyorum. Ben iyi yürekli müfettişimden korkuyorum!"
Bunu söylerken tekrar Javert'e döndü:
-328-
"Bakın sayın müfettiş, ne de olsa adil olmak gerekiyor. Sizin adil olduğunuzu anlıyorum, aslında çok basit; bir adam, bir kadının sırtından içeri biraz kar atıp eğleniyor, onlar buna gülüyorlar, subaylar yani, bir şeyler yapıp eğlenmeleri gerekiyor; bizler de zaten herkes eğlensin diye vara, öyle ya! Sonra siz... siz geliyorsunuz, ortalığa düzen vermek zorundasınız, suçlu olan kadını alıp götürüyorsunuz ama biraz düşününce, iyi bir insan olduğunuzdan beni serbest bırakmalarını söylüyorsunuz; küçüğün hatırına, çünkü altı ay hapis yatarsam çocuğumu besleyemem. 'Sakın bir daha geri geleyim deme, sürtük!' Ah! Hayır, bir daha asla gelmeyeceğini Mösyö Ja-vert! Artık bana ne yaparlarsa yapsınlar, kımıldamam. Yalnız, bakın, bugün bağırdım, çünkü canım yandı, o beyefendinin sırtıma karları koyacağını hiç ummuyordum; hem sonra size söyledim, pek iyi değilim, öksürü-yorum, şuramda, midemde gülle gibi bir şey beni yakıp duruyor, doktor dedi zaten; kendinize bakın diye. Tutun bakın, yoklayın, verin elinizi, korkmayın, işte burada."
Artık ağlamıyordu, sesi okşayıcıydı. Ja-vert'in kaba, iri elini beyaz, nazik göğsüne bastırıyor, ona gülümseyerek bakıyordu.
Birdenbire, elbisesinin dağınıklığını fark ederek acele düzeltti, yerde sürüklenirken neredeyse dizlerine kadar kalkan etekliğinin pililerini indirdi ve kapıya doğru yürüyerek alçak sesle ve dostça bir baş işaretiyle, "Çocuklar, sayın müfettiş beni bırakmanızı söyledi, gidiyorum," dedi.
-329-
Elini kapının mandalına koydu. Bir adım daha atınca sokakta olacaktı.
Javert o ana kadar ayakta, hareketsiz, gözü yere dikili, yan dönmüş bir vaziyette, sanki yerinden oynatılmış da, bir tarafa konulmasını bekleyen bir heykel gibi bu sahnenin ortasında duruyordu.
Mandalın çıkardığı sesle kendine geldi. Mutlak bir otorite ifadesiyle başını kaldırdı. Yetki ne kadar aşağı seviyedeyse o kadar ürkütücü olan bu ifade, vahşi hayvanda yırtıcı, değersiz adamda ise zalimcedir.
"Çavuş!" diye seslendi, "bu utanmaz kadının gittiğini görmüyor musun? Size onu bırakmanızı kim söyledi?"
"Ben!" dedi Madeleine.
Fantine, Javert'in sesini duyunca titremiş, yakalanan hırsızın aniden çaldığı eşyayı elinden bırakması gibi, kapının mandalını bırakmıştı; Madeleine'in sesi üzerine, geriye döndü ve o andan itibaren, tek kelime söylemeden, rahatça nefes almaya bile cesaret etmeksizin, -konuşan biri ya da diğeri olduğuna göre-bakışlan sırasıyla Madeleine'den Javert'e, Ja-vert'ten Madeleine'e gitti geldi.
Belediye başkanının Fantine'i serbest bırakmalarını istemesinden sonra, çavuşa böyle emir verir bir şekilde seslenme yetkisini kendisinde bulabilmesi için, Javert'in belli ki bilinen deyimle, 'çıldırmış' olması gerekirdi. Acaba başkanın orada olduğunu unutmuş muydu? Yoksa böyle bir emrin herhangi bir 'otorite' tarafından verilmesinin imkânsız olduğuna, dolayısıyla sayın başkanın hiç şüphesiz tersini
-330-
söylemek isterken elinde olmayarak böyle demiş bulunduğuna mı inandırmıştı kendini? Ya da iki saatten beri tanık olduğu densizlikler karşısında, kesin kararlar alması gerektiğini; küçüğün büyük yerine geçmesi, müfettişin hâkim görevini yapması, polisin adalet adamı olması gerektiğini ve varılan bu son olağanüstü noktada yasa, düzen, ahlak, hükümet, bütün toplum ne varsa hepsinin Javert'in şahsında cisimleştiğini mi düşünüyordu?
Her ne olursa olsun, Mösyö Madeleine az önce duyulan "ben" sözünü söyler söylemez polis müfettişi Javert'in solgun, soğuk dudaklarının mavileştiği, umutsuzca bakıp, bütün bedeni belli belirsiz bir titremeyle sarsılarak belediye başkanına doğru döndüğü ve -işitilmemiş şey- bakışları yerde ama kesin ve kararlı olduğu anlaşılan bir sesle, "Sayın başkanım, bu olamaz," dediği duyuldu.
"Nasıl?" dedi Mösyö Madeleine.
"Bu uğursuz kadın, bir burjuvaya hakaret etti."
Mösyö Madeleine, uzlaşmacı, sakin bir tavırla cevap verdi:
"Müfettiş Javert, bakın, dinleyin. Dürüst bir insansınız, sizinle anlaşmakta hiç zorluk çekmiyorum. İşin doğrusu şu: Siz bu kadını götürürken ben meydandan geçiyordum. Orada hâlâ bazı gruplar vardı. Soruşturdum, her şeyi öğrendim. Aslında suçlu olan o burjuvadır, polisin onu yakalaması gerekirdi."
Javert tekrarladı:
"Bu uğursuz kadın, belediye başkanına hakaret etti."
-331-
"Orası beni ilgilendirir," dedi Mösyö Made-leine, "sanırım, hakaret edilen benim. Ne istersem onu yaparım."
"Sayın belediye başkanından özür dilerim ama hakaret ona karşı değil, adalete karşı işlenmiştir."
"Müfettiş Javert," diye karşılık verdi Mösyö Madeleine, "en önde gelen adalet, vicdandır. Bu kadını dinledim. Ne yaptığımı biliyorum."
"Bense, sayın belediye başkanı, tam olarak ne gördüğümü bilemiyorum."
"Öyleyse itaat etmekle yetinin."
"Ben görevime itaat ederim. Görevim, bu kadının altı ay hapis yatmasını gerektiriyor."
Mösyö Madeleine, tatlılıkla cevap verdi:
"Şunu iyi dinleyin. Bu kadın bir gün bile hapis yatmayacak."
Bu kesin söz üzerine Javert, belediye başkanına dimdik bakma cesaretini gösterdi ama yine de derin bir saygı ifadesi taşıyan bir ses tonuyla, "Belediye başkanına karşı gelmek zorunda olduğum için üzgünüm," dedi, "yetkimin sınırlan içinde bulunduğumu kendilerine belirtmeme izin versinler. Mademki sayın başkan istiyorlar, öyleyse yalnız şu burjuva olayı üzerinde duracağım. Ben de oradaydım. Meydanın köşesindeki şu üç katlı ve tamamen kesme taştan yapılmış, balkonlu güzel evin sahibi ve de seçmen Mösyö Bama-tabois'ya saldıran bu kızdır. Ne de olsa bu dünyada değer verilen birtakım şeyler vardır! Her durumda, sayın başkan, sokakta meydana gelen bir polis vakasıdır bu ve dolayısıyla
-332-
beni ilgilendirir. Onun için Fantine'i serbest bırakmıyorum."
Bunun üzerine Mösyö Madeleine, kollarını kavuşturdu ve o zamana kadar şehirde kimsenin işitmemiş olduğu sert bir sesle, "Sözünü ettiğim olay belediye başkanının bölgesini ilgilendiren bir olaydır," dedi. "Ceza Muhakeme Usulü Yasası'nın 9, 11, 15 ve 60. maddeleri gereğince bu olayın yargıcı benim. Bu kadının serbest bırakılmasını emrediyorum!"
Javert son bir çaba daha göstermek istedi.
"Ama sayın başkan..."
"Size keyfi tutuklamalar hakkındaki 13 Aralık 1799 tarihli kanunun 81. maddesini hatırlatırım."
"Sayın başkan, izin verin..."
'Tek söz istemem."
"Ama..."
"Çıkın!" dedi Mösyö Madeleine.
Javert, darbeyi bir Rus askeri gibi ayakta, cepheden, tam göğsünün ortasına yemişti. Belediye başkanını yerlere kadar eğilerek selamladı ve çıktı.
Fantine kapının yanına çekilip, onun önünden geçişini şaşkınlıkla izledi.
Ancak o da garip bir sarsıntının etkisi altındaydı. İki zıt kuvvetin adeta kendisini paylaşmak için çekişmelerine tanık olmuş, özgürlüğünü, hayatını, ruhunu, çocuğunu ellerinde tutan iki adamın gözlerinin önünde mücadele ettiklerini görmüştü. Bu adamlardan biri onu karanlığa, öbürüyse aydınlığa doğru çekiyordu. Dehşetin etkisi altında seyrettiği bu mücadelede, bu iki adam ona iki dev gibi görün-
-333-
müşlerdi; biri onun şeytanı gibi, öbürü onun iyilik meleği gibi konuşuyordu. Melek, şeytanı alt etmişti ve onu tepeden tırnağa titreten şey de şuydu ki, bu kurtarıcı, onun asıl nefret ettiği adamdı, uzun zamandır başına gelen bütün kötülüklerin nedeni olarak gördüğü o belediye başkanıydı, Madeleine'di! Ve işte bu adam, tam ona iğrenç bir şekilde hakaret edildiği bir sırada kendisini kurtarıyordu! Acaba yanılmış mıydı? Bütün ruhunu değiştirmesi mi gerekiyordu? Bilemiyordu, titriyordu. Heyecandan kendini kaybetmiş öylece dinliyor, endişeli ve şaşkın bakıyor, Mösyö Madelei-ne'in ağzından çıkan bir sözle, içindeki kinin korkunç karanlığının eridiğini, yıkıldığını ve yüreğinde sıcak, sözle anlatılamaz bir şeyin, sevinçten, güvenden ve sevgiden ibaret olan bir şeyin doğduğunu hissediyordu.
Javert dışarı çıkınca Mösyö Madeleine ona döndü, ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Konuşmak için kendini zorlayarak, "Sizi dinledim," dedi. "Anlattıklarınızın hiçbirini bilmiyordum. Bunların doğru olduğuna inanıyorum, doğru olduğunu hissediyorum. Atölyelerimden ayrıldığınızı da bilmiyordum. Bana niçin başvurmadınız? Neyse, bakın, borçlarınızı ödeyeceğim, çocuğunuzu getirteceğim ya da siz onun yanına gidersiniz. İster burada, ister Paris'te, nerede isterseniz orada yaşayacaksınız. Çocuğunuzun ve sizin masraflarınızı üzerime alıyorum. İsterseniz artık hiç çalışmazsınız. Yeniden mutlu olmakla, eskisi gibi dürüst olursunuz. Hatta, dinleyin, size şimdi şunu söyleyeyim ki, eğer her şey
-334-
dediğiniz gibi olmuşsa, siz, her zaman Tan-rı'nın katında erdemli ve saygıdeğer oldunuz, bundan şüphe etmiyorum. Vah, zavallı kadın!"
Bütün bunlar, zavallı Fantine'in dayanma gücünü aşıyordu. Cosette'e kavuşmak! Bu rezil hayattan çıkmak! Cosette'le birlikte, özgür, zengin, mutlu, namuslu bir hayat sürmek! Bu sefaletin ortasında bu cennet
gerçeklerinin bir çiçek gibi açıldığını görmek! Kendisiyle konuşan adama aptallaşmışçası-na baktı, ancak iki üç defa hıçkırabildi; "Oh! Oh! Oh!" Dizlerinin bağı çözülüverdi ve Mösyö Madeleine'in önünde dizüstü çöktü. Mösyö Madeleine engellemeye zaman bulamadan, Fantine'in kendisinin elini yakalayıp dudaklarının üstüne koyduğunu gördü.
Ve sonra, Fantine bayıldı.
-335-
ALTINCI KİTAP
JAVERT
1. Huzur Döneminin Başlangıcı
Mösyö Madeleine, Fantine'i revire taşıttı ve onu rahibe hemşirelere emanet etti. Onlar da genç kadını hemen yatağa yatırdılar, yüksek ateş başlamıştı. Gecenin bir kısmını sayıklayarak, yüksek sesle konuşarak geçirdi. Ama sonunda uyudu. • ^
Fantine ertesi gün öğleye doğru uyandı. Yatağının yanı başında bir nefes duydu, perdeyi araladı, Mösyö Madeleine'i gördü. Ayakta durmuş, başının üstündeki bir şeye bakıyordu. Merhamet ve azar dolu bir bakıştı bu ve yalvanyordu. Aynı yöne bakınca duvara çakılı bir haç gördü.
Mösyö Madeleine, Fantine'in gözünde artık farklı biriydi sanki. Ona ışıkla çevrili gibi görünüyordu. Bütün varlığıyla duaya dalmıştı. Duayı kesmeye cesaret edemeden onu uzun uzun seyretti. Sonunda çekinerek, "Ne yapıyorsunuz orada?" dedi.
Mösyö Madeleine bir saattir oradaydı. Fantine'in uyanmasını bekliyordu. Onun elini tuttu, nabzını yokladı ve cevap olarak, "Nasılsınız?" diye sordu.
"İyiyim, uyudum," dedi Fantine, "daha iyiyim sanırım. Önemli bir şey değildi herhalde."
-337-
Mösyö Madeleine, onun daha önce kendisine sorduğu soruyu, sanki yeni duyuyormuş gibi cevapladı:
"Yukarıdaki eziyet çekene dua ediyorum."
Sonra kendi kendine düşünerek ekledi, "Bu dünyada eziyet çeken için."
Mösyö Madeleine o geceyi ve o sabahı bilgi toplamakla geçirmiş ve artık her şeyi öğrenmişti. Fantine'in yaşadıklarını en acıklı ayrıntılarına kadar biliyordu. Devam etti:
"Çok acı çekmişsiniz, zavallı ana. Ama sakın şikâyet etmeyin, şimdi sizin de artık seçkin kullara özgü çeyiziniz var. İnsanlar ancak böyle melek olurlar. Bunda onların hiç suçu yok; başka türlü davranmasını bilmezler. Bakın, içinden çıktığınız bu cehennem, cennetin ilk şeklidir. Oradan başlamak gerekiyordu."
Derin derin içini çekti. O sırada Fantine'in dudaklarında, iki dişi eksik ulvi bir gülümseme vardı.
Javert, aynı gece bir mektup yazmıştı. Ertesi sabah mektubu kendi eliyle Montreuil-sur-mer postanesine verdi. Mektup Paris'e gidiyordu ve üzerinde: Mösyö Chabouiüet, Sayın Emniyet Müdürü Sekreteri adresi yazılıydı. Karakolda olup bitenler dışarıya yayıldığından, mektup yola çıkmadan onu gören ve adreste Javert'in yazısını tanıyan postane müdi-resiyle başka birkaç kişi, müfettişin istifasını yolladığını düşündüler.
Mösyö Madeleine, hemen Thenardier'lere bir mektup yazdı. Fantine'in onlara yüz yirmi frank borcu vardı. Mösyö Madeleine üç yüz
-338-
frank gönderdi ve bundan kendilerine ait olan ücreti alarak, çocuğu derhal Montreuil-sur-mer'e, onu isteyen hasta annesine getirmelerini bildirdi.
Bu iş Thenardier'in gözünü kamaştırdı. "Vay canına!" dedi karısına, "sakın ha, çocuğu bırakmayalım. Bizim cılız tarlakuşu, sanırım sağdığımız bir inek olacak. Enayinin biri anaya abayı yakmış olacak."
Oldukça iyi düzenlenmiş üç yüz franklık bir masraf listesiyle karşılık verdi. Bu listede görünen üç yüz küsur franklık masraf için iki de itiraz götürmez makbuz vardı. Makbuzlardan biri doktora, diğeri de eczacıya aitti; iki hastalık arasında Eponine'e ve Azel-ma'ya bakmış ve ilaç vermişlerdi. Söylediğimiz gibi Cosette hastalanmamıştı. Küçük bir isim değişikliği sorunu söz konusuydu. The-nardier mektubun altına; 'Üç yüz frank mahsuben alınmıştır' diye bir not koydurmuştu.
Mösyö Madeleine, derhal üç yüz frank daha gönderdi ve 'Cosette'i acele getirin' diye yazdı.
"Vay canına!" dedi Thenardier, "aman çocuğu bırakmayalım."
Bu arada Fantine bir türlü iyileşemiyordu. Hâlâ revirdeydi.
Önceleri rahibe hemşireler 'bu kız'ı tiksinerek almış, tedavi etmişlerdi. Reims'deki alçak kabartmaları görenler, çılgın bakirelere bakan akıllı uslu bakirelerin alt dudaklanndaki şişkinliği hatırlarlar. Vesta rahibelerinin, çalgıcı kızları hoşgörmeleri, kadınlık gururunun en derin içgüdülerinden biridir. Hemşireler aynı
-339-
hoşgörüyü, dindarlığın da eklenmesiyle içlerinde bir kat fazlasıyla duymuşlardı. Ama birkaç gün içinde Fantine, onların silahlarını teslim aldı. Alçakgönüllü, çok hoş sözler söylüyor; analık yanı da şefkat duygusu uyandırıyordu. Bir gün, hemşire onun bir ateş nöbeti içinde, "Ben günahkâr bir kadınım, ama çocuğumu yanıma alabilirsem Tann beni bağışlamış demektir. Kötü yolda kaldığım sürece Cosette'imi yanıma almak istemezdim. Şaşkın, üzgün bakışlarına tahammül edemezdim. Oysa kötülüğü onun için yapıyordum. İşte Tann beni bunun için bağışlar. Cosette burada olduğu zaman Tann'nın takdisini üzerimde hissedeceğim.
Onu seyredeceğim, o masuma bakmak beni iyileştirecektir. O daha bir şey bilmiyor. O bir melek, anlıyor musunuz hemşirem. O yaşta kanatlar henüz düşmemiştir," dediğini duydu.
Mösyö Madeleine, günde iki defa onu görmeye geliyor ve Fantine, her defasında ona soruyordu:
"Cosette'imi yakında görecek miyim?"
O da cevap veriyordu:
"Belki yann sabah. Her an gelebilir, bekliyorum."
Ve ananın solgun yüzü parlıyordu.
"Ah!" diyordu, "Ne kadar mutlu olacağım!"
Bir türlü iyileşmediğini söylemiştik. Aksine, durumu haftadan haftaya ağırlaşıyordu. İki kürek kemiği arasına, çıplak tenine sokulan o bir avuç kar, terlemeleri birden kesmiş, bunun sonucu olarak da yıllardır içinde sinsi sinsi seyreden hastalık şiddetle dışa vur-
-340-
muştu. O zamanlar göğüs hastalıklannın teşhis ve tedavisi için Laennec'in değerli önerileri yeni yeni uygulanmaya başlıyordu. Doktor, Fantine'i muayene etti, başını olumsuz anlamda iki yana salladı.
Mösyö Madeleine, doktora sordu:
"Nasıl?"
"Görmek istediği bir çocuğu vardı değil mi?"
"Evet."
"Öyleyse onu getirtmekte acele edin."
Mösyö Madeleine titredi.
Fantine, ona, "Doktor ne dedi?" diye sordu. ¦
Madeleine gülümsemeye gayret etti.
"Çocuğunuzu çabuk getirtmemizi söyledi. Bu sizi sağlığınıza kavuştururmuş."
"Ya!" dedi Fantine, "hakkı var! Yalnız, şu Thenardier'lere de ne oluyor kuzum, Cosette'imi yanlarında alıkoyup duruyorlar! Yok ama! Yakında gelecek işte. Mutluluğu nihayet yanı başımda görüyorum."
Thenardier ise bir türlü 'çocuğu bırakmıyor,' bin bir art niyetli bahane ileri sürüyordu. Cosette biraz rahatsız olduğu için kış günü yola çıkamazmış, sağda solda kalmış birtakım küçük acil borçlar varmış, onların fa-turalannı toplamaktaymış, falan filan.
"Birisini gönderip, Cosette'i aldıracağım," dedi Madeleine Baba. "Hatta gerekirse ben gideceğim."
Fantine'in ağzından bir mektup yazıp, ona imzalattı.
"Mösyö Thenardier,
Cosette'i bu mektubu size getiren şahsa
-341-
teslim ediniz. Bütün ufak tefek şeylerin parası size ödenecektir.
En derin saygılarımı sunarım.
FANTİNE"
Bunlar olup biterken, çok önemli bir olay oldu. Hayatımızın esrarlı mermer kitlesini biz istediğimiz kadar en güzel şekli vererek yontmaya çalışalım, kaderin siyah daman mutlaka bir yerden kendini gösterir.
2. Jean, Nasıl Champ Olabilir
Bir sabah Mösyö Madeleine çalışma odasında Montfermeil'e gitmeye karar vermesi halinde geri kalmaması gereken bazı acil işleri önceden yoluna koymakla meşguldü ki, polis müfettişi Javert'in kendisiyle görüşmek istediğini haber verdiler. Mösyö Madeleine, bu adı duyunca huzursuz oldu. Karakol macerasından sonra Javert, onunla karşılaşmaktan her zamankinden daha çok kaçınmış, Mösyö Madeleine de onu bir daha görmemişti. "İçeri alın," dedi. Javert girdi.
Mösyö Madeleine, şöminenin yanında oturuyordu, elinde bir kalem ve bir dosya vardı, içindeki devriyelere karşı gelme olaylarına ait zabıtları karıştırıyor, notlar yazıyordu. Yerinden kalkmadı. Zavallı Fantine'i düşünmekten kendini alamıyor, ona karşı mesafeli davranmayı uygun buluyordu.
Javert, sırtı kendisine dönük olan belediye başkanını saygıyla selamladı. Belediye başkanı ona bakmıyor, dosyasına notlar almaya devam ediyordu.
-342-
O sırada bir fizyonomist Javert'in suratını yakından incelemiş olsa; uygarlığın hizmetindeki bu vahşiyi, Romalı, Spartah, keşiş ve onbaşı karması bu acayip bileşimi, yalan söylemek elinden gelmeyen bu ispiyoncu ajanı uzun yıllar incelemiş olsa; onun, Madeleine'e olan eski nefretini, belediye başkanıyla Fantine konusunda düştüğü anlaşmazlığı bilse ve Javert'i o an görse "acaba ne oldu" diye kendi kendine sorardı. Bu dürüst, kararlı, açık, samimi, namuslu, sert adamı tanıyan biri, Javert'in kimi büyük ruh acılan çektiğini bilirdi. Javert'in ruhunda hiçbir şey yoktu ki, aynı zamanda yüzünde de olmasın. Bütün haşin insanlar gibi, o da ani değişikliklere uğrardı. Yüzü hiçbir zaman bu kadar garip, bu kadar unutulmaz bir ifade almamıştı. İçeri girdiğinde Mösyö Madeleine'in önünde ne kin, ne öfke, ne de güvensizlik taşıyan bir bakışla eğilmiş, başkanın koltuğunun birkaç adım gerisinde durmuştu. Ve şimdi orada adeta cezaya çarptınlmış gibi hiçbir zaman yumuşak olamamış, daima sabır göstermiş bir adamın saf ve soğuk kabalığıyla ayakta öylece
Bir ayrıntı üzerinde duralım: Hiç yalan söylememiş olmak, herhangi bir çıkar kaygısı olmaksızın hakikat,
kutsal hakikat olmayan hiçbir şeyi, hiçbir zaman söylememiş olmak Simplice hemşirenin ayırıcı bir
özelliğiydi; erdemliliğinin markasıydı. Sarsılmaz doğruluğuyla bağlı olduğu tarikat içinde adeta ün yapmıştı.
Rahip Sicard, sağır ve dilsiz Massieu'ye yazdığı bir mektupta Simplice hemşirenin bu özelliğinden söz eder.
Bizler ne kadar samimi, ne kadar temiz olursak olalım, hepimizin saflığı üzerinde küçük, masum bir yalanın
çatlağı bulunur. İşte bu, onda hiç yoktu. Acaba küçük yalan, masum yalan diye bir şey olabilir mi? Yalan
söylemek mutlak kötülüktür. Az yalan söylemek mümkün değildir; yalan söyleyen, yalanı bütünüyle söyler;
yalan, şeytanın yüzüdür; iblisin İM adı vardır: Biri İblis, öbürü Yalan. İşte böyle düşünüyordu Simplice
hemşire. Ve düşündüğü
-357-
gibi de davranırdı. Sözünü ettiğimiz beyazlık bu yüzdendi. Gülümsemesi beyazdı, bakışı beyazdı. Bu
vicdanın camında en ufak bir örümcek ağı, tek bir toz tanesi yoktu. Aziz Vincent de Paul'ün tarikatına
girerken Simp-lice adını özellikle seçerek almıştı. Bilindiği gibi, Sicilyalı Simplice Siracusa'da doğmuş
olduğundan, Segeola'da doğduğunu söyle-mektense iki göğsünün de koparılmasını tercih eden bir azizedir;
oysa bu küçük yalan onun hayatını kurtaracaktı. Bu ruha uygun düşen koruyucu işte bu azizeydi.
Simplice hemşire tarikata girdiğinde iki kusuru vardı ama bunları yavaş yavaş düzeltti. Bu kusurlarından biri,
şekerleme türünden olan şeylere düşkünlüğü, öbürü de mektup almayı sevmesiydi. İri harflerle yazılmış
Latince bir dua kitabından başka bir şey asla okumazdı. Latince bilmiyordu, ama kitapta yazılanları
anlıyordu.
Bu dindar kız Fantine'e sevgiyle bağlanmış; ondaki gizli kalmış erdemliliği sezmişti belki de. Bu yüzden
kendini hemen hemen sadece onun bakımına adamıştı.
Mösyö Madeleine, Simplice hemşireyi bir kenara çekti ve hemşirenin ileride hatırlayacağı garip bir ses
tonuyla Fantine'i ona emanet etü.
Hemşireden ayrıldıktan sonra Fantine'e yaklaştı.
Fantine her gün Mösyö Madeleine'in gelmesini bir sıcaklık ve neşe ışığını bekler gibi bekliyordu.
Hemşirelere, "Ancak başkan burada olduğu zaman yaşıyorum," diyordu.
-358-
O gün çok ateşi vardı. Mösyö Madeleine'i görür görmez sordu:
"Cosette'den haber var mı?"
Mösyö Madeleine gülümseyerek cevap verdi:
"Yakında gelecek."
Fantine'in yanında her zamanki gibiydi. Yalnız, yarım saat yerine bir saat kaldı. Bu da Fantine'i çok
sevindirdi. Mösyö Madeleine, hastanın hiçbir eksiği olmaması için herkese bin bir tembihte bulundu. Bir ara
yüzünde pek kaygılı bir ifade olduğunu fark ettiler. Ama kulağına eğilen doktorun ona, "Çok kötüleşiyor,"
dediği öğrenilince bu kaygılı ifadenin nedeni anlaşıldı.
Sonra belediyedeki bürosuna döndü. Hademe, onun, çalışma odasında asılı olan Fransa'nın yollarını
gösteren bir haritayı dikkatle incelediğini gördü. Kurşunkalemle bir kâğıdın üstüne bazı rakamlar yazıyordu.
2. Scaufflaire Ustanın Uyanıklığı
Mösyö Madeleine, belediyeden, kentin öbür ucundaki bir Hollandalı'nın yerine, Scaufflaire Usta'ya gitti. Adını
Fransızlaştınp Scaufflaire yapmış olan bu Hollandalı, 'isteyenlere körüklü araba' ve at kiralıyordu.
Scaufflaire'in yerine gitmek için izlenecek en kestirme yol, Mösyö Madeleine'in oturduğu mahallenin
papazının evinin olduğu tenha bir sokaktı. Söylendiğine göre bu papaz, saygıdeğer ve yerinde öğüt veren
biriydi. Mösyö Madeleine, papazın evinin önüne geldiğinde yoldan geçen bir tek kişi vardı. Belediye başkanı
papazın evini geçtikten sonra
-359-
durdu, bir süre olduğu yerde kaldı, sonra geriye dönüp papazın evinin kapısına kadar geldi. Kapı, arabalara
özgü kapılarla ev kapısı arası bir şeydi, üzerinde bir tokmak vardı. Belediye başkanı hızla kapının tokmağını
kaldırdı; sonra yine durdu, düşünür gibi öylece kaldı, bir iki saniye sonra tokmağı hızla indirecek yerde,
yavaşça yerine bıraktı, daha önce göstermediği bir telaşla tekrar yola koyuldu.
Mösyö Madeleine, Scaufflaire Usta'yı dükkânında bir koşum takımını onarırken buldu.
"Scaufflaire Usta, iyi bir atınız var mı?" diye sordu.
"Sayın başkanım, bütün atlarım iyidir," dedi Usta. "İyi attan amacınız nedir?"
"Bir günde yüz kilometrelik yol alabilecek bir at demek istiyorum."
"Vay canına!" deyiverdi adam, "Yüz kilometre ha!"
"Evet."
"Araba koşulu mu olacak?"
"Evet."
"Peki, vardıktan sonra ne zaman dönecek?"
"Gereğinde ertesi gün tekrar yola çıkabil-meli."
"Aynı yolu yapmak için mi?"
zenginleştir, yoksulları besle, öksüzleri, yetimleri yetiştir, mutlu, erdemli ve beğenilen biri olarak yaşa ve sen
böyle yaşarken, burada neşe" ve ışık içinde bulunurken, başka birisi de senin kırmızı kazağını giyecek,
şerefsizlik içinde admı taşıyacak ve kürekte senin pranganı sürükleyecek! Evet, böylece her şey çok iyi
düzenlenmiş oluyor! Ah! Sefil seni!"
Alnından terler boşanıyor, vahşi bir bakışla şamdanlara bakıyordu. İçinde konuşan ses, henüz
söyleyeceklerini bitirmemişti. Devam ediyordu:
"Jean Valjean! Çevrende büyük gürültüler koparan insanlar olacak, yüksekten konuşacaklar, sana hayır
duaları edecekler, ama bu arada biri, sesi duyulmayan tek bir kişi karanlıklar içinden seni lanetleyecek. Bak!
Dinle alçak! Bütün bu hayır dualar daha Tann katına varmadan aşağıya düşecek ve aldığın lanet, Tann'ya
kadar yükselecek!"
Vicdanının en derin köşesinden yükselen ve önceleri çok hafiften gelen bu ses gittikçe
-389-
gürleşmişti, artık onu iyice işitiyordu. Sanki ininden çıkmış da, artık dışardan konuşuyormuş gibi geliyordu.
Hele son sözleri öylesine net duydu ki, gözlerini dehşetle odada gezdirdi.
"Burada biri mi var?" diye yüksek sesle şaşkın şaşkın sordu.
Sonra bir budalanın gülüşüne benzer bir gülüşle, "Ne budalayım!" dedi, "burada kimse olamaz."
Biri vardı aslında, ama bu var olan, insanın gözünün görebileceği varlıklardan değildi.
Şamdanları şöminenin üzerine koydu.
Altındaki odada uyuyan adamı rüyalarında rahatsız eden, onu sıçratarak uyandıran o tekdüze ve kederli
yürüyüşüne yeniden başladı.
Bu yürüyüş onu hem rahatlatıyor hem de kafasını uyuşturuyordu. İnsan bazen olağanüstü durumlarda, gelip
geçerken rastlanabilecek herkesten öğüt istercesine dolaşır durur. Kısa bir süre sonra artık ne yapacağını
bilemez olmuştu.
Sırasıyla almış olduğu iki kararın da karşısında şimdi aynı dehşetle geriliyordu. Ona öğüt veren her iki fikir
de gözüne birbiri kadar uğursuz görünüyordu. Ne uğursuz kader! Nasıl bir rastlantıydı şu Champmathieu'nün
kendisi sanılması! İlahi takdirin adeta önce kendi durumunu sağlamlaştırmak için kullandığı bir vesile, aynı
zamanda onun uçurumdan yuvarlanmasına yol açan bir vesile oluyordu!
Bir an geleceği düşündü. Kendini ele ver-
-390-
mek, ulu Tanrım! Teşhir olmak! Kaybedecek-leriyle elde edeceklerini sonsuz bir umutsuzlukla göz önüne
getirdi. Böylesine iyi, böylesine saf, böylesine aydınlık bu hayata, herkesin saygısına, şerefe, özgürlüğe
veda etmesi gerekecekti! Bir daha kırlarda dolaşamayacak, mayıs aylarında kuşların ötüşünü dinleyemeyecek,
küçük çocuklara sadaka veremeyecekti! Üstüne çevrilen minnettarlık ve sevgi dolu bakışların tatlı
temasını hissedemeyecekti! Kendi kurmuş olduğu bu evden, bu küçük odadan ayrılacaktı! Şu saatte her şey
ona sevimli görünüyordu. Bu kitapları bir daha okuyamayacak, beyaz tahtadan şu küçük masada yazı
yazamayacaktı! İhtiyar kapıcı kadın, gelmiş geçmiş tek hizmetçisi artık sabahlan kahvesini yukarı
getirmeyecekti! Ulu Tanrım! Bütün bunların yerine hapishane, boynunda halka, kırmızı kazak, ayakta zincir,
yorgunluk, zindan, sahra yatağı, bilinen bütün o felaketler! Bu yaşında, bütün bu gelişmelerden sonra! Hiç
olmazsa genç olsaydı! Ama yaşlıydı ve bu yaşlı haliyle önüne gelenin onunla senli benli konuşması,
hapishane nöbetçilerinin üstünü başını araması, forsa gardiyanının sopa atması! Çıplak ayakla altı demirli
pabuçlar giymek! Sabah akşam zincirlerinin halkasını kontrol eden devriyenin çekicine bacağını uzatmak!
Yabancılara; "Bakın, şuradaki ünlü Jean Valjean'dır, bir zamanlar Montreuil-sur-mer'de belediye başkanı
olmuştu," dendiğini duymak ve onların meraklı bakışlarına katlanmak! Akşamlan terden sınlsıklam,
yorgunluktan bitkin, yeşil takke gözlerinin üs-
-391-
tünde, çavuşun kırbacı altında, tırabzansız merdivenlerden ikişer ikişer hücresine gitmek! Ah! Ne sefalet!
Kader, böylesine akıllı bir varlık gibi merhametsiz olabilir, insan kalbi gibi canavar kesilebilir mi?
Ne yaparsa yapsın sürekli düşüncesinin temelinde yatan şu yürek yakıcı ikilemin içine düşüyordu; "Cennette
kalıp, iblis olmak! Cehenneme gidip, melekleşmek!"
"Ne yapmalı ulu Tanrım, ne yapmalı!"
Bunca zahmetle geçiştirdiği fırtına, içinde yeniden bütün şiddetiyle patlak verdi. Fikirleri tekrar birbirlerine
karışmaya başladı ve umutsuzluğa özgü o şaşkın ve mekanik hali aldı. Durmadan aklına vaktiyle işittiği bir
şarkının iki mısraı ile Romainville adı geliyordu. Romainville'in Paris yakınlarında küçük bir orman olduğunu
ve genç âşıkların nisan ayında buraya leylak toplamaya gittiklerini düşünüyordu. İçten de, dıştan da
sarsılıyordu. Kendi başına yürümeye bırakılan küçük bir çocuk gibi yürüyordu.
Bazı anlar, yorgunluğuna karşı direnerek büyük bir çabayla aklını toplamaya çalışıyor, üzerinde
düşünmekten bitkin düştüğü sorunu son bir defa daha bir sonuca ulaşmak için yeniden ele almaya
uğraşıyordu. Kendisini ihbar mı etmeliydi, yoksa susmalı mıydı? Hiçbir şeyi açık seçik görmeyi
başaramıyordu. Zihninde, tasarladığı bütün muhakemelerin belirsiz görüntüleri titreşiyor ve birbiri ardınca
duman olup dağılıyorlardı. Yalnız, neye karar verirse versin, mutlaka kaçınılması imkânsız bir şekilde, içinde
bir şeyin öleceğini
-392-
hissediyordu; ister sağdan, ister soldan olsun, bir mezara giriyordu; bu yaptığı bir can çekişmeydi, ya
mutluluğunun can çekişmesi ya da erdemin.
Çok yazık! Bütün kararsızlıkları onu yeniden avucuna almıştı. Başladığı noktadan bir arpa boyu ilerlemiş
değildi.
Bu bahtsız ruh, bunalım içinde işte böyle bocalayıp duruyordu. Bu talihsiz adamdan bin sekiz yüz yıl önce,
insanların bütün kutsal yanlarını ve bütün acılarını şahsında özetleyen o gizemli varlık da, zeytin ağaçlan
sonsuzluğunun vahşi rüzgârında titrerken, gölgelerle dolup taşan, yıldız dolu derinliklerinden karanlıklar
fışkıran o korkuriç kadehi uzun süre eliyle itmişti.
4. Istırap Çekmenin Yol Açtığı Biçimler
Saat üçü vurdu. Sandalyesine çöktüğünde aralıksız beş saatten beri böyle dolanıp durmuştu.
Orada uyuyakaldı ve bir rüya gördü.
Çoğu rüyalar gibi, bu da, yaşanan olayların şartlarıyla, onlar gibi üzücü, kasvetli olmanın ötesinde ilişkili
değildi; ama onu etkiledi. Bu kâbus ona öylesine dokundu ki, bir süre sonra bunu kâğıda döktü. Bıraktığı
kendi el yazısını taşıyan kâğıtlardan biri de budur. Bu yazıyı buraya aynen almayı gerekli buluyoruz.
Rüya ne olursa olsun, onu ihmal edecek olursak o gecenin hikâyesi eksik kalacaktır. Hasta bir ruhun
karanlık macerasıdır bu:
"O gece gördüğüm rüya:
-393-
Bir kırdaydım. Hiç ot bulunmayan hüzünlü büyük bir kır. Gece miydi, gündüz müydü bilemiyorum.
Erkek kardeşimle birlikte geziniyordum; çocukluk yıllarımın kardeşiyle, itiraf etmeliyim ki, hiç düşünmediğim
ve artık hiç hatırlamadığım o kardeşle...
Konuşuyor, gelip geçenlere rastlıyorduk. Vaktiyle komşumuz olan bir kadından söz ediyorduk. Bu kadın
sokak üzerinde oturduğundan hep penceresi açıktı, iş yapardı. Konuşurken bu açık pencere nedeniyle
üşüyorduk.
Kırda hiç ağaç yoktu.
Yanımızdan geçen bir adam gördük; çırılçıplaktı, kül rengindeydi ve toprak rengi bir ata binmişti, saçı yoktu;
kafatası ve üzerindeki damarları görünüyordu. Elinde asma çubuğu gibi yumuşak, demir gibi ağır bir değnek
tutuyordu. Bize hiçbir şey söylemeden geçip gitti.
Kardeşim bana; 'Çukur yoldan gidelim,' dedi.
Çukur bir yol vardı, orada ne bir çalılık görünüyordu ne de bir tutam yosun. Her şey toprak rengindeydi, hatta
gökyüzü bile. Birkaç adım sonra konuştuğum zaman cevap alamayınca kardeşimin artık benimle olmadığını
fark ettim.
Gördüğüm bir köye girdim. Bunun Roma-inville olması gerektiğini düşünüyordum (neden Romainville?)*
Girdiğim ilk sokak bomboştu. İkinci bir sokağa girdim. İki sokağın oluşturduğu açı-
• Parantezi koyan Jean Valjean'dır. -394-
nın gerisinde bir adam duvara dayanmış ayakta duruyordu. Bu adama; 'Neresi burası? Ben neredeyim?'
diye sordum. Adam cevap vermedi. Bir evin kapısını açık gördüm, içeri girdim.
Birinci odada kimseler yoktu. İkincisine girdim. Bu odanın kapısının arkasında, ayakta duvara dayanmış bir
adam duruyordu. Adama sordum; 'Bu kimin evi? Neredeyim ben?' Adam cevap vermedi.
Evin bir bahçesi vardı. Evden çıkıp bahçeye girdim. Bahçede kimseler yoktu. İlk ağacın arkasında ayakta
duran bir adama rastladım. Adama; 'Bu bahçe nedir? Neredeyim ben?' diye sordum. Adam cevâp*^vermedi.
Köyün içinde dolaşıp duruyordum. O zaman farkına vardım ki, burası bir köy değil, şehirdi. Bütün yollar
bomboş, bütün kapılar açıktı. Hiçbir canlı varlık sokaklardan geçmiyor, odalarda dolaşmıyor, bahçelerde
gezinmiyordu. Ama her duvar köşesinin, her kapının, her ağacın arkasında ayakta durup hiç konuşmayan bir
adam vardı. Her seferinde ancak bir kişi görünüyordu ve bu adamlar benim geçişimi seyrediyorlardı.
Şehirden çıkıp tarlalarda yürümeye başladım.
Bir süre sonra arkama baktığımda büyük bir kalabalığın peşimden geldiğini gördüm. Hepsini tanıdım, bunlar
şehirde gördüklerim-di. Acayip kafaları vardı. Acele eder gibi görünmüyorlardı, ama yine de benden hızlı
yürüyorlardı. Yürürken hiç gürültü çıkarmıyorlardı. Bir anda, bu kalabalık bana yetişip etrafımı sardı.
Adamların yüzleri toprak rengindeydi.
-395-
O zaman, şehre girdiğimde ilk görüp soru sorduğum adam bana şöyle dedi; 'Nereye gidiyorsunuz? Uzun
süredir öldüğünüzü bilmiyor musunuz?'
Cevap vermek için ağzımı açtım, ama çevremde kimsenin olmadığını fark ettim."
Uyandı. Buz kesmişti. Sabah rüzgârı gibi soğuk bir rüzgâr açık kalan pencerenin kanatlarını menteşeleri
etrafında çevirip duruyordu. Ateş sönmüştü. Mum bitmek üzereydi. Her taraf kapkaranlık geceydi.
Chenildieu kahkahayla güldü.
* Ben Tann'yı tanımıyorum.
-451-
'Tanrım! Onu tanıyor muymuşum? Beş yıl aynı zincire bağlı kaldık. Şimdi suratımıza bakmıyorsun öyle mi
babalık?"
"Oturun yerinize," dedi başkan.
Mübaşir Cochepaille'i getirdi. Chenildieu gibi hapishaneden gelen ve kırmızılar giyinmiş olan diğer ömür
boyu hükümlü ise Lour-des köylülerinden ve Pireneler'in yarı ayıla-rındandı. Dağlarda sürülere bakmış ve
sürüleri otlatırken de eşkıyalığa soyunmuştu. Cochepaille, yontulmamışlıkta sanıktan geri kalmadığı gibi,
ondan daha da aptal görünüyordu. Doğanın yabani hayvan olarak kotar-dığı ve toplumun kürek mahkûmu
olarak tamamladığı bedbaht insanlardan biriydi.
Başkan onu bazı dokunaklı ve ciddi sözlerle duygulandırmaya çalıştıktan sonra, öbür ikisine sorduğu gibi,
ona da karşısında ayakta duran adamı tanıdığı konusunda hiç tereddütsüz, tam bir vicdan huzuruyla ısrar
edip etmediğini sordu.
"Bu Jean Valjean'dır," dedi Cochepaille. "Hatta ona Kriko Jean derlerdi, o kadar kuvvetliydi."
Bu üç adamın da belli ki samimi ve inanılır ifadelerinden her biri dinleyiciler arasında sanık için hiç de hayra
alamet olmayan mırıldanmalara yol açmıştı. Yeni bir açıklama gelip, bir öncekine eklendikçe, bu mırıldanma
büsbütün artıyordu. Sanıksa aynı ifadeleri şaşkın bir yüzle dinlemişti. İddia makamına göre sanığın bu hali,
onun başlıca savunma aracını oluşturuyordu. Birinci tanıkta jandarmalar ve yakınında bulunanlar, sanığın
dişle-
-452-
rinin arasından homurdandığmı duymuşlardı; "Ha, iyi! Al sana bir tane!" İkincisinden sonra biraz daha
yüksek bir sesle; "İyi, çok iyi!" dedi. Üçüncüsünde haykırdı; "Harika!"
Başkan, ona sordu:
"Sanık, duydunuz mu? Herhangi bir söyleyeceğiniz var mı?"
O cevap verdi:
"Dedim ya. Harika!.."
Dinleyiciler arasında bir uğultu koptu, hemen hemen jüriye kadar yayıldı. Adamın hapı yuttuğu açıkça
görülüyordu..
Başkan, "Mübaşir, sükûneti sağlayınız," dedi. "Duruşmayı kapayacağım."
Tam o sırada başkanın tam yanında bir hareket oldu. Bir sesin bağırdığı duyuldu.
"Brevet, Chenildieu, Cochepaille! Bu tarafa bakınız!"
Sesi duyan herkes dondu kaldı. Öylesine acıklı ve korkunç bir sesti ki bu. Bakışlar sesin geldiği yana doğru
çevrildi. Mahkeme heyetinin arkasında oturan imtiyazlı seyirciler arasından bir adam ayağa kalkmış,
hâkimler heyetini mahkeme salonundan ayıran bölmenin kapısını itmiş, salonun ortasında ayakta duruyordu.
Başkan, savcı, Mösyö Bamatabois ve diğer yirmi kişi onu tanıdılar ve hep bir ağızdan bağırıştılar:
"Mösyö Madeleine!"
11. Champmathieu Giderek Şaşkına Dönüyor
Gerçekten de oydu. Zabıt kâtibinin lambası yüzünü aydınlatmaktaydı. Şapkası elin-
-453-
deydi; elbiselerinde hiçbir düzensizlik yoktu, redingotu özenle iliklenmişti. Çok solgundu ve hafifçe titriyordu.
Arras'a geldiğinde kırlaşmış olan saçları şimdi artık bembeyazdı; orada bulunduğu şu bir saat içinde
ağarmışlardı. Bütün gözler ona çevrilmişti.
Heyecan tarif edilir gibi değildi. Dinleyiciler arasında bir anlık bir tereddüt oldu. Ses o kadar yürek paralayıcı,
orada duran adamsa o kadar sakindi ki, önce ne olduğunu anlayamadılar. Herkes birbirine kimin bağırdığını
sordu. Bu müthiş haykırışı bu sakin adamın koparmış olacağına inanamıyorlardı.
Bu kararsızlık ancak birkaç saniye sürdü. Başkan ve savcı daha ağızlarını açamadan, jandarmalarla
mübaşir yerlerinden bile kıpır-dayamadan, Cochepaille, Brevet ve Chenildieu adındaki tanıklara doğru
ilerlemişti.
"Beni tanımadınız mı?" dedi.
Üçü de ne diyeceklerini şaşırmıştı, bir baş işaretiyle onu hiç tanımadıklarını belirttiler.
Ürken Cochepaille, askerce bir selam çaktı. Mösyö Madeleine, jüri üyelerine ve mahkeme heyetine dönerek,
yumuşak bir sesle, "Sayın jüri üyeleri, sanığı serbest bırakınız. Sayın başkan, beni tutuklatınız. Aradığınız
adam o değil, benim. Ben Jean Valjean'ım," dedi.
Hiçbir ağızdan soluk çıkmıyordu. İlk şaşkınlığın ardından ortalığa bir mezar sessizliği çökmüştü. Yüce bir
şeyin meydana gelişinde kitleyi saran dini dehşete benzer bir dehşet havası hissediliyordu salonda.
Bu arada, başkanın yüzünü bir sempati ve keder ifadesi sarmıştı. Savcıyla kaşla göz ara-
-454-
sında işaretleşip, üyelerle alçak sesle birkaç kelime konuştu. Dinleyicilere döndü ve herkesin anlayacağı bir
ses tonuyla sordu:
Cosette'i, yaklaşık 150 yıldan bu yana dramatik kişilerin tapınağı içinde yaşatmaktadır. Tapınağın kapısını
aralayan okur, 19. yüzyıl başındaki Fransa'ya geri dönecek, Waterloo Savaşı'nın unutulmaz tablolarını
hayranlıkla izleyecek, Jean Valjean'la birlikte Paris'in yeraltına inecek, manastırların karanlığıyla yoksulluğun
izbe mekânları içinde ışık arayacaktır.
Sefiller: On dokuzuncu yüzyıl Fransa'sında karanlıkla aydınlığın buluşması...
TKno 975-8688-51-0 ISBN 975-8688-52-9
VICTOR HUGO _ Sefiller Cilt1
www.kitapsevenler.com
Merhabalar
Buraya Yüklediğim e-kitaplar Aşağıda Adı Geçen Kanuna İstinaden
Görme Özürlüler İçin Hazırlanmıştır
Ekran Okuyucu, Braille 'n Speak Sayesinde Bu Kitapları Dinliyoruz
Amacım Yayın Evlerine Zarar Vermek Değildir
Bu e-kitaplar Normal Kitapların Yerini Tutmayacağından
Kitapları Beyenipte Engelli Olmayan Arkadaşlar Sadece Kitap Hakkında Fikir Sahibi Olduğunda
Aşağıda Adı Geçen Yayın Evi, Sahaflar, Kütüphane, ve Kitapçılardan Temin Edebilirler
Bu Kitaplarda Hiç Bir Maddi Çıkarım Yoktur Böyle Bir Şeyide Düşünmem
Bu e-kitaplar Kanunen Hiç Bir Şekilde Ticari Amaçlı Kullanılamaz
Bilgi Paylaştıkça Çoğalır
Yaşar Mutlu
Not: 5846 Sayılı Kanunun "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler " bölümünde yeralan "EK MADDE 11. - Ders
kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim
ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaç güdülmeksizin bir
engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü
bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi
kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill
alfabesi ve benzeri 87matlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan
gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde
satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar
üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması
ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." maddesine istinaden web sitesinde deneme yayınına
geçilmiştir.
T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı Bilgi İşlem ve Otomasyon Dairesi Başkanlığı Ankara
Bu kitaplar hazırlanırken verilen emeye harcanan zamana saydı duyarak
Lütfen Yukarıdaki ve Aşağıdaki Açıklamaları Silmeyin
Tarayan Yaşar Mutlu
web sitesi
www.yasarmutlu.com
www.kitapsevenler.com
e-posta
yasarmutlu@kitapsevenler.com yasarmutlu@yasarmutlu.com
mutlukitap@hotmail.com kitapsevenler@gmail.com
yasarmutlu45@gmail.com
VICTOR HUGO _ Sefiller Cilt1
VICTOR HUGO _ Sefiller Cilt2
www.kitapsevenler.com
Merhabalar
Buraya Yüklediğim e-kitaplar Aşağıda Adı Geçen Kanuna İstinaden
Görme Özürlüler İçin Hazırlanmıştır
Ekran Okuyucu, Braille 'n Speak Sayesinde Bu Kitapları Dinliyoruz
Amacım Yayın Evlerine Zarar Vermek Değildir
Bu e-kitaplar Normal Kitapların Yerini Tutmayacağından
Kitapları Beyenipte Engelli Olmayan Arkadaşlar Sadece Kitap Hakkında Fikir Sahibi Olduğunda
Aşağıda Adı Geçen Yayın Evi, Sahaflar, Kütüphane, ve Kitapçılardan Temin Edebilirler
Bu Kitaplarda Hiç Bir Maddi Çıkarım Yoktur Böyle Bir Şeyide Düşünmem
Bu e-kitaplar Kanunen Hiç Bir Şekilde Ticari Amaçlı Kullanılamaz
Bilgi Paylaştıkça Çoğalır
Yaşar Mutlu
Not: 5846 Sayılı Kanunun "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler " bölümünde yeralan "EK MADDE 11. - Ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim
ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaç güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü
bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill
alfabesi ve benzeri 87matlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde
satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması
ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." maddesine istinaden web sitesinde deneme yayınına geçilmiştir.
T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı Bilgi İşlem ve Otomasyon Dairesi Başkanlığı Ankara
Bu kitaplar hazırlanırken verilen emeye harcanan zamana saydı duyarak
Lütfen Yukarıdaki ve Aşağıdaki Açıklamaları Silmeyin
Tarayan Yaşar Mutlu
web sitesi
www.yasarmutlu.com
www.kitapsevenler.com
e-posta
yasarmutlu@kitapsevenler.com yasarmutlu@yasarmutlu.com
mutlukitap@hotmail.com kitapsevenler@gmail.com
yasarmutlu45@gmail.com
VICTOR HUGO _ Sefiller Cilt2
BORDO,
DÜNYA KLASİKLERİ - ROMAN
VICTOR HUGO SEFİLLER
II. CİLT
TÜRKÇESİ: SEMİH ATAYMAN
VICTOR HUGO (1802-1885): Romantik gerçekçiliğin kurucusu olan ünlü Fransız yazar sadece romanlanyla değil, şiirleri ve tiyatro oyunlarıyla da tanınmıştır. 1848 devriminden sonra cumhuriyetçi görüşleri savunan Hugo, sürgünde yaşadığı yıllarda da verimli bir yazınsal etkinlik içinde olmuştur. Hugo, eserlerinde toplumsal sorunları, halkın hayatından çarpıcı kesitleri büyük bir başarıyla yansıtmıştır. Dünya edebiyat tarihinin en önemli romanlarından olan ve yazarın başyapıtı sayılan Sefiller'in yanı sıra Deniz İşçileri, Notre Dame'ın Kamburu, 1793 Devrimi, Nişanlıya Mektuplar diğer önemli eserleri arasındadır. Ayrıca şiirleri Suçlar ve Seyirler, büyük ilgiyle karşılanmıştır.
VICTOR HUGO
SEFİLLER II. CİLT
DİZİ TASARIMI/KOORDİNASYON
HASAN HÜSEYİN ARIKAN
DÜNYA KLASİKLERİ EDİTÖRÜ
VEYSEL ATAYMAN
TÜRKÇESİ
SEMİH ATAYMAN
TÜRKÇE REDAKSİYON
SÜLEYMAN ASAF FİLİZ GÖVER
TASHİH
ESEN GÜRAY
KAPAK GRAVÜRÜ
EMİLE BAYARD DETAY
TK. NO / ISBN © BORDO SİYAH KLASİK YAYINLAR
975-8688-51-0 / 975-8688-53-7 BASKI; İSTANBUL 2006
TREND YAYIN BASIM DAĞITIM REK. ORG. SAN. TİC. LTD. ŞTL
MRK/MATBAA: MERKEZ EFENDİ MH. DAVUTPAŞA CD. NO: 6/3 İPEK İŞ MERKEZİ 7-9-10-11 TOPKAPI/İSTANBUL-TR ŞB/YAYIN&PAZARLAMA: CAFERAĞA MH. MÜHÜRDAR CD. NO: 60/5 POSTA KODU 34710 KADIKÖY/İSTANBUL-TR TEL: (0216) 348 98 03 Pbx FAKS: (0216) 349 93 45 LOJİSTİK: MERKEZ EFENDİ MH. DAVUTPAŞA CD. EMİNTAŞ DAVUTPAŞA SAN. SİT. NO: 532 TOPKAPI/İST.-TR DAVUTPAŞA VERGİ DAİRESİ/VERGİ NO: 859 020 1971 E-mail: info@bordosiyah.com.tr Web: www.bordosiyah.com.tr
HUKUK SERVİSİ TEL: (0216)348 99 18 FAKS: (0216)349 93 45
VICTOR HUGO
SEFİLLER II. CİLT
TAMAMI V CİLT
TÜRKÇESİ: SEMİH ATAYMAN
ROMAN
içindekiler ikinci bölüm
COSETTE
BİRİNCİ KİTAP WATERLOO
1. Nivelles'den Gelirken Rastlanılan Şeylere Dair '................................. 13
2. Hougomont .................................. 15
3. 18 Haziran 1815 .......................... 25
4. A ................................................. 29
5. Çarpışmaların 'Quid Obscurum'u ... 32
6. Öğleden Sonra Saat Dörtte............ 36
7. Napoleon Keyifleniyor .................. 40
8. İmparator, Kılavuz Lacoste'a
Bir Soru Soruyor .......................... 49
9. Beklenmedik Durum..................... 53
10. Mont-Saint-Jean Ovası ................. 58
11. Kılavuzun Kötüsü Napoleon'a
İyisi Biilow'a ................................ 65
12. Muhafız Gücü............................... 67
13. Felaket ........................................ 70
14. Son Birlik .................................... 73
15. Cambronne .................................. 75
16. Quot Libras in Duce ..................... 78
17. Waterloo'nun Sonuçlan
Olumlu mudur? ............................ 86
18. Tanrısal Hukukun Tekrarlaması .... 89
19. Geceleyin Savaş Meydanı.............. 92
İKİNCİ KİTAP "ORION" GEMİSİ
1. 24601 Numara
9430 Numara Oluyor ....................103
2. Belki de Şeytan Tarafından Yazılmış Olan İki Dizenin
Nerede Okunacağına Dair..............107
3. Böyle Bir Çekiçle Kırılabilmesi İçin, Zincir Halkasının Önceden Buna Hazırlanmış Olması Gerekir .. ıi3
ÜÇÜNCÜ KİTAP
ÖLÜYE VERİLEN
SÖZÜN YERİNE GETİRİLMESİ
Yolcu doğruldu. Birkaç âdim attı, gidip çitlerin üstünden baktı. Ufukta, ağaçlann arasında, bir tepeciğin üstünde uzaktan aslana benzeyen bir şey gördü.
Waterloo Savaşı'nın geçtiği meydandaydı.
2. Hougomont
Hougomont, burası ölümcül noktaydı; direncin başlangıcı, Napoleon adındaki o büyük oduncunun Avrupa'da Waterloo'da karşılaştığı ilk engel, baltanın çarptığı ilk budak.
Hougomont eskiden bir şatoydu, şimdi ise sadece bir çiftlik. Hougomont, antikacı için Hugomons'tur. Bu şato, Somerel Senyörü Hugo tarafından yaptınlmıştı. Villers Manas-tın'na altıncı bir rahiplik kadrosu için gelir bağışlayan da bu kişidir. ¦
Yolcu kapıyı itti, bir sundurmanın altında duran eski bir körüklü gezinti arabasının yanından geçti ve avluya girdi. Avluda gözüne
-15-
çarpan ilk şey, on altıncı yüzyıldan kalma bir kapı oldu. Çevresindeki her şey yıkılmış olduğundan, bu kapı bir kemer gibi duruyordu. Anıt görüntüsü çoğu zaman harabeden doğar. Kemerin yanında, bir duvarda başka bir kapı açılıyor; IV. Henri dönemindeki gibi köşe taşlan olan bu kapıdan bir meyve bahçesinin ağaçlan görünüyordu. Kapının yanında bir gübre çukuru, kazma ve kürekler, birkaç yük arabası, kapak taşı ve demirden çıknğıy-la eski bir kuyu, zıplayan bir tay, kabaran bir hindi, üstünde küçük bir çan kulesi yükselen bir kilise, kilisenin duvanna yaslanan çiçek açmış bir armut ağacı. İşte, fethi Napoleon'un hayallerini süslemiş olan avlu, bu avluydu. Eğer ele geçirebilseydi bu toprak parçası belki de ona dünyayı verecekti. Şimdi burada tavuklar, gagalanyla tozlan etrafa saçıyor. Bir homurtu işitiliyor; İngilizlerin yerini alan kocaman bir köpek dişlerini gösteriyor.
İngilizler burada hayran olunacak bir iş başarmışlardır. Cooke'un dört muhafız bölüğü bir ordunun gazabına karşı yedi saat süreyle direnmiştir.
Hougomont'u binalan ve çevresi, dışa kapalı bahçe ve tarlalanyla birlikte geometrik yüzey olarak gösteren bir haritaya bakıldığında, bir köşesi alınmış düzgün olmayan bir dikdörtgen biçimi sunar. Bu köşede güney kapısı vardır; duvar kısa menzilli tüfek alanı içinde girişi korur. Hougomont'un iki kapısı vardır: Biri güney kapısı yani şatonun kapısı, öbürü de kuzey kapısı, yani çiftliğin kapısıdır. Napoleon, Hougomont'a savaşmak için
-16-
kardeşi Jeröme'u yolladı. Guilleminot, Foy ve Bachelu tümenleri, Reille'in hemen hemen bütün kolordusu burada savaşa sürüldü ve başansızlığa uğradı, Kellermann'ın gülleleri bu kahraman duvarda tükendiler. Baudu-in'in tugayının Hougomont'u kuzeyden zorlaması da bir işe yaramadı; Soye'm tugayı ise güneyde ancak küçük bir parça koparabildi, ama onu alamadı.
Çiftlik binalan, avluyu güneyden çevreliyor. Fransızlar tarafından kınlan kuzey kapısının bir parçası duvara asılmış sallanmakta. Bu kapı parçası, iki kalas üzerine çakılmış dört tahtadan oluşur; üzerinde saldından kalma yara izleri fark edilir.
Fransızlann çökerttikleri ve duvardaki parçanın yerine bir başkasıyla kapatılan kuzey kapısı avlunun dibinde aralık duruyor; avluyu kuzeyden kapayan altı taş, üstü tuğla bir duvara kare biçiminde asılmış. Her çiftlikte olan basit bir araba kapısı bu; iki geniş kapısı kaba tahtadan yapılmış; ötesinde çayırlar uzanıyor. Bu girişteki çarpışma pek müthiş oldu. Kapının pervazlan üzerinde uzun süre her türlü kanlı el izleri görüldü. Bauduin burada öldürüldü.
Savaşın fırtınası hâlâ bu avluda varlığını sürdürür; dehşet hâlâ gözle görülebilir; çarpışmanın kargaşası orada taş kesilip kalmıştır; bütün bunlar hem canlı, hem ölüdür; sanki daha dün olmuştur. Duvarlar can çekişmekte, taşlar düşmekte, çatlaklar bağırmaktadır; delikler sanki birer yaradır; ağaçlar eğilmiş, titrek, kaçmaya uğraşır gibidirler.
-17-
Bu avlu 1815'te, bugün olduğundan daha derli topluydu. Bu arada alaşağı edilen yapılar, o zamanlar muntazam çıkıntılar, girintiler, dirsekler oluşturuyordu.
Burada İngilizler mevzilenmişlerdi; Fransızlar girdiler, ama tutunamadılar. Kilisenin yanında şatonun bir kanadı, Hougomont Ma-likânesi'nden kalan tek enkaz, deyim yerindeyse bağrı deşilmiş bir halde yükseliyor. Şato, kale görevi görmüştü, kilise de istihkâm. Burada insanlar birbirlerini telef ettiler. Her yandan; duvarların gerisinden, çatı tepelerinden, mahzen diplerinden, bütün pencerelerden, bütün bodrum deliklerinden, bütün taş aralarından üzerlerine kurşun yağdırılan Fransızlar, çalı çırpı demetleri getirip duvarları ve insanları ateşe verdiler; topların kustuğu demir parçalarına yangınla cevap verildi.
Harap kanatta, demir parmaklıklı pencerelerden, binanın tuğladan yapılmış ana kısımlarından birinin yıkık dökük odalan fark ediliyor. İngiliz muhafızlar bu odalarda mevzilenmişlerdi. Zemin kattan çatıya kadar çatlayıp yarılmış olan sarmal iki katlı merdiven, kırılmış bir böcek kabuğunun içi gibi görünüyor. Bu merdivende sıkışıp kalan ve
üst basamaklarda toplanan İngilizler, alt basamakları kesmişlerdi. Şimdi bunlar, mavi taştan geniş levhalar; ısırgan otları arasında bir yığın oluşturuyorlar. On kadar basamak hâlâ duvara yapışık duruyor, birincisinin üzerine üç dişli bir yaba resmi kazılmış. Erişilemeyen bu basamaklar yuvalarında sapasağlam duruyor. Geri kalan kısmı dişleri dökülmüş bir çe-
-18-
ne kemiğine benziyor. Şurada iki yaşlı ağaç var; biri kurumuş, öbürü ayağından yaralanmış, ama her yıl nisan ayında yeşermekte. 1815'ten beri merdiven aralıklarından büyümeye başlamış.
Savaşta kilisede herkes birbirini boğazla-mıştı. Yeniden sessizliğine kavuşan kilisenin içi bir garip. Katliamdan bu yana, hiçbir ayin yapılmamış. Ama mihrap hâlâ duruyor, taştan bir zemine dayalı kaba tahtadan bir mihrap bu. Beyaz badana çekilmiş dört duvar, mihrabın karşısında bir kapı, kemerli iki küçük pencere, kapının üzerinde tahtadan büyük bir haç, haçın üst tarafında da bir demet kuru otla tıkanmış dört köşe bir nefeslik pencere, bir köşede yerde paramparça olmuş eski bir camlı pencere çerçevesi, işte kilise bu durumdaydı. Mihrabın yanına on beşinci yüzyıldan kalma tahtadan bir azize Anne heykeli çakılmış; çocuk İsa'nın başını bir bis-kayen kurşunu alıp götürmüş. Kısa bir süre kiliseye hâkim olup, sonra atılan Fransızlar burayı ateşe vermişler, alevler bu harabeyi doldurmuş; fırına çevirmiş; kapı yanmış, döşeme yanmış, ama tahtadan İsa yanmamış. Ateş sadece ayaklarını kemirmiş, sonra sönmüş, şimdi yalnızca bu ayakların kararmış kalıntıları görülüyor. Buradaki halkın dediğine bakılırsa, bu bir mucize... Başı kopan çocuk İsa'nın, İsa kadar talihi yaver gitmemiş.
Duvarlar yazılarla dolu. İsa'nın ayaklan dibinde şu ad okunur: Henquinez. Sonra daha başkalan; Conde de Rio Maior, Marques y Marquesa de Almagro (Habana). Yanlannda
-19-
Fransız adları da görünüyor; öfke anlamına gelen, ünlem işaretleriyle. 1849'da duvarlar yeniden aklandı. Çeşitli uluslar bu duvarlarda birbirlerine küfrediyorlardı.
Bu kilisenin kapısında elinde balta tutan bir ceset bulunmuştu; Asteğmen Legros'un cesedi.
Kiliseden çıkıldığında, sol tarafta bir kuyu görülür. Bu avluda iki kuyu vardır. "Bu kuyuda niçin kovayla makara yok?" diye sorarsınız. "Çünkü artık su çekilmiyor." "Niçin su çekilmiyor?" "İçi iskelet dolu da ondan," cevabını alırsınız.
Bu kuyudan son su çekenin adı Guillau-me Van Kylsom'dur. Bu adam, Hougo-mont'da oturan bir köylüydü ve bahçıvandı. 18 Haziran 1815'te bu bahçıvanın ailesi diğer ailelerle birlikte kaçıp ormanlarda saklanmış. Villers Manastın'nın çevresindeki orman, çil yavrusu gibi dağılan halkı günler ve geceler boyu barındırdı. Bugün bile, eski yanmış ağaç kütükleri gibi fark edilebilen kimi kalıntılar, fundalıkların dibinde titreşen bu zavallı konak yerlerini belli eder.
Guillaume Van Kylsom şatoyu korumak için Hougomont'da kaldı ve bir mahzene saklandı. İngilizler onu buldular. Gizlendiği yerden çıkardılar ve bu ürkek adama kılıçlarının yassı tarafıyla vura vura kendilerine hizmet ettirdiler. Susamışlardı; Guillaume onlara içecek su getiriyordu. Suyu işte bu kuyudan çekiyordu. Birçoğu son yudumlarını buradan içtiler. Bunca ölü adayının suyunu içtiği bu kuyunun da sonunda ölmesi gerekirdi. -20-
Savaştan sonra herkesi bir telaş sardı; cesetleri gömme telaşı. Ölüm, zaferi kendine özgü bir yoldan aşındırır; onur ve gururun ardından vebayı getirir. Tifüs, galibiyetin ayrılmaz bir parçasıdır. Derin bir kuyuydu bu. Onu mezarlık yaptılar ve içine üç yüz ölü attılar. Belki de bu işi aşın bir telaşla yaptılar. Acaba hepsi ölmüş müydü? Efsane hayır diyor. Söylentiye göre, sonraki gece kuyudan imdat isteyen zayıf sesler geldiği duyulmuş.
Bu kuyu avlunun ortasında tecrit edilmiş bir haldedir. Yan taş, yan tuğladan üç duvar, bir paravanın kıvnlmış kanatlan gibi ve dört köşe bir kuleyi taklit edercesine, onu üç yandan çevirir, dördüncü yan açıktır. Suyu işte bu yandan alırlardı. Dipteki duvarda şekilsiz bir çatı penceresine benzer bir şey görünüyor, kim bilir belki de obüs deliğidir. Bu küçük kulenin bir de tavanı varmış ama şimdi sadece demir kirişleri kalmış. Sağdaki duva-nn takviye demirleri bir haç resmediyor. Eğilip bakıldığında, bir yığın zifiri karanlığın doldurduğu tuğladan örülmüş derin bir silindir içinde göz alabildiğine gidiyor. Kuyunun etrafındaki duvar dipleri ısırgan otlan arasında kaybolmakta.
Bu kuyunun önünde Belçika'daki bütün kuyularda olduğu gibi sahanlık vazifesi gören geniş mavi taş levhalardan yok. Mavi taş levhanın yerini bir travers tahtası almış; bu tahtaya beş altı biçimsiz kalas dayanmış, budaklı, kaskatı kesilmiş kalaslar; kocaman kemiklere benziyorlar. Kuyunun ne kovası, ne zinciri ne de makarası var ama taş yalağı hâlâ -21-
duruyor, burada yağmur suları toplanıyor ve ara sıra komşu ormanlardan bir kuş su içmeye geliyor, sonra uçup gidiyor.
Bu harabenin içinde hâlâ oturulan bir çiftlik evinin kapısı avluya açılıyor. Bu kapının üzerinde gotik tarzında güzel bir kilidin yanı sıra, çaprazlamasına konulmuş yonca yaprağı şeklinde demir bir tutamak bulunuyor, Hannoverli Teğmen Wilda, çiftliğe sığınmak için bu tutamağa yapıştığı sırada bir Fransız istihkâmcısı bir balta darbesiyle onun elini koparmıştı.
Evde oturan ailenin büyükbabası, öleli uzun zaman olan eski bahçıvan Van Kylsom'dur. Kır saçlı bir kadın bize, "Üç yaşındaydım. Ablam korkmuş ağlıyordu. Bizi koruluğa götürdüler. Ben annemin kucağın-daydım. Kulaklarını toprağa yapıştırıp sesleri dinliyorlardı. Ben top seslerini taklit ediyor, 'bum bum' diyordum," diyor.
Söylediğimiz gibi, avludaki kapılardan biri meyve bahçesine açılıyor.
Meyve bahçesi korkunç:
Üç kısma ayrılmış, hatta üç perdeye denilebilir. Birinci kısım bahçe, ikincisi meyve bahçesi, üçüncüsü ise koruluk. Her üç kısmı da ortak bir sınır çevreliyor; giriş yönünde şatonun ve çiftliğin binaları, solda bir çit, sağda bir duvar, dipte yine bir duvar. Sağdaki duvar tuğladan yapılmış, dipteki duvar taştan. Önce bahçeye giriliyor ve bu bahçe yüzeyden aşağıda kalıyor, frenküzümleri dikilmiş, yabani bitkilerle dolu, korkuluğunun parmaklıkları çift göbekli yontma taştan, muhteşem
-22-
bir teras önünü kapatıyor. Le Nötre öncesi ilk Fransız stilinde yapılmış, bir soylunun bah-çesiydi bu; bugünse harap ve dikenlik. Baştaki parmaklıkların üstünde taştan gülleleri andıran yuvarlaklar bulunuyor. Hâlâ küp şeklindeki kaideleri üzerinde duran kırk üç korkuluk parmaklığı sayılmakta; ötekiler otların arasına devrilmiş. Hemen hemen hepsinin üzerinde kurşun sıyrıkları var. Kırık bir parmaklık, kopuk bir bacak gibi setin üzerine konulmuş.
İşte, meyve bahçesinden daha aşağıda olan bu bahçeye sızan ve bir daha da çıkamayan 1. hafif piyade alayından altı avcı, inlerinde sıkıştırılan ayılar'gibi burada yakalanmış ve biri karabinalı olmak üzere, iki Hannover bölüğüne karşı çarpışmışlardı. Hanno-verliler bu parmaklıklara sıralanmışlar, yukarıdan ateş ediyorlar, avcılar aşağıdan karşılık veriyorlardı, iki yüz kişiye karşı altı kişiydiler, frenküzümlerinden başka siperleri olmayan bu yiğit insanlar ölmeden önce bir çeyrek saat çarpıştılar.
Birkaç basamak çıkınca, bahçeden meyve bahçesi denilen yere geçiliyor. Burada, bu birkaç kulaç karelik yerde, bir saatten daha fazla zamanda bin beş yüz kişi devrildi. Duvar sanki savaşa yeniden başlamaya hazır gibi. İngilizler tarafından gelişigüzel yüksekliklerde açılmış olan otuz sekiz mazgal deliği hâlâ duruyor. On altıncısının önünde granitten iki İngiliz mezarı uzanmakta. Yalnızca güney tarafındaki duvarda mazgal delikleri var, çünkü saldın o taraftan geliyordu. Bu duvarı
-23-
dışarıdan büyük bir yeşil çit gizliyor. Buraya gelen Fransızlar, önlerinde yalnızca çitin bulunduğunu sanarak onu aştılar ve duvarla yüz yüze geldiler. Duvar hem bir engel hem de bir pusuydu, gerisinde, İngiliz muhafızlar bulunan otuz sekiz mazgal deliği birden ateş ediyordu; bir misket ve mermi fırtınası ve So-ye tugayı burada kırıldı. İşte, Waterloo böyle başladı.
Ama meyve bahçesi yine de zaptedildi. Elde merdiven yoktu, Fransızlar tırnaklarıyla tırmandılar. Ağaçların altında göğüs göğüse dövüşüldü. Bütün bu otlar kana bulandı. Bir Nassau taburu ve yedi yüz kişi burada kırıldı. Dışarıda, Kellermann'ın iki bataryasına hedef olan duvar misketlerle oyuldu.
Her meyve bahçesi gibi, bu da mayıs ayına karşı duyguludur. Onun da san amberleri, koyungözleri vardır, otlan yüksek yüksek olur, üzerinde çamaşırlar kurutulan kıldan örülme ipler ağaç aralarında dolaşır ve geçenleri başlarını eğmek zorunda bırakır, bu sürülmemiş toprakta yürürken insanın ayakla-n köstebek yuvalanna batar. Otların arasında uzanmış yatan, kökünden sökülmüş yeşil bir ağaç gövdesi görülür; Binbaşı Blackman son nefesini ona dayanarak vermişti. Bunun yanındaki büyük bir ağacın altında da Alman Generali Duplat öldürülmüştü; Nantes fermanının ortadan kaldınlması sırasında iltica etmiş olan bir Fransız ailesine mensuptu. Onun hemen yanı başında, saman ve balçık çamurundan bir sargıyla sarılmış hasta bir elma ağacı eğiliyordu. Neredeyse bütün elma
-24-
ağaçlan yaşlılıktan devrilmek üzereydi. İçlerinde bir tane bile yoktu ki, kurşun ya da bis-kayen yememiş olsun. Ölü ağaç iskeletleri bu meyve bahçesinde fazlasıyla bulunmakta. Dallarda kargalar uçuşuyor, dipte menekşeler dolu bir koruluk var.
Bauduin vurulup ölmüş, Foy yaralanmış, yangın, kınm, boğazlaşma, İngiliz, Alman ve Fransız kanının birbirine çılgınca karışmasından oluşan bir ırmak, cesetlerle dolu bir kuyu, Nassau Alayı ve Brunswick Alayı mahvedilmiş, Duplat ölmüş, Blackman ölmüş, İngiliz muhafızlar kırılmışlar, Reille'in kolordu-sundaki kırk Fransız taburundan yirmisi telef olmuş, bu Hougomrint harabesinde üç bin insan kılıçtan geçirilmiş, doğranmış, boğazlanmış, kurşunlanmış, yakılmış ve bütün bunlar bugün bir köylünün, bir yolcuya "Bayım, bana üç frank verin, isterseniz size Waterloo denen şeyi anlatmm!" demesi için olmuş.
3. 18 Haziran 1815
Şimdi, hikâye anlatanlara tanınan haklardan birini kullanarak geriye dönelim ve tekrar 1815 yılına gelelim, hatta bu kitabın birinci bölümünde anlatılan olaylann başladığı dönemden biraz öncesine inelim:
17-18 Haziran 1815 gecesi yağmur yağmamış olsaydı, Avrupa'nın geleceği başka türlü olurdu. Birkaç damla suyun fazla ya da eksik olması, Napoleon'un sonunu getirdi. Waterloo'nun, Austerlitz'in sonu olması için ilahi takdir biraz yağmurdan başka bir şeye ihtiyaç duymadı ve gökyüzünden, mevsime
-25-
uygun olmayan bir yönde geçen bir bulut, dünyanın yıkılmasına yetti.
Waterloo Savaşı, Blücher'e yetişme fırsatı verecek şekilde, ancak on bir buçukta başlayabildi. Niçin? Çünkü toprak ıslaktı. Topçunun manevra yapabilmesi için toprağın biraz sertleşmesini beklemek gerekiyordu.
Napoleon topçu subayıydı ve bunun sıkıntısını çekiyordu. Bu olağanüstü komutan, aslını soracak olursanız Aboukir hakkında Di-rektuar hükümetine verdiği raporda; "Güllelerimizden biri altı kişiyi öldürdü," diyen adamdı. Bütün savaş planlan gülle ve mermi üzerineydi. Onun zafer anahtarı, topçu kuvvetini belli bir nokta üzerinde yoğunlaştırmaktı. Düşman generalinin stratejisini tıpkı bir kale gibi ele alıp yerle bir ediyordu. Zayıf noktayı gülleyle eziyor, savaşları topla başlatıp, topla bitiriyordu. Dehasında silah atmayı seven, yıkıcı bir taraf vardı: Taburları düşman saflarına daldırmak, alayları tuz buz etmek, hatları kesmek, yığınakları ezip dağıtmak, bütün bunları yapmak için vurmak, vurmak, sürekli olarak vurmakla mümkündü ve o, bu işi gülleye emanet ediyordu. Bu müthiş bir yöntemdi ve bunun deha ile birleşmesi, savaş güreşinin bu karanlık pehlivanını on beş yıl süreyle yenilmez yaptı.
18 Haziran 1815 günü, sayı üstünlüğü kendi tarafında olduğundan topçu kuvvetine çok fazla güveniyordu. Wellington'un yüz elli dokuz topu vardı; Napoleon'un ise iki yüz kırk.
Farz edin ki toprak kurudu, toplar kolayca hareket edebildiğinden harekât sabahın
-26-
altısında başladı. Bu takdirde savaş, talihin Prusyalılarca değiştirilmesinden iki üç saat önce kazanılmış olurdu.
Bu savaşın kaybedilmesinde Napoleon'un ne kadar hata payı vardır? Batmanın sorumluluğu kaptana yüklenebilir mi?
Napoleon'un o dönemde açıkça görülen bedeni çöküntüsüne bir de iç çöküntü mü ekleniyordu? Yirmi savaş yılı kılıcının kınını aşındırdığı gibi, ruhu da bedenini aşındırmış mıydı? Komutanın içindeki emekli asker, temenni edilemeyecek bir şekilde kendisini hissettirmeye mi başlamıştı? Kısacası, birçok önemli tarihçinin zannettiği gibi, bu deha sönmekte miydi? Kendi zaafını kendisinden saklamak için çılgınca işlere mi kalkışıyordu? Bir macera esintisinin baştan çıkarmasıyla yalpalamaya mı başlamıştı? Bir general için vahim bir şey olan tehlikeyi fark etmeyecek bir hale mi gelmişti? Aktivite devleri diyebileceğimiz bu tür büyük adamlarda, dehanın miyoplaştığı bir yaş mı vardır? Fikir dehaları üzerinde yaşlılığın bozucu bir etkisi yoktur. Danteler için, Michelangelolar için yaşlanmak, büyümektir; Aniballer için, Bonaparte-lar için neden küçülmek olsun? Acaba Napoleon, hissetme melekesini mi kaybetmişti? Artık su altında gizlenmiş kayaları teşhis edemeyecek, tuzakları tahmin edemeyecek, uçurumların kayan kenarlarını fark edemeyecek bir halde miydi? Artık yaklaşmakta olan felaketlerin kokusunu alamıyor muydu? Daha önceleri, kendini zafere götüren bütün yollan bildiği, yıldınm saçan savaş arabası üzerin-
-27-
den azametli bir parmak işaretiyle onları gösterdiği halde, şimdi artık arabasını çeken muhteşem lejyonları uçurumlara sürecek uğursuz bir şaşkınlığa mı düşmüştü? Kırk altı yaşında bir yücelik deliliğine mi tutulmuştu? Kader arabasının bu dev sürücüsü, artık kellesi koltuğunda büyük bir cüretkârdan başka bir şey değil miydi?
Biz, hiç de böyle düşünmüyoruz.
Herkesin hakkını teslim ettiği gibi; onun savaş planı bir şaheserdi. Doğrusu, müttefik hattının merkezine saldırmak, düşmanın içinde bir delik açmak, onu ikiye bölmek, İngilizlerin yansını Hal'e, Prusyalıların diğer yansını Tongre'a sürmek, Wellington'la Blüc-her'i iki parçaya ayırmak, Mont-Saint-Jean'ı ele geçirmek, Bruxelles'i zaptetmek, Almanla-n Rhin'e, İngilizleri de denize dökmek. Bütün bunlar, Napoleon'un gözünde, bu savaşın taktiğiydi. Sonrası, sonra görülecekti.
Burada Waterloo'nun tarihini yazma iddiasında olmadığımızı söylemeye gerek yok. Anlattığımız dramın kaynağını oluşturan sahnelerden biri, bu savaşla ilgili, ama savaşın tarihi bizim konumuz değil. Kaldı ki, bu tarih zaten yazılmıştır; bir bakış açısına göre bizzat Napoleon tarafından, başka bir bakış açısına göre de bir dizi seçkin tarihçi tarafından ustalıkla kaleme alınmıştır. Bize gelince, biz, tarihçileri bu çekişmelerinde kendi başla-nna bırakıyoruz; biz ancak uzaktan bakan bir tanık, oradan geçen bir yolcu; insan etiyle yoğurulmuş bu toprağa eğilen, belki görüntüleri gerçeğin yerine koyan bir araştırmacı-
-28-
yız. Bizim hiç şüphesiz içinde serap tadı bulunan bir olaylar topluluğuna bilim adına kafa tutmaya hakkımız yok; bir sistem kurmamıza izin verecek ne bir askeri pratiğe ne de bir strateji uzmanlığına sahibiz. Bize göre,
Waterloo'da bir tesadüfler yumağı her iki komutanı da hükmü altında tutar ve kader, şu esrarlı sanık söz konusu oldu mu, biz de tıpkı halk gibi, o temiz yürekli hâkim gibi karar veririz.
4. A
Waterloo Savaşı'nı açıkça göz önüne getirmek isteyenlerin zihinlerinde, yere büyük bir A harfi çizmeleri yeter. Anın" sol bacağı Nivel-les yolu, sağ bacağı Genappe yolu, A'nın ara çizgisi de Ohain'den Braine-l'Alleud'e giden çukur yoldur. Anın tepesi Mont-Saint-Je-an'dır. Wellington orada durmaktadır; sol alt nokta Hougomont'dur, Jeröme ise Bonapar-te'la birlikte Reiüe'de; sağ alt uç Belle-Allian-ce'tadır ve burada da Napoleon durmaktadır. Anın ara çizgisinin sağ bacağa rastladığı ve onu kestiği noktanın biraz altı Haie-Sain-te'dir. Ara çizginin ortası, savaşta son sözün söylendiği kesin noktadır. İmparatorluk hassa alayının üstün kahramanlığının -elinde olmayarak- simgesi haline gelen aslan, oraya yerleştirilmiştir.
Anın tepesinde, iki bacağıyla ara çizgisi arasındaki üçgen Mont-Saint-Jean Ovası'dır. Savaşın amacı, bu yaylaya sahip çıkma mücadelesi olmuştur.
Her iki ordunun da kanatlan Genappe ve
-29-
Nivelles yollarının sağında ve solunda uzanır; Picton'un karşısında Erlon, Hill'in karşısında Reille vardır.
A'nın sivri ucunun gerisi ile, Mont-Saint-Jean Ovası'nın gerisi, Soignes ormanıdır.
Ovaya gelince, dalgalı geniş bir arazi hayal edilmelidir; öyle ki, her kıvrım bir sonrakine hâkim olsun ve bütün dalgalar Mont-Saint-Jean'a doğru vursun ve orada ormana varsın.
Bu savaş alanında iki düşman ordusu tıpkı iki pehlivan gibidir. Birbirlerinin beline sarılmışlardır. İkisi de birbirini yere çalmaya çalışır; rastgele her şeye yapışılır, bir çalılık, bir dayanak noktası olur; bir duvar köşesi bir göğüs siperi vazifesi görür; sırtını verecek bir istihkâm parçası bulamayan bir alay tabanları yağlar; ovada küçük bir çöküntü, arazideki bir engebe, tam yerinde enlemesine geçen bir patika, bir koruluk, bir sel yatağı, ordu denen bir devi topuğundan yakalayabilir ve onun geri çekilmesini engelleyebilir. Savaş meydanının dışına çıkan yenilmiş demektir. Bunun için sorumlu komutanın en ufak bir ağaç kümesini bile incelemesi, en küçük bir topografya kabartısı üzerinde bile derin derin düşünmesi gerekir.
Her iki general de bugün Waterloo Ovası denen Mont-Saint-Jean Ovası'nı dikkatle incelemişlerdi. Wellington, daha bir yıl önce zekice bir ileri görüşlülükle, bu ovayı çıkması muhtemel büyük bir savaşta kullanılabilecek bir meydan olarak incelemişti. 18 Haziran günü, bu arazi üzerinde bir kapışma için en elverişli olan mevkiyi Wellington almış, Napo-
-30-
leon'a kötüsü kalmıştı. İngiliz ordusu yukarıda, Fransız ordusu aşağıdaydı.
18 Haziran 1815 günü gün ağarırken Na-poleon'u Rossomme tepelerinde at üstünde, elinde dürbünüyle resmetmeye kalkışmak fazla olur. Göstermeye gerek yoktu, herkes onu gördü. Brienne askeri okulunun küçük şapkası altındaki bu şahin profil, bu yeşil üniforma, nişanlarını örten beyaz astarlı devrik yaka, apoletleri örten redingot, yelek altından görünen kırmızı lejyon kordonunun köşesi, deri pantolon, dört köşesine üzeri taşlı N harfleri işlenmiş al kadifeden örtüsüyle beyaz at, ipek çoraplar üzerine çekilmiş süvari çizmeleri, gümüş mahmuzlar -bütün bu görüntüsüyle Sezarlann sonuncusu bugün hâlâ hafızalarda canlı durmakta, bazıları bu görüntüye alkış tutarken, bazıları da ona ters ters bakmaktadır.
Bu görüntü uzun zaman hep ışığa gömülü kaldı. Nedeni de, çoğu kahramanların çevrelerine yaydıkları ve daima az ya da çok, uzun bir süre gerçekleri gözlerden saklayan bir tür efsanevi karanlıktır. Ama bugün artık tarih yazılıyor, gün doğuyor.
Tarih; bu aydınlık merhametsizdir; garip ve ilahi tarafı şudur ki, ışık olmasına rağmen ve özellikle ışık olduğu için, daha önceleri ışıklar görülen yere çoğu zaman gölgeler düşürür; aynı insandan iki farklı hayalet ortaya çıkarır ve bunlardan biri ötekine saldırır; onu yargılar, zorbanın karanlığı, komutanın parlaklığıyla cebelleşir. Böylece halkların nihai değerlendirilişinde daha doğru bir ölçü orta-
-31-
ya çıkar. Tecavüze uğrayan Babil, İskender'i küçültür; zincire vurulan Roma, Sezar'ı küçültür; katledilen Kudüs, Titus'ü küçültür. Zorbanın ardından baskıcı bir rejim gelir. Ardında kendine benzer bir karanlık bırakmak bir insan için felakettir.
5. Çarpışmaların 'Quid Obscurum'u*
Bu savaşın birinci evresini herkes bilir. Karışık, kararsız, tereddütlü, her iki ordu için de tehditkâr, ama Fransızlardan çok, İngilizler için tehditkâr bir başlangıç.
Bütün gece yağmur yağmış, toprağı çökertmişti. Sular, taslarda birikir gibi, orada burada, ovanın çukurlarında toplanmıştı. Bazı yerlerde nakliye arabalarının dingillerine kadar yükselmekteydi; beygirlerin kannlann-daki kolanların altından sulu çamur damlıyordu. İlerleyen bu araba hengâmesinin yere yatırdığı buğdaylarla
çavdarlar, çamurdaki derin tekerlek izlerini doldurup tekerleklere yatak vazifesi görmeseydi her türlü hareket, özellikle Papelotte yakınlarındaki vadilerde imkânsız olurdu.
Harekât geç başladı. Çünkü daha önce de anlattığımız gibi Napoleon'un stratejisi, topçuyu tabanca gibi elinde tutmaktı; bu tabancayı savaşın bazen şu, bazen de bu noktasına doğrulturdu; bu nedenle, koşulu bataryaların dörtnala serbestçe hareket edebilmelerini bekledi; bunun içinse güneşin yüzünü gösterip toprağı kurutması gerekiyordu. Ama güneş çıkmadı. Güneşle Austerlitz'deki bu-
* Lat.: Karanlık nedenleri.
-32-
luşma burada yoktu. İlk top patladığında İngiliz Generali Colville saatine baktı ve on biri otuz beş geçtiğini gördü.
Harekât, Fransızların sol kanadından Ho-ugomont üzerine doğru hışımla, hem de belki imparatorun istediğinden de fazla bir hışımla başladı. Aynı anda Napoleon, Quiot'nun tugayını Haie-Sainte üzerine sürerek merkeze doğru saldırıya geçti. Ney de, Fransız sağ kanadını, arkasını Papelotte'a dayayan İngiliz sol kanadına, karşı saldırıya geçirdi.
Hougomont üzerine yapılan saldın aldatmacaydı; Wellington'u oraya çekerek, sola yatmasını sağlamak; plan buydu. Eğer dört İngiliz muhafız birliğiyle Perponcher tümeninin mert Belçikalıları mevzilerini sıkıca koru-masalardı bu plan başarıya ulaşırdı, ama bu durumda Wellington kuvvetlerini oraya yığacak yerde, takviye olarak sadece dört muhafız bölüğüyle Brunswick'in bir taburunu göndermekle yetindi.
Fransız sağ kanadının Papelotte'a saldırmasının amacı İngiliz sol kanadını tepelemek, Bruxelles yolunu kesmek, yardıma gelmeleri muhtemel olan Prusyalılara geçit vermemek, Mont-Saint-Jean'ı zorlamak, Wellington'u Hougomont'a, oradan Braine-1'Alleud'e, oradan da Hal'e doğru sürmekti; bundan daha açık bir şey olamaz. Birkaç aksama bir yana, bu saldırı başarılı oldu. Papelotte alındı; Haie-Sainte zaptedildi.
Bu arada ayrıntılara ait bir noktayı da belirtelim: İngiliz piyade birliklerinde, özellikle Kempt'in tugayında çok sayıda yeni devşirme
-33-
asker vardı. Bu genç erler bizim korkunç piyadelerimiz karşısında kahramanca çarpıştılar; tecrübesizliklerine rağmen, işin içinden yiğitçe sıyrılmasını bildiler. Özellikle nişancı erler olarak mükemmel hizmet gördüler; nişancı asker, kendi başına bırakıldığında adeta kendi kendisinin generali olur; bu devşirme erler Fransızların mucitliğinden ve hışmından örnekler verdiler. Bu acemi piyadelerde kabına sığmayan bir yan vardı. Bu da, Wellington'un hoşuna gitmedi.
Haie-Sainte'in zaptedilmesinden sonra savaşın gidişatı sallantılıydı.
O savaş günü, öğle vaktinden saat dörde kadar karanlık bir bölüm vardır; savaşın orta yeri hemen hemen fark edilmez ve göğüs gö-ğüse mücadelenin karanlığına boyanmış gibidir. Alacakaranlık çökmüştür. Bu sisin içinde geniş çalkantılar, baş döndürücü bir serabın içinde, o dönem savaşlarının bugün artık hemen hemen hiç bilinmeyen kıyafetleri fark edilir; şeritleri uçuşan kalpaklar, sallanan yan çantalar, çapraz askılar, el bombası kutuları, süvarilerin sırmalı ceketleri, bol kıvrımlı kırmızı çizmeler, saçaklı kaytanla çevrilmiş ağır kasketler; İngilizlerin al renkli piyadelerine karışan Brunswick'in siyah piyadeleri; İngiliz askerlerinin omuz başlarında apolet yerine kalın yuvarlak beyaz fitiller, Hannover-li hafif süvarilerin başında bakır şeritli ve kırmızı kıldan sorgucu dar, uzun miğferler; İs-koçyalıların dizleri çıplak, sırtlarında damalı kaputlar; kumbaracılarımızın uzun beyaz tozlukları... Stratejik çizgiler değil, tablolar, Gri-
-34-
II
beauval'e değil, Salvator Rosa'ya layık şeyler. Bir savaşa daima bir miktar fırtına karışır. Quid obscurum, quid divinum.* Her tarihçi bu gibi hengâmeleri resmederken biraz da kendi hoşuna giden profili çizer. Generallerin stratejisi ne olursa olsun, silahlı kitlelerin birbirleriyle çarpışmasından önce hesaplanmasına imkân olmayan geri tepmeler doğar; iki komutanın her iki planı eylemde iç içe girer ve karşılıklı olarak birbirlerini bozar. Nasıl bazı topraklar daha çok ya da daha az emici olur da, üzerlerine dökülen suyu daha çabuk ya da daha geç emerlerse, savaş meydanının falan noktası da, filan noktasına göre daha fazla savaşçı yutar ve ti noktaya istendiğinden daha çok asker dökmek zorunda kalınır. Bunlar beklenmedik harcamalardır. Savaş hattı bir ip gibi dalgalanır ve eğrilip bükülür, kandan seller çılgınca akar, orduların cepheleri dalgalanır, savaşa giren ya da çıkan birlikler körfezler, burunlar oluşturur, bütün o deniz kayalıkları birbirlerinin önünde durmadan hareket eder; piyadenin olduğu yere topçu gelir; topçunun olduğu yere süvari; taburlar duman gibidirler. Oralarda bir şey vardır, ararsınız, kaybolmuştur; açıklıklar yer değiştirir; karanlık kıvrımlar ileri gider, geri gelir; adeta bir ölüm rüzgârı bu kanlı ve korkunç yığınları öne iter, geri atar, şişirir, dağıtır. Göğüs göğüse çarpışma nedir? Bir sarkaç hareketidir. Matematiksel planın hareketsizliği ancak tek bir dakikayı gösterir, bütün bir günü değil. Bir savaşı resmedebilmek için fırça-
Lat.: Karanlığın nedenleri kutsal nedenler. -35-
sında kaoslar olan güçlü ressamlar gerekir; Rembrandt bu işte Von der Meulen'den daha iyidir. Öğle vaktinde doğru söyleyen Van der Meulen, saat üçte yalan söyler. Geometri yanıltır; doğru olan sadece kasırgadır. Folard'a, Polybe'e itiraz etme hakkını veren işte budur. Şunu da ekleyelim: Öyle bir an gelir ki, savaş soysuzlaşıp dövüş olur, nüfus azalır, ayrıntılara ait sayısız olaylar halinde dağılır, bizzat Napoleon'un ifadesiyle söylersek: "Ordunun tarihinden çok, birliklerin biyografisine ait" bir şey olur. Bu takdirde, tarihçinin özetleme hakkına sahip olduğu açıktır. Tarihçi, mücadeleyi ancak bellibaşlı çizgileriyle kavrayabilir; hiçbir anlatıcı, ne kadar titiz olursa olsun, savaş denilen o dehşetengiz bulutun şeklini mutlak bir sadakatle tespit edemez.
Bütün büyük ordu çarpışmaları için geçerli olan bu konu, özellikle Waterloo için de geçerlidir.
Ancak öğleden sonra öyle bir an geldi ki, savaşın gidişatı netleşti.
6. Öğleden Sonra Saat Dörtte
Saat dörde doğru İngiliz ordusunun durumu vahimdi.
Orange Prensi merkeze, Hill sağ kanada, Picton da sol kanada komuta ediyordu. Orange Prensi kendinden geçmişçesine ve yiğitçe Hollandalılarla Belçikalılara sesleniyordu: "Nassau! Brunswick! Sakın geri çekilmeyin!" Zayıf düşen Hill, sırtını Wellington'a dayamış, Picton ölmüştü. İngilizler, Fransızlardan 105'inci alay sancağını ele geçirdikleri daki-
-36-
kada Fransızlar da İngiliz Generali Picton'u bir kurşunla başından vurup öldürmüşlerdi. Wellington için savaşın iki dayanak noktası vardı: Hougomont ve Haie-Sainte. Hougo-mont hâlâ dayanıyordu, ama alevler içindeydi; Haie-Sainte ise zaptedilmişti. Burayı savunan Alman taburundan sadece kırk iki kişi yaşıyordu; biri hariç bütün subaylar ölmüş ya da esir alınmıştı. Bu ambarın içinde üç bin savaşçı birbirini katletmişti. İngiltere'nin ilk boksörü, İngiliz muhafızlardan bir çavuş, arkadaşları arasında yenilmez olarak ün yapmış bir Fransız trampetçisi tarafından orada öldürülmüştü. Baring tuttuğu mevziden atılmış, Alten kılıçlannîiştı. Birçok sancak kaybedilmişti; aralarında Alten tümeninin sancağı ile Lunebourg taburunun Deux-Ponts ailesinden bir prens tarafından taşınan sancağı da vardı. Kurşuni üniformalı İskoçyalılar artık yoktular; Ponsonby'nin iri kıyım ejderhaları doğranmışlar, bu cesur süvariler karşısında çökmüşlerdi; bin iki yüz attan geriye altı yüzü kalmış; üç yarbaydan ikisi yere serilmişti, Hamilton yaralıydı, Mater ölmüştü. Yedi mızrak darbesi alan Ponsonby düşmüş, Gordon ölmüş, Marsh ölmüştü, iki tümen -beşinci ve altıncı tümenler- imha edilmişlerdi.
Hougomont'un bir parçası koparılmış, Haie-Sainte zaptedilmiş olduğuna göre, geriye bellibaşlı bir tek nokta kalıyordu: Merkez. Bu esas nokta henüz dayanmaktaydı. Wellington Merbe-Braine'de bulunan Hill'i ve Braine-l'Alleud'da bulunan Chasse'i getirerek burayı takviye etti.
-37-
İngiliz ordusunun biraz içerlek, çok kalabalık olan merkezi, sağlam bir şekilde mevzi-lenmişti. Mont-Saint-Jean Ovası'nı boydan boya kaplıyordu, gerisinde köy, önünde de o zamanlar hayli dik olan bayır vardı. Sırtını, o devirde Nivelles'in beylik mallarından olan ve yolların kavşak noktasını oluşturan o güçlü taş binaya dayamıştı. On altıncı yüzyıldan kalma bu taş yapı öylesine sağlamdı ki, gülleler çarptığında hiçbir zarar görmeden sekip gidiyordu. İngilizler yaylanın çevresinde bulunan çitleri yer yer kesmişler, akdikenlerin içinde aralıklar açmışlar, iki dal arasına bir namlu ağzı yerleştirmişler, çalılıklarda mazgallar yapmışlardı. Topçular fundalıkların gerisinde pusudaydı. Tuzağı kabul eden savaş kurallarına uygun olduğu kuşku götürmez kurnazlıktaki bu konuşlanma öyle güzel yapılmıştı ki, imparator tarafından sabah saat dokuzda düşman bataryalarını keşfe gönderilen Haxo, hiçbir şey görememiş ve dönüşünde Napoleon'a Nivelles ve Genappe yollarını kesen iki barikat dışında engel olmadığını bildirmişti. Ekinlerin yüksek olduğu mevsimdi; yaylanın kenarında 95'inci Kempt tugayı, karabinalarla donanmış bir halde, uzun buğdayların arasına yatmıştı.
Böylece güvence altına alınmış ve desteklenmiş bulunan İngiliz-Hollanda ordusu iyi durumdaydı.
Bu konuşlanma için tehlike, Soignes ormanıydı. Bu orman o tarihlerde savaş meydanına bitişikti ve Groenendael ve Boitsfort golleriyle kesiliyordu. Bir ordunun dağılmadan
-38-
buradan geri çekilmesi mümkün değildi; birlikler hemen çözülüverirler, topçular, bataklıkta kaybolurlardı. Meslekten birçok kişinin düşüncesine göre -birtakım kişiler her ne kadar buna karşı çıksa da- buradan geri çekilme ancak herkesin kendi başının çaresine bakmasıyla mümkün olabilirdi.
Wellington, sağ kanattan aldığı Chasse tugayı ile sol kanattan aldığı Wincke tugayını ve ayrıca Clinton tümenini merkeze ekledi; kendi İngilizlerine, Halkett alaylarına, Mitchell tugayına, Maitland muhafızlarına destek ve yedek olarak Brunswick'in piyadelerini, Nassau'nun kontenjanını, Kielmansegge'nin, Hannoverlilerin ve tDmpteda'nın Almanlannı verdi. Sonuçta, elinin altında yirmi altı tabur bulunuyordu. Charras'ın dediği gibi, "Sağ kanat arkasına doğru kıvrıldı." Bugün 'Waterloo Müzesi' denilen yerde, kum torbalanyla gizlenmiş muazzam bir topçu bataryası
sonra Waterloo'yu tekrar gördüğünde, "Benim savaş meydanımı değiştirmişler!" diye haykırmıştı. Bugün, üstünde aslan bulunan yüksek piramidin olduğu yerde bir tepe vardı; Nivelles yoluna doğru zahmetsiz bir yokuşla indiği halde, Genappe şosesi tarafında enikonu sarp bir yamaçtı. Bu yamacın yüksekliği Genappe-Bruxelles yolunu kapayan iki büyük mezarın oluşturduğu iki tümseğe oranla bugün bile ölçülebilir. Bu
Lat.: Sert pas.
-46-
tümseklerden biri soldaki İngiliz mezan; sağdaki de Alman mezandır. Fransız mezan yoktur. Fransa için bütün ova baştan başa amt mezardır. Yüz elli ayak yüksekliğinde ve çevresindeki yanm millik tepecik için kullanılan binlerce araba dolusu toprak sayesinde Mont-Saint-Jean Ovası bugün artık tatlı bir meyille ulaşılabilir hale gelmiştir. Oysa ki savaş günü, özellikle Haie-Sainte tarafında son derece sarp ve keskindi. O taraftaki yamaçlar o kadar meyilliydi ki, İngiliz topçuları vadinin dibinde bulunan ve çatışmanın ağırlık merkezini oluşturan çiftlik altlarında olduğu halde görmüyorlardı. 18 Haziran 1815 günü yağmurlar bu sarp yamaçta bir de oyuklar açmıştı, oluşan balçık, çıkışı büsbütün zor-laştınyor, yalnızca tırmanmakla kalınmıyor, çamura bulanılıyordu. Yaylanın tepesi boyunca bir tür hendek uzanmaktaydı; uzaktan bakan birinin fark etmesine imkân olmayan bir hendekti bu.
Bu hendek neydi? Söyleyelim: Braine-1'Al-leud bir Belçika köyüdür, Ohain de bir başka Belçika köyü. Her ikisi de arazinin eğimleri içine gizlenmiş olan bu köyler yaklaşık yedi buçuk kilometre uzunluğunda bir yolla birbirlerine bağlanmışlardır. Bu yol dalgalı bir ovayı keser ve çoğunlukla tepelere bir sapan ipi gibi girip gömülür. Bu yüzden, birçok yerde bu yol bir sel yatağıdır. Bugün olduğu gibi, 1815'te de bu yol Mont-Saint-Jean Ova-sı'nın tepesini Genappe'a ve Nivelles'e giden iki şosenin arasından kesmekteydi; yalnız, bugün ovayla aynı düzeyde olduğu halde, o
-47-
zaman çukur bir yoldu. Şimdi, iki yamacını anıt tepecik için almışlar. Bu yol güzergâhının büyük bir kısmı siper halindeydi ve hâlâ da öyledir. Yer yer on iki ayak derinliğe varan oyuk bir siper ki, oldukça dik olan yamaçları, hele kışın sağanakların etkisiyle yer yer çöküyordu. Bu yüzden kazalar olurdu.
Braine-l'Alleud girişinde yol öyle dardı ki, mezarlığın yanı başına dikilmiş taş bir haçtan da anlaşıldığı gibi, bir yolcu burada bir araba tarafından çiğnenmişti. Haçtaki yazı ölünün adını, 'Mösyö Bernard Debiye, Bru-xelles'de tüccar' kaza tarihini de 'Şubat 1637' olarak bildirmektedir.* Mont-Saint-Jean Ova-sı'nda yol o kadar derinleşiyordu ki, yine başka bir taş haçtan anlaşıldığına göre, Mathieu Nicaise adında bir köylü 1783 yılında bir yamaçta meydana gelen heyelan yüzünden ezilerek ölmüştü. Haçın tepesi toprak ekilip biçilirken kaybolmuştu, ama devrik kaidesini Haie-Sainte ile Mont-Saint-Jean çiftliği arasındaki şosenin çimenlik bayırında bugün bile görmek mümkündür.
Bir savaş günü, Mont-Saint-Jean tepesini çevreleyen ve varlığına dair hiçbir işaret bulunmayan bu çukur yol, sarp bayırın doru-ğundaki bu hendek, toprakta gizlenmiş olan
Mezar taşındaki kitabe şöyle: ŞUBAT 1637'DE BRÜKSEL
(...)'DE BİR ARABA KAZASINDA
ÖLENLER
MONSIEUR BERNARD DEBRYE MARCHAND
-48-
bu derin tekerlek izleri görünmez bir haldeydi; yani dehşetli tehlikeliydi.
8. İmparator, Kılavuz Lacoste'a Bir Soru Soruyor
İşte böyle, Waterloo sabahı Napoleon memnundu.
Hakkı da vardı, çünkü belirttiğimiz gibi, tasarladığı savaş planı gerçekten mükemmeldi.
Ama savaş başlar başlamaz çeşitli cilveleri birbirini kovaladı. Hougomont'un direnmesi, Haie-Sainte'in inatçılığı, Bauduin'in vurulup ölmesi, Foy'un savaş dışı kalması, Soye tugayının umulmadık bir duvarla karşılaşıp kırılması, ne patlayıcı maddesi ne de barut torbası olan Guilleminot'un felaket derecedeki şaşkınlığı, bataryaların çamura saplanması, yanında kimse olmayan on beş parça topun Uxbridge çukuruna devrilmesi, İngiliz hatlarına düşen bombaların fazla etkili olmaması ve ayrıca yağmurda ıslanan toprağa gömülerek sadece çamur volkanları oluşturmakla kalması ve böylece misketlerin çamur fıskiyelerine dönüşmesi, Pire'nin Braine-l'Alleud üzerine gereksiz gösteri çıkışı ve sonuçta on beş taburluk bütün bu süvari kuvvetinin tamamen yok olması; İngiliz sağ kanadının bu işten az tedirgin olmuş, sol kanadının da az hırpalanmış olarak çıkması, birinci kolordunun dört tümenini kademeli bir şekilde dizecek yerde, bir araya yığan Ney'in garip düşüncesizliği ve böylece bulunduğu yerin yedi sıralık bir derinliğin ve iki yüz askerlik bir cephenin mermi parçalarına terk edilme-
-49-
si, güllelerin bu kitleler içinde korkunç gedikler açması, hücum kollarının çözülmesi, çapraz atış bataryası kanatlarının birdenbire açıkta kalması, Bourgeois, Donzelot ve Du-rutte'ün zor duruma düşmeleri, Quiot'nun
püskürtülmesi, Genappe-Bruxelles yolunun dönemecini kesen İngiliz barikatının yukarıdan aşağı açtıkları ateş altında Haie-Sainte kapısını baltayla zorladığı sırada politeknik okulu mezunu Herkül yapılı Yarbay Vie-ux'nun yaralanması, piyadeyle süvari arasında kalan Marcognet tümeninin buğday tarlaları içinde Best ve Pack tarafından tam hedeften kurşunlanması ve Ponsonby tarafından da kılıçtan geçirilmesi, yeni toplann ateşleme deliklerinin tıkanarak iş görmez hale getirilmesi, Erlon kontunun bütün gayretlerine rağmen Saxe-Weimar prensinin Frische-mont'u ve Smohain'i zaptedip elde tutması, 105'inci Alay Sancağı ile 45'inci Alay Sanca-ğı'nın düşman eline geçmesi, Wavre ve Plan-cenoit arasında yollan kolaçan eden üç yüz kişilik seyyar aracı kolunun takipçileri tarafından Prusyalı bir siyah süvarinin yakalanması ve bu süvarinin anlattığı kaygı verici şeyler, Grouchy'nin gecikmesi, Hougo-mont'daki meyve bahçesinde bir saatten kısa bir süre içinde bin beş yüz kişinin öldürülmesi, Haie-Sainte çevresinde daha da kısa bir sürede bin sekiz yüz kişinin yere serilmesi; bütün bu fırtınalı olaylar Napoleon'un gözlerinin önünden savaş bulutlan gibi gelip geçmiş, bakışlannı belki şöyle bir bulandırmış, ama kesin inancını, imparatorca çehresini
-50-
asla karartmamıştı. Napoleon savaşa gözlerini ayırmadan bakmaya alışıktı; hiçbir zaman rakam rakam aynntılann acıklı toplamını çıkarmazdı; rakamlar onun için önemli değildi. Yeter ki, istenen toplamı -zaferi- versinler; başlangıçlar kaybedilebilirdi, onu hiç kaygı-landırmazdı, sonucun avucunun içinde olduğuna inanırdı; kendisini sorunlann dışında sayarak beklemesini bilir, kaderle boy ölçüşmeye kalkardı. Talihin yüzüne, "sende o cesaret ne gezer," der gibiydi.
Yan yanya ışık ve gölge plan Napoleon, iyilikte korunduğunu, kötülükte hoşgörü gördüğünü düşünürdü. Olaylar, kendisiyle bir ortaklık, deyim yerindeyse bir suç ortaklığı içindeydiler ya da o böyle olduğuna inanırdı; antik çağın yara almazlık inancına eşit bir şey.
Oysa, insanın arkasında Beresina, Leip-sick ve Fontainebleau olunca, Waterloo'da kuşkulu ve temkinli olacağı sanılırdı. Gökyüzünün derinliklerinde esrarengiz bir kaş çatılması açıkça görülmeye başlamıştı.
Wellington gerilediği an Napoleon ürperdi. Mont-Saint-Jean Ovası'nın boşaldığını ve birden İngiliz ordusunun gözden kaybolduğunu gördü. İngiliz ordusu yeniden toplanıyor, ama çekiliyordu. İmparator üzengileri üzerinde yan doğruldu. Gözlerinde zafer şimşeği çaktı.
Wellington'un Soignes ormanına sıkıştın-lıp mahvedilmesi, İngiltere'nin Fransa tarafından kesin olarak yere serilmesi demekti; Crecy'nin, Poitiers'in, Malplaquet'nin ve Ra-mülies'nin intikamıydı bu. Marengo kahramanı, Azincourt'u silip süpürmekteydi.
-51-
O zaman imparator, savaşın bu müthiş cilvesini düşünerek dürbününü son bir defa daha savaş meydanının her bir noktası üzerinde dolaştırdı. Muhafız gücü, onun gerisinde, silahının dipçiğini ayağına dayamış aşağıdan onu adeta dini bir huşu ile seyrediyordu. İmparator düşünüyordu; vadi yamaçlarını gözden geçiriyor, meyilleri inceliyor, ağaç kümesini, çavdar tarlasını, patikayı inceliyor, sanki her çalılığı teker teker sayıyordu. Biraz uzunca bir süre iki şose üzerindeki İngiliz barikatlarına baktı. Kesilmiş ağaçlardan iki geniş yığındı bunlar. Haie-Sainte üzerinden geçen Genappe şosesindeki barikat iki topla donatılmıştı. Bütün İngiliz topçu kuvveti içinde savaş meydanını derinlemesine görebilen toplar yalnız bunlardı. Nivelles şosesi üzerindeki öbür barikatta ise Hollandalıların Chas-se tugayına ait süngüler parıldamaktaydı. İmparator bu barikatın yanında Braine-l'Alle-ud'e giden ara yolun köşesinde beyaza boyalı eski küçük Saint-Nicolas kilisesini fark etti. Eğilerek alçak sesle kılavuz Lacoste'la konuştu. Kılavuz başıyla olumsuz, muhtemelen kalleşçe bir işaret yaptı.
İmparator doğruldu, toparlandı.
Wellington geri çekilmişti.
Bu geri çekilmeyi ezerek tamamlamaktan başka yapacak bir iş kalmamıştı.
Napoleon birden arkaya dönerek, savaşın kazanıldığını bildirmek üzere Paris'e doludizgin bir haberci gönderdi. Napoleon, gök gürültüleri saçan dehalardan biriydi. Yıldırımını indireceği yeri bulmuştu.
-52-
Milhaud'nun zırhlı süvarilerine Mont-Sa-int-Jean Ovası'nı ele geçirmeleri emrini verdi.
9. Beklenmedik Durum
Üç bin beş yüz kişiydiler. Yaklaşık bin iki yüz elli metrelik bir cephe oluşturuyorlardı. Çok iri beygirlere binmiş dev gibi adamlardı. Yirmi altı taburdular. Arkalarında onları desteklemek üzere Lefebvre-Desnouettes'in tümeni, yüz altı seçme jandarma, muhafız gücü avcıları -bin yüz doksan yedi kişi- ile yine muhafız gücü mızraklı süvarileri -sekiz yüz seksen mızrak- bulunuyordu. Sorguçsuz miğfer, dövme demirden zırh, kuburluklar içinde eyer tabancaları ve'tek yanı keskin uzun kılıçlar taşıyorlardı. Sabahleyin saat dokuzda borular öter, bütün mızıkalar 'imparatorluğun selameti uğruna' marşını çalarken, geniş kol halinde bataryalarından biri bir yanlarında, öbürü arkalarında olmak üzere Genappe şosesiyle Frischemont arasında iki saf halinde yayılarak o güçlü ikinci savaş hattındaki mevzilerini aldıklarında bütün ordu onları hayranlıkla seyretmişti. Napoleon tarafından büyük bir
ustalıkla düzenlenen bu ikinci savaş hattının sol ucunda Keller-mann'ın, sağ ucunda da Milhaud'nun zırhlı süvarileri vardı; yani bu hattın adeta iki demirden kanadı vardı.
Yaver Bernard onlara imparatorun emrini iletti. Ney, kılıcını çekip başa geçti. Muazzam taburlar şöyle bir sarsıldılar.
O zaman harikulade bir manzara görüldü: Bütün bu süvari birliği, kılıçlar havada,
-53-
sancaklar, borazanlar rüzgârda, her tümen bir kol oluşturacak şekilde düzenlenmiş, aynı hareketle, tek bir insanmış gibi bir gedik açan, bronzdan bir koçbaşı dakikliği içinde Belle-Alliance tepesinden aşağı indi, şimdiye kadar bunca insanın düşmüş olduğu korkunç derinliğe daldı, dumanlar arasında kayboldu, sonra bu gölgeden çıkıp vadinin öbür tarafında yeniden göründü, hepsi bir bütün olarak iç içeydiler; tepesinde patlayan bir şarapnel bulutu arasından hızla Mont-Saint-Jean Ova-sı'nın çamurlu korkunç yamacını çıkmaya başladılar. Süvariler gururlu, tehditkâr, sarsılmaz bir şekilde yukarıya doğru yükseliyor-lardı. Tüfek ve top ateşleri ara verdikçe bu dev adımların sesi duyuluyordu. İki tümen olduklarından iki koldular; sağdaki Wathier tümeni, soldaki Delord tümeniydi. Uzaktan bakıldığında çelikten iki muazzam yılan, yaylanın tepesine doğru uzanıyor gibi görünüyordu. Bu savaş, tecelli eden bir harika oldu.
Büyük Moskova tabyasının ağır süvariler tarafından ele geçirilmesinden bu yana böyle bir şey görülmemişti. Bu defa Murat yoktu, ama Ney vardı. Sanki bu kitle canavar kesilmişti ve tek bir ruhu vardı. Her tabur dalgalanıyor, tıpkı bir ahtapotun kollan gibi şişiyor-du. Yer yer aralanmış geniş bir duman arasından görünüyorlardı. Miğferler, haykırışlar, kılıçlar birbirine karışmış, top ve mızıka sesleri, at sağrılarının telaşlı sıçrayışları, disiplinli ve korkunç bir hengâme ve bunun üstünde de ejderin sırtındaki pullar gibi zırhlar.
Bu anlatılanlar başka bir çağa ait gibidir.
-54-
Buradaki vizyon gibi bir şeyi ancak eski Orpheus destanlarında bulmak mümkündür; yarı at, yan insanlardan, antik çağın hippant-hrop'lanndan, bu insan yüzlü, beygir gövdeli • dörtnala Olympus dağını aşan korkunç, yaralanmayan dev titanlardan, ilah ve hayvanlardan söz eden Orpheus destanlannda...
Garip bir sayı rastlantısı olarak bu yirmi altı süvari taburunu, yirmi altı piyade taburu karşılamaya hazırlanmaktaydı. Yaylanın tepesinin gerisinde, kamufle edilmiş bataryanın gölgesinde İngiliz piyadesi bekliyordu. On üç kare* olarak düzenlenmişti, her karede iki tabur vardı; iki hat oluşturuyorlardı, birinci hatta yedi, ikincisinde altı kare bulunuyordu, dipçik omuzda, nişan alınmış vaziyette sakin, sessiz, hareketsizdi. Ne o zırhlı süvarileri ne de zırhlı süvariler onu görüyorlardı. İngiliz piyadesi bu insan dalgasının yükselen sesini dinliyordu. Üç bin atın gittikçe büyüyen gürültüsünü, nallann hızla, ritmik bir şekilde yere vuruşunu, zırhlann hışırtısını, kılıçlann şakırtısını ve bir de vahşi, büyük bir soluk duyuluyordu. Korkunç bir sessizlik oldu; sonra birdenbire kılıç sallayan, havaya kalkmış uzun bir sıra kol belirdi tepenin üstünde ve miğferler, borazanlar, sancaklar ve de haykıran üç bin kırçıl bıyıklı kafa: "Yaşasın imparator!" Bütün bu süvari kitlesi yaylaya boşaldı. Adeta bir yer sarsıntısı oldu.
Ama birdenbire -feci bir şey- İngilizlerin solunda, bizim sağımızda, zırhlı süvariler ko-
Eski savaşlarda askerlerin bir tür diziliş düzeni. Karelerin dört yanı düşmana dönük olurdu.
-55-
lunun baş tarafı müthiş bir gürültüyle şaha kalktı. Tepenin en yüksek noktasına geldiklerinde, kendilerini doludizgin öfkelerine ve karelere ayrılmış toprağın üzerine doğru bir imha etme yarışına kaptırmış olan zırhlı süvariler, o anda kendileriyle İngilizler arasında bir hendek, bir çukur bulunduğunu fark etmişlerdi. Ohain çukur yoluydu bu.
Olağanüstü müthiş bir andı. Çukur yol oracıkta, atların ayaklan dibinde dimdik, iki yamacı arasında iki kulaç derinliğiyle gepge-niş açılmış duruyordu. İkinci sıra birinciyi itti, üçüncü sıra ikinciyi, atlar havaya doğru dikiliyor, kendilerini geriye atıyor, sağrılarının üzerine düşüyor, süvarileri ezerek, altüst ederek, dört ayaklan havada kayıyorlardı. Gerilemek imkânsızdı, bütün süvari kolu hızla fırlatılmış bir cisim, bir mermi kesilmişti, İngilizleri ezmek için alınan bu hız Fransızla-n ezdi, bu acımasız çukur ancak içi dolduktan sonra boyun eğebilirdi. Süvariler ve atlar karmakanşık, birbirlerini eze eze yuvarlandılar ve bu uçurumun içinde yekpare bir et yığını oldular. Hendek canlı insanlarla dolunca geri kalanlar üstünden yürüyüp geçtiler, Dubois tugayının hemen hemen üçte biri bu uçuruma yuvarlandı.
Bu, savaşın kaybedilmesinin bir başlangıcıydı.
Oralarda dolaşan şüphesiz abartmalı bir söylentiye göre Ohain çukur yoluna iki bin atla bin beş yüz insan gömülmüştür. Savaşın ertesi günü bu çukura atılan bütün öbür cesetlerin de bu rakama dahil olması mümkündür.
-56-
Bu arada şunu da belirtelim ki, böylesine bir felakete uğrayan Dubois tugayı daha bir saat önce başka bir atakta Lunebourg taburunun sancağını ele geçirmişti.
Napoleon, Milhaud'un zırhlı süvarilerine saldın emri vermeden önce araziyi inceden inceye gözden geçirmiş, ama yaylanın yüzeyinde bir kıvnntı bile yapmayan bu çukur yolu görememişti. Buna rağmen uyarmış ve temkinli olmaya çağırmış olacak ki, Napoleon kılavuz Lacoste'a belki de burada bulunması muhtemel bir engele dair bir soru sormuştu. Kılavuz, "hayır" diye cevap vermişti. îşte, Na-poleon'un felaketinin bu köylünün baş işaretinden doğduğu söylenebilir.
Başka bazı uğursuzluklar da ortaya çıkacaktır.
Napoleon'un bu savaşı kazanması mümkün müydü? Biz bu soruyu "değildi" diye ce-vaplandınyoruz. Niçin? Wellington nedeniyle mi? Blücher nedeniyle mi? Hayır, Tann'nın nedeniyle.
Bonaparte, Waterloo'da galip gelsin... On dokuzuncu yüzyılın yasasında artık böyle bir şey yazmıyordu. İçinde Napoleon'a yer olmayan başka bir olaylar dizisi hazırlanmaktaydı. Olaylann kötü niyetli olduğu kendini uzun zamandır belli etmekteydi.
Bu büyük adamın düşme zamanı artık gelmişti.
Bu adamın insanlığın kaderindeki aşın ağırlığı dengeyi bozuyordu. Bu kişi tek başına, dışındaki evrenden daha fazlaydı. İnsanlığın bütün hayatiyetinin tek bir adamın bey-
-57-
'¦¦f,-
ninde toplanması durumuna katlanılacak olursa, bu uygarlık için öldürücü olur. Hiç şaşmayan yüce adaletin karar verme saati gelip çatmıştı. Manevi düzende olduğu gibi, maddi düzende de, muntazam çekim güçlerinin bağlı oldukları prensipler ve unsurlar muhtemelen şikâyetçiydiler. Dumanı tüten kanlar, dolup taşan mezarlıklar, gözyaşı döken analar, bütün bunlar korkunç birer homurtuydular. Yeryüzü aşırı bir yükün altında acı çektiği zaman, karanlıktan esrarengiz iniltiler yükselir ve uçurum bu sesleri duyar.
Napoleon, sonsuzluğun katında suçlu ilan edilmiş ve düşmesi kararlaştırılmıştı.
Tann'yı rahatsız ediyordu.
Waterloo, bir savaş değil dünyanın çehresinin değişmesidir.
10. Mont-Saint-Jean Ovası
Çukur yolla birlikte bataryalar da maskesini atmıştı.
Altmış top ve on üç kare, zırhlı süvarileri yakın mesafeden kahredici bir ateşe tuttular. Yiğit General Delord, İngiliz bataryasını askerce selamladı.
Seyyar İngiliz topçusu dörtnala gelip karelerin içinde yer almıştı. Zırhlı süvariler bir an bile duraklamadılar. Çukur yolda uğradıkları felaket onları kırmış, ama cesaretlerini yok etmemişti. Sayılan azaldıkça cesareti artan insanlardandılar. Felaketten yalnızca Wathi-er kolu zarar görmüştü. Ney'in, sanki tuzağı sezmiş gibi, sola kaydırdığı Delord kolu hiç kayıp vermeden gelmişti.
-58-
Zırhlı süvariler İngiliz karelerine hışımla saldırdılar.
Atların karnı yere sürtünürcesine doludizgin, kılıçlar dişlerde, tabanca elde bir saldırıydı bu.
Savaşlarda öyle anlar vardır ki, ruh insanı sertleştirir, askeri heykel yapar, o anlarda bedenler baştan başa granit kesilir. Çılgınca saldınya uğrayan İngiliz taburlan yerlerinden kıpırdamadılar.
O zaman korkunç bir durum oldu:
İngiliz kareleri bütün cephelerinden birden saldınya uğradılar. Çevrelerini çılgınca bir insan girdabı sardı. Bu soğukkanlı piyadeler hiç oralı olmadı. Birincf sıra, dizini yere dayamış, zırhlı süvarileri süngülerle karşılıyor, ikinci sıra onlan kurşunluyordu; ikinci sıranın gerisinde topçular toplannı dolduruyor, karenin cephesi açılarak bir misket atışına yol verdikten sonra yeniden kapanıyordu. Zırhlı süvariler buna ezerek karşılık veriyorlardı. İri atlan şahlanıyor, sıralan aşıyor, süngülerin üzerinden atlıyor ve bu canlı dört duvarın ortasına dev gibi düşüyorlardı. Gülleler süvarilerin içinde delikler oyuyor, süvariler de karelerde gedikler açıyor, dizi dizi insanlar atların altında çiğnenerek yok oluyorlardı. Bu insan başlı, at vücutlu mahlûklann kannlan-na süngüler saplanıyor ve belki başka hiçbir yerde görülmemiş çirkinlikte yaralar açılıyordu. Bu hırsla kendinden geçmiş süvarilerin kemirdiği kareler hiç sarsılmadan daralmaktaydılar. Tükenmeyen misketleriyle saldıranların ortasında toplannı patlatıp duruyorlar-
-59-
di. Çarpışmanın görüntüsü dehşet vericiydi. Kareler artık tabur olmaktan çıkmış, birer volkan ağzı olmuştu. Zırhlı süvariler de artık süvarilikten çıkmış, fırtına olmuşlardı. Her tabur, bir bulutun saldırısına uğramış bir volkandı; lavlar yıldırıma karşı savaşmaktaydı.
Saldırıda hepsinden çok, açıkta olan sağ uçtaki kare boşlukta kaldığından daha ilk atışta tümüyle yok edildi. Bu, 75'inci Highlanders alayının planıydı. Karenin gaydacısı, çevresinde insanlar birbirlerini öldürürken, ortada bir davulun üstüne oturmuş, koltuğunda tulumu, ormanların, göllerin hayaliyle dolu hüzünlü bakışlarını yere indirmiş
dağ havalan çalıyordu. Yunanlılar nasıl Argos'u düşünerek öldülerse, İskoçlar da Ben Luthi-an'ı düşünerek ölüyorlardı. Bir zırhlı süvarinin kılıcı, tulumu da, onu taşıyan kolu da kesip, şarkıcıyı öldürerek şarkıyı susturdu.
Sayıları nispeten az olan, çukur yolun felaketiyle kırılan zırhlı süvariler, burada hemen hemen bütün İngiliz ordusuna karşı dövüşüyorlardı, ama her biri on kişiye bedel olduğundan sayılan artmaktaydı. Bu arada birkaç Hannover taburu dayanamayıp geri çekildi. Wellington bunu gördü, aklına kendi süvarileri geldi. Eğer o an Napoleon da kendi piyadelerini hatırlasaydı savaşı kazanırdı. Bu unutma, onun felaketine yol açan en büyük hatası oldu.
Saldındaki zırhlı süvariler birdenbire sal-dınya uğradıklarını gördüler. İngiliz süvarileri sırtlarına binmişti. Önlerinde kareler, arkalarında Somerset. Somerset demek; bin dört
-60-
yüz muhafız Dragon süvarisi demekti. So-merset'in sağında Alman hafif süvarileriyle Dornberg, solunda da Belçika karabinalany-la Trip vardı. Yandan, baştan, önden, arkadan, piyadesiyle süvarisiyle saldınya uğrayan zırhlı süvariler dört bir yana birden karşı koymak zorunda kaldılar. Ama bu onlara vız geliyordu. Bir girdap olmuşlardı. Bu kahramanlıklar artık sözle anlatılamazdı.
Aynca, durmadan gürleyen batarya da ar-kalanndaydı. Yoksa bu adamlann arkadan yaralanmaları başka türlü olamazdı. Bu süvarilere ait bir zırh, sol kürek kemiği hizasında bir karabina mermisiyle delinmiş olarak şimdi Waterloo müzesi koleksiyonlarf arasındadır.
Böyle Fransızlara karşı, böyle İngilizlerin bulunması gerekirdi.
Bu artık bir savaş değil, bir karanlık, bir çılgınlık, baş döndürücü bir ruh ve cesaret coşkunluğu, bir kılıç-şimşek kasırgasıydı. Bin dört yüz muhafız Dragon bir anda sekiz yüz kişi kalıverdi; komutanları Yarbay Fuller vurulup ölmüştü.
Lefebvre-Desnouettes'in mızrakları ve av-cılanyla, imdada Ney yetişti. Mont-Saint-Je-an Ovası alındı, tekrar alındı, bir daha alındı. Zırhlılar, süvarileri bırakıp yeniden piyadelere dönüyorlardı ya da daha yoğun bir deyişle; bütün bu muazzam kalabalık birbirine sanl-mış, hiç durmadan dövüşüp duruyordu. Kareler hâlâ dayanmaktaydı.
On iki saldın oldu. Ney'in altında dört at öldü. Zırhlı süvarilerin yansı yaylada kaldı. Bu mücadele iki saat sürdü.
-61-
İngiliz ordusu derinden sarsıldı. İlk darbeyi indirirken çukur felaketiyle güçten düşmüş olmasalardı, zırhlı süvariler hiç şüphe yok merkezi altedip, zaferi tayin edeceklerdi. Bu olağanüstü süvari, Talavera'yı, Badajoz'u görmüş olan Clinton'u şaşkınlıktan dondurmuştu. Dörtte üç yenilmiş olan Wellington, hayranlığını kahramanca dile getiriyor, yavaşça; "Sublimel"* diyordu.
Zırhlı süvariler on üç kareden yedisini yok ettiler, altmış topu ya ele geçirdiler ya da kullanılmaz hale getirdiler. İngiliz alaylarından altı sancak aldılar. Üç zırhlı süvari ile muhafız gücünden üç ayrı sancağı Belle-Alliance çiftliğinin önünde imparatora teslim ettiler.
Wellington'un durumu kötüleşmişti. Bu garip savaş, sanki gözü dönmüş iki yaralı arasındaki bir düelloydu. İki taraf da durmadan çarpışıp hasmına karşı koyarken olanca kanlarını kaybediyorlardı. İlk düşen acaba hangisi olacaktı?
Yayladaki çatışma devam ediyordu.
Zırhlı süvariler nereye kadar ilerlediler? Bunu kimse söyleyemez. Yalnız şurası muhakkak ki, savaşın ertesi günü Nivelles, Ge-nappe, La Hulpe ve Bruxelles dörtyolunun tam buluşup kesiştikleri noktada, Mont-Sa-int-Jean'da arabaların tartıldığı baskülün ahşap örtüsü altında, bir zırhlı süvari ile atı ölü olarak bulundular. Bu süvari İngiliz hatlarını yarmıştı. Bu cesedi kaldıranlardan biri bugün hâlâ Mont-Saint-Jean'da yaşıyor. Adı Dehaze. O tarihte on sekiz yaşındaymış.
¦ Kelime karşılığı: Splendid! (Harikulade!) -62-
Wellington, belinin gittikçe büküldüğünü hissediyordu. Kriz yakındı.
Zırhlı süvariler başarıya ulaşamamışlardı: Merkez çökmemişti. Herkes yaylaya sahip olduğuna göre, kimse ona sahip değil demekti. Ama yine de yaylanın büyük kısmı İngilizlerin elindeydi. Köyde ovanın en yüksek yeri Wel-lington'undu; Ney'in elinde sadece tepeyle yamaç vardı. Her iki taraf da bu uğursuz toprağa kök saldığını sanıyordu.
İngilizlerin düştükleri zayıf durum çaresiz gibi görünüyordu. Ordunun kan kaybı korkunçtu. Sol kanatta Kempt takviye isteyip duruyordu. "Takviye yok," diye karşılık veriyordu Wellington, "Ölsün!" Yaklaşık aynı dakikada, her iki ordunun da bitkin düştüğünü gösteren garip bir paralellik vardı. Ney de Na-poleon'dan piyade istiyor ve Napoleon şöyle bağırıyordu: "Piyadeymiş! Nereden bulacak-mışım? Yaratayım mı?"
Yine de her ikisinden en hasta olanı İngiliz ordusuydu. Bu demir zırhlı, çelik göğüslü büyük süvari taburlarının şiddetli itişleri piyadeyi ezmişti. Bu sancağın çevresinde toplanmış birkaç kişi bir alayın yerini belirliyor, filan ya da falan tabura artık sadece bir yüzbaşı ya da bir teğmen komuta ediyordu. Ha-ie-Sainte'de zaten iyice hırpalanmış olan Ailen tümeni hemen hemen mahvolmuştu. Van Kluze tugayının yiğit Belçikalıları Nivelles yolu
boyunca çavdarların içine serilmişlerdi. 181 l'de bizim saflarımıza katılıp Wellington'a karşı çarpışan, 1815'te ise İngilizlerle birleşip Napoleon'a karşı savaşan Hollandalı humba-
-63-
racılardan geriye hemen hemen hiçbir şey kalmamıştı. Subay kaybı çok fazlaydı. Ertesi sabah bacağını gömdürecek olan Lord Ux-bridge'in dizi parçalanmıştı. Zırhlı süvarilerin çarpışmasında Fransızlar, Delord, l'Heritier, Colbert, Dnop, Travers ve Blancard'ı saf dışı etmişlerdi, ama İngilizler de Alten ve Barne'i yaralamışlardı, Delancey ölmüştü, Van Mer-len ölmüştü, Ompteda ölmüştü, Welling-ton'un bütün kurmay heyeti kırılmış ve bu kanlı dengede en kötü pay İngiltere'nin hissesine düşmüştü. Piyade muhafız gücünün 2'nci alayı beş yarbay, dört yüzbaşı ve üç sancak, 30'uncu piyade alayının birinci taburu yirmi dört subay ve dokuz er kaybetmişlerdi, 79'uncu dağlılar alayından yirmi dört subay yaralanmış, on sekiz subayla dört yüz elli er ölmüştü. Camberland'ın Hannoverli hafif süvarileri, bütün bir alay, başlarında Albay Hacke -ki daha sonra yargılanıp rütbesi indirilecektir- olduğu halde göğüs göğüse çarpışmaları görünce gemi kınp Soignes ormanına dalmış ve ta Bruxelles'e kadar kaçmışlardı. Araba katarlan, mühimmat ve istihkâm arabaları, ağırlıklar, yaralı dolu furgonlar Fransızların ilerlediklerini, ormana yaklaştıklannı görünce ormanın içlerine doğru seğirtiyorlar, Fransız süvarileri tarafından kılıçtan geçirilen Hollandalılardan 'imdat' sesleri yükseliyordu. Hâlâ yaşayan tanıklann ifadelerine göre, Vert-Coucou'dan Groenendael'e kadar, Bruxelles yönünde iki ayrı noktada kaçak in-sanlann oluşturduğu bir tıkanıklık vardı. Bu panik o derece büyüktü ki, Malines'de Conde
-64-
prensine ve Gand'da XVIII. Louis'ye kadar ulaştı. Mont-Saint-Jean çiftliğine yerleştirilen seyyar hastanenin arka tarafında kademelen-miş olan zayıf bir yedek kuvvetle, sol kanadı koruyan Vivian ve Vandeleur tugayları dışında Wellington'un süvarisi kalmamıştı. Bataryalar sökülmüş yerlerde yatıyordu. Siborne bu olayları açıkça anlatır; Pringle ise, felaketi büsbütün büyüterek İngiliz-Hollanda ordusunun otuz dört bin kişiye düştüğünü söylemeye kadar işi vardınr. Demir-Dük sakin duruyordu, ama dudaklarının rengi uçmuştu. İngiliz kurmay heyeti içinde savaşta hazır bulunan Avusturya komiseri Vincent'la İspanya komiseri Alava, dükün işinin bittiği inanandaydılar. Saat beşte Wellington saatini çıkardı ve onun şu kasvetli sözü mırıldandığını duydular; "Ya Blücher ya da gece."
Tam bu sıralardadır ki, Frischemont yönündeki tepelerin üzerinde uzaklarda süngülerden bir çizgi panldadı.
Bu dev dramın beklenmedik sonucu işte buradadır.
11. Kılavuzun Kötüsü Napoleon'a, İyisi Biilow'a
Napoleon'un içler acısı hatasını biliyoruz; Grouchy umulurken, Blücher'in çıkagelmesi; hayat yerine, ölüm.
Kaderin böyle dönüm noktalan vardır; dünya tahtına oturmak beklenirken, ufukta Sainte-Helene görülür.
Blücher'in yardımcısı Bulow'a kılavuzluk eden küçük çoban, ona ormandan Planceno--65-
it'nın aşağısından çıkmayı öğütleyecek yerde, Frischemont'un üstünden çıkmayı öğütlesey-di, on dokuzuncu yüzyılın çehresi belki de çok başka olur, Napoleon, Waterloo Savaşı'nı kazanırdı. Plancenoit'nın aşağısmdaki yoldan başka hangi yolu takip ederse etsin, Prusya ordusu, topçuları için aşılmaz bir çukura varacak ve Bülow vaktinde yetişemeyecekti.
Oysa, Prusyalı General Muffling'in de söylediği gibi, Blücher bir saat gecikseydi, Wel-lington'u ayakta bulamayacaktı; savaş kaybedilmişti.
Görüldüğü gibi, Bülow tam vaktinde yetişmişti. Zaten oldukça geç kalmıştı. Dion-le-Mont'da konaklamış, gün doğarken yola çıkmıştı. Ama yollar geçilecek gibi değildi ve tümenleri çamura saplanmıştı. Toplar dingil başlığına kadar çamura gömülüyorlardı. Üstelik, Dyle Nehri'ni daracık Wavre köprüsünden geçmek gerekmişti. Köprüye giden yol Fransızlar tarafından ateşe verilmişti. Erzak ve mühimmat arabaları iki sıra yanan alevlerin arasından geçemeyeceğinden, yangının sönmesini beklemeleri gerekmişti. Öğle vakti olduğu halde Bulow'un öncüleri henüz Cha-pelle-Saint-Lambert'e ulaşamamışlardı.
Harekât iki saat önce başlasaydı, saat dörtte bitmiş olacak ve Blücher, Napoleon tarafından kazanılmış bir savaşın üzerine gelecekti. Bunlar, kavramamıza imkân olmayan bir sonsuzluğun çapıyla orantılı muazzam rastlantılardır.
Daha öğle üzeriyken imparator ilk olarak uzun dürbünüyle ufkun ucunda dikkatini çe-
-66-
ken bir şeyler görmüş, "Şurada askeri birliklere benzer bir bulut görüyorum," demiş ve sonra da Dalmaçya düküne, "Soult, Chapelle-Sa-int-Lambert tarafında ne görüyorsunuz?" diye sormuştu. Mareşal dürbünü o tarafa çevirerek, "Dört beş bin kişi efendimiz. Sanırım Gro-uchy'dir," demişti. Ama görüntü puslu olduğu için açıkça seçilemiyor, hareketsiz gibi duruyordu. Kurmay heyetinin bütün dürbünleri imparatorun işaret ettiği 'bulutu incelemişti. Bazıları, "Bunlar mola veren asker kollandır," demiş, çoğu da, "Bunlar ağaçtır," diye buyurmuştu. Gerçek şu ki, bulut yerinden kımıldamıyordu. İmparator, Domon'un hafif süvari tümenini bu karanlık noktayı keşfe yollamıştı.
Gerçekten de, Bülow hiç kımıldamamıştı. Öncüleri çok zayıftı, hiçbir şey yapamazdı. Ordunun esas kısmını beklemesi gerekiyordu ve savaş hattına girmeden önce toplanma emrini almıştı. Ama saat beşte Blücher, Welling-ton'un tehlikede olduğunu görünce, Bulow'a hücum emrini verdi ve şu dikkate değer sözü söyledi: "İngiliz ordusuna hava vermek gerek."
Az sonra Losthin, Hiller, Hacke ve Ryssel tümenleri Lobau'nun kolordusu önünde yayılıyor, Prusya Prensi Wilhelm'in süvarileri Paris ormanından dışarı akıyorlardı. Plancenoit alevler içindeydi ve Prusya gülleleri, Napole-on'un gerisinde yedekte duran muhafız gücü saflarına yağıyordu.
12. Muhafız Gücü
Gerisi biliniyor; üçüncü bir ordunun daha meydana atılması, savaşın çığırından çıkması,
-67-
alev saçan seksen altı topun birden gürlemeye başlaması, l'inci Pirch'in Bulow'la birlikte gelmesi, Blücher'in bizzat komuta ettiği Zieten süvarileri, Fransızların püskürtülmesi, Mar-cognet'nin Ohain yaylasından süpürülmesi, Durutte'ün Papelotte'tan atılması, Donzelot ve Quiot'nun geri çekilmesi, Lobau'nun yandan açılan ateşe yakalanması, inen geceyle beraber çözülen birliklerimizin üzerine yeni bir savaşın çullanması, bütün İngiliz savaş hattının saldırıya geçip ileri hamle yapması, Fransız ordusunda açılan muazzam gedik, birbirini destekleyen İngiliz misket ateşiyle Prusya misket ateşi, kıyım, ön cephede felaket, yan cephede felaket, bu korkunç çöküş altında muhafız gücünün savaş hattına girmesi.
Muhafız gücü ölüme gittiğini anladığından; "Yaşasın imparator!" diye bağırıyordu. Tarihte, sevgi ve hayranlık çığlığı halinde kopan bu can çekişme kadar insanı duygulandıran başka bir şey yoktur.
Gökyüzü bütün gün kapalıydı. Tam o sırada, saat akşamın sekiziyken birden ufuktaki bulutlar aralandılar ve batmakta olan güneşin uğursuz endişe verici kızıllığına, Nivelles yolunun karaağaçları arasından yol verdiler. Austerlitz'de yükselen güneş parlamıştı oysa.
Muhafız gücünün her taburuna, bu savaşın sonu için bir general komuta ediyordu. Friant, Michel, Roguet, Harletve Mallet, Poret de Morvan oradaydılar. Muhafız gücü hum-baracılannın geniş kartal armalı yüksek serpuşları, bu kavganın sisleri arasında, dizi dizi, simetrik ve sakin göründüğü zaman düş-
-68-
manda Fransa saygısı uyandı; savaş meydanına yirmi zaferin birden kanatlarını açmış girdiğini görür gibi olanlar ve yenenler kendilerini yenilmiş sanıp geri çekildiler. Ama Wellington bağırdı; "Muhafızlar, ayağa kalkın, tam nişan alın!" Fundalıkların gerisinde yere uzanmış kırmızı İngiliz muhafız alayı ayağa kalktı, bir mermi bulutu kartallarımızın çevresinde titreşen üç renkli bayrağı delik deşik etti. Hepsi ileri atıldılar ve nihai boğazlaşma başladı. İmparatorun muhafız gücü karanlığın içinde, çevresindeki ordunun kaçışını, bozgunun geniş sarsıntısını hissediyor; "Yaşasın imparator!" haykırışının yerini; "Canım kurtarabilen kurtarsın!" haykırışının aldığını duyuyordu. Ve gerisindeki kaçışa rağmen, o, ilerlemeye devam etti. Attığı her adımda biraz daha vuruluyor, biraz daha ölüyordu. Aralarında ne zayıf karakterliler ne de alçaklar vardı. Bu birlikte er de general kadar kahramandı. Tek kişi bile intihar etmekten kaçmadı.
Ney, kendini kaybetmiş ve ölümü göze almışlığın olanca büyüklüğüyle bu hengâmede bütün darbelere kucak açıyordu. Altındaki atı öldürmüşlerdi, tere bulanmış, gözleri alev alev, dudakları köpük içinde, üniformasının düğmeleri çözülmüş, apoletlerinden birinin yansı bir atlı muhafızın kılıç darbesiyle kopmuş, büyük kartal arması bir kurşunla ya-mulmuş, kanlı, çamurlu, muhteşem, elinde kırık bir kılıç; "Gelin görün, bir Fransız mareşali savaş meydanında nasıl ölürmüş!" diye haykırıyordu. Ama boşuna; ölmedi. Vahşi, öfkeli ve kırgındı. Drouet, d'Erlon'a sertçe soru-
-69-
yordu; "Sen kendini öldürtmek istemiyor musun?" Bir avuç insanı ezen bu bir sürü topun ortasında bağırıyordu; "Benim payıma bir şey yok mu! Ah! Bütün İngiliz güllelerinin göğsüme dolmasını isterdim!" Senin payın Fransız kurşunlarıydı, talihsiz adam!*
13. Felaket
Muhafız gücünün gerisindeki bozgun yürekler açışıydı.
Ordu bir anda Hougomont'dan, Haie-Sa-inte'den, Papelotte'dan, Plancenoit'dan, her taraftan birden geri çekildi. "İhanet!" çığlığının ardından; "herkes canını kurtarsın!" çığlığı geldi. Dağılan bir ordu eriyen buz gibidir; çarpılır, çatlar, çatırdar, yalpalanır, yuvarlanır, düşer, çarpar, telaşlanır, atılır. Görülmemiş bir çözülme ve dağılma. Ney, bir at bulup üstüne atlıyor ve şapkasız, boyunbağsız, kı-lıçsız, Bruxelles şosesinin ortasına dikilip hem İngilizleri, hem Fransızlan durduruyor. Orduyu zaptetmeye çalışıyor; askerlere sesleniyor, hakaret ediyor, bozguna karşı direniyor, ama aldırış edilmiyor. Askerler kaçarken; "Yaşasın Mareşal Ney!" diye haykınyorlar. Durutte'un iki alayı, Alman Uhlanlarının kılıcıyla Kempt, Best, Pack ve Rylandt tugaylarının kurşunlan arasında sallanır gibi şaşkın ve ürkek oraya buraya gidip geliyor.
Çatışmaların en berbat sonucu bozgundur; dostlar kaçmak için birbirlerini öldürür-
* Waterloo Savaşı'ndan sonra Restorasyon döneminde aşın kralcı yüce bir divanda yargılandı ve ölüme mahkûm edildi.
-70-
ler; süvari taburlanyla piyade taburları birbirlerini kırar, dağıtırlar. Savaşın muazzam posası. Bir uçtaki Lobau gibi, öbür uçtaki Re-ille de dalgaya kapılmıştı. Napoleon, muhafız gücünden elinde kalanla boş yere buna set çekmeye uğraşıyor, emrindeki süvari taburlarını son bir gayretle boş yere harcıyor. Quiot, Vivian'ın karşısında; Kellermann, Vandele-ur'un karşısında; Lobau, Bulow'un karşısında; Morand, Pirch'in karşısında; Domon ve Subervic, Prusya Prensi Wilhelm'in karşısında geri çekiliyor. İmparatorun süvari taburlarını atağa kaldıran Guyot, bir İngiliz dragonunun ayaklarının dibine düşüyor. Napoleon, firari kafilelerin ardı sıra 'dörtnala koşturup nutuk çekiyor, sıkıştırıyor, tehdit ediyor, yalvarıyor. Sabahleyin, "Yaşasın imparator!" diye bağıran bu ağızlar şimdi şaşkın ve açık. İmparator acı gerçeği kabul etmiştir. Yeni gelen taptaze Prusya süvarileri hışımla atılıyor, uçuyor, kılıçtan geçiriyor, biçiyor, baltalıyor, öldürüyor, yok ediyor. Koşulu hayvanlar çifte savuruyor, toplar kaçıyor; katarlardaki askerler mühimmat arabalarının koşumlarını çözüp atlan alıyor; tersyüz olmuş, dört tekeri havada furgonlar yolu tıkıyor ve katliama yol açıyor. Herkes birbirini eziyor, çiğniyor, ölülerin, canlıların üzerinden yürüyor. Baş döndürücü bir kalabalık yollan, patikalan, köprüleri, ovalan, tepeleri, vadileri, koruluklan dolduruyor. Her yer kırk bin kişinin kaçışıyla tıkanmış. Feryatlar, umutsuzluklar, çavdar tarlalarına atılmış çantalar, tüfekler; kılıçla yol açmalar; artık arkadaşlık yok, subay yok,
-71-
'» İ
,4:
general yok, sadece tarife sığmaz bir korku var. Zieten, Fransa'yı keyfince kılıçtan geçiriyor; aslanlar, dağ keçisi olmuş. İşte bu kaçış böyle bir kaçıştı.
Genappe'da geri dönmeyi, cephe kurmayı, set çekmeyi denediler. Lobau, üç yüz kişi topladı. Köyün girişine barikat kuruldu, ama daha Prusyalıların ilk misket atışında herkes kaçmaya başladı, Lobau esir düştü. Bu misket atışının izleri, Genappe'a girmeden birkaç dakika önce yolun sağındaki tuğladan harap bir evin köhne çatısında bugün hâlâ görülmektedir. Prusyalılar şüphesiz galibiyetlerini yetersiz bulmanın öfkesi içinde Genappe'a daldılar. Takip pek canavarca oldu. Blücher imha emri verdi. Roguet, kendisine Prusyalı bir esir getirecek her Fransız humbaracısını ölümle cezalandıracağı tehdidini savurarak uğursuz bir örnek yaratmıştı. Blücher, Rogu-et'yi de geçti. Genç muhafızların generali Du-cesme, Genappe'da bir han kapısında sıkıştı-nldığında, bir ölüm süvarisine kılıcını teslim etti, o da kılıcı aldı ve esiri öldürdü. Zafer, mağlupların öldürülmesiyle tamamlandı. Mademki biz tarihiz, öyleyse hadi suçluları cezalandıralım: Yaşlı Blücher şerefini ayaklar altına almıştır. Bu felaketin bardağını taşırdı. Umutsuz bozgun Genappe'tan geçti; Quatre-Bras'tan geçti, Gosselies'ten geçti, Frasnes'ten geçti, Charleroi'ten geçti, Thuin'den geçti ve ancak sınırda durabildi. Çok yazık! Hem de böylesine kaçan kimdi? Büyük bir ordu.
Bu perişanlık, bu terör, tarihi şaşkınlıkta bırakan en yüce kahramanlıktan harap olma-
-72-
ya kadar inen bu düşüş, hiç nedensiz midir? Hayır. Waterloo'nun üstünde muazzam bir elin gölgesi vardır. O, bir kader günüdür. O günü, insanın üstünde bir kudret yaratmıştır. Başların korkuyla eğilmesi bundandır; bütün o büyük ruhların kılıçlarını teslim etmesi bundandır. Avrupa'yı yenenler yere serildiler, ne söyleyecek ne de yapacak bir şeyleri kalmıştı, karanlığın içinde korkunç bir şeyin varlığım hissediyorlardı. Hoc erat infatis." O gün, insan soyunun perspektifi değişti. Waterloo, on dokuzuncu yüzyılın menteşesidir. Büyük yüzyılın tahta çıkabilmesi için bu büyük adamın ortadan kalkması gerekiyordu. Bu işi, karşı gelinemeyen birî'üstlendi. Kahramanların paniğe kapılması anlaşılır bir şeydir. Waterloo Savaşı'nda buluttan da fazla bir şey var, meteor var. Oradan Tanrı geçti.
Gece bastırırken Genappe yakınlarında bir tarlada Bernard'la Bertrand, bozgunun akıntısıyla buralara kadar sürüklenen, yere inip atının dizginini koltuğunun altına almış ve dalgın bakışlarla tek başına Waterloo'ya doğru dönen vahşi, düşünceli, matemli bir adamı redingotunun eteğinden tutup durdurdular. Bu, yıkılan rüyanın hâlâ ilerlemeye çalışan muhteşem uyurgezeri Napoleon'du.
14. Son Birlik
Akan suyun içindeki kayalar gibi, bozgun selinin içinde kımıldamadan duran muhafız gücüne ait birkaç birlik gece vaktine kadar dayandılar. Geceyle birlikte ölüm de bastırdı.
* Lat: Kaderde yazılıydı.
-73-
Bu çifte karanlığı beklediler. Hiç sarsılmadan, kuşatılmalarına boyun eğdiler. Her birlik öbür birliklerden kopmuş ve her tarafından parçalanmış, orduyla hiçbir bağı kalmamış bir durumda, kendi başına ölüyordu. Bu son
daha fazlasını yapıyor; sayının, kuvvetin ve maddenin ezen ağırlığı altında ruha bir ifade yolu buluyor: Dışkı. Tekrar ediyoruz şunu söylemek, bunu yapmak, bunu bulmak, galip gelmektir.
Bu ölüm dakikasında bu meçhul insanın içine büyük günlerin ruhu giriyor. Tıpkı, Ro-uget de l'Isle'in Marseillaise'i bulması gibi, yukandan gelen bir ilhamla Cambronne, Wa-terloo'ya en uygun kelimeyi buluyor. Tannsal
-77-
kasırgadan kopan görünmez bir akım gelip bu adamların içinden geçiyor, onları titretiyor ve biri, en yüce şarkıyı mırıldanırken, öbürü korkunç bir nara atıyor. Cambronne devlere yakışır bu küçümseme sözünü yalnızca imparatorluk adına Avrupa'nın suratına fırlatmakla kalmaz, bu kadarı az olurdu; devrim adına geçmişin suratına da fırlatır. Bunu duymak, Cambronne'un şahsında devlerin eski ruhunu teşhis etmek mümkündür. Sanki onda Danton konuşuyor ya da Kleber kükrüyor gibidir. Cambronne'un sözüne bir İngiliz'in sesi cevap verdi: "Ateş!" Bataryalar alev alev yandı, tepe titredi, bütün bu tunç ağızlardan son bir korkunç misket kusmuğu boşaldı, doğan ayın ışığında hafifçe ağarmış geniş bir duman bulutu yuvarlandı ve duman dağıldığında ortalıkta artık hiçbir şey kalmamıştı. Bu muhteşem kalıntı yok edilmiş, muhafız gücü ölmüş, canlı tabyanın dört duvarı da yere serilmişti, yalnız şurada burada cesetler arasında bir debelenme fark ediliyordu. İşte, Roma lejyonlarından bile daha büyük olan Fransız lejyonları Mont-Saint-Jean'da, yağmur ve kanla ıslanmış toprağın üstünde, karanlık buğdayların arasında, şimdi her sabah saat dörtte neşeyle ıslık çalıp atını kırbaçlayarak Nivelles posta arabasını süren Jo-seph'in geçtiği yerde böyle can verdiler.
16. Quot Libras in Duce*
Waterloo Savaşı bir muammadır. Onu kazananlar için de kaybedenler için de aynı de-
• "Komutanın ne ölçüde dengesi var?" -78-
recede karanlıktır. Napoleon'a göre, o bir paniğin ürünüdür;* Blücher'in gözleri kamaş-mıştır; Wellington bu savaşın hiçbir şeyini anlamamıştır. Raporlara bakın. Resmi haberler açık değildir, yorumlar belirsizdir. Biri ağzında geveler, öteki kem küm eder. Jomini, Waterloo Savaşı'nı dört evreye ayırır; Muffling onu şansın üç kez gidip gelmesi olarak görür; Charras, her ne kadar bazı noktalarda farklı değerlendirmeler yapıyorsa da, tanrısal kaderle mücadele eden insan dehasının uğradığı felaketin karakteristik çizgilerini keskin bir zekâyla kavrayan tek kişidir. Bütün öbür tarihçilerin gözleri kamaşmıştır, bu yüzden el yordamıyla yollarını bulmaya çalışırlar.. Gerçekten de şimşek gibi çakan bir gündür o gün; askeri monarşi yıkılmış ve bu yıkılış, kralların büyük şaşkınlığı önünde bütün krallıkları da peşinden sürüklemiştir, kuvvet itibardan düşmüş, savaş bozguna uğramıştır.
İnsanüstü çaresizliğin damgasını taşıyan bu olayda insanların payı hiçten ibarettir.
Waterloo'yu Wellington'dan, Blücher'den almak, İngiltere'den, Almanya'dan bir şey eksiltir mi? Waterloo sorununda ne o ünlü İngiltere ne de bu şanlı Almanya söz konusudur. Tann'ya şükür uluslar, uğursuz kılıç maceralarının dışında da büyüktürler. Ne Almanya, ne İngiltere ne de Fransa bir kılıç kınına sığar. Waterloo'nun bir kılıç şakırtısından ibaret olduğu o devirde, Almanya'nın
* "Bir savaş sona ermiş, bir gün bitmiş, yanlış alınan önlemler düzeltilmiş, ertesi gün için en büyük basanlar güvence altına alınmıştı, her şey bir anlık bir panik yüzünden kaybedildi."
-79-
Blücher'in üstünde bir Goethe'si, İngiltere'nin Wellington'un üstünde bir Byron'u vardı. Engin bir fikir uyanışı yüzyılımızın özelliğidir ve bu gün doğuşunda İngiltere'nin, Almanya'nın harikulade bir aydınlatma payı vardır. Onlar muhteşemdirler. Uygarlık düzeyinin yükselmesine yaptıkları katkıların kaynağı onların içindedir; bu kendilerinden gelir, rastlantısal bir şey değildir. Onların on dokuzuncu yüzyıla büyüklüğünü veren yanlarından hiçbirinin kaynağı Waterloo değildir. Ancak barbar uluslar bir zaferden sonra ani taşkınlıklar gösterirler. Bir fırtınanın kabarttığı sellerin geçici bir böbürlenmesidir bu.
Uygar uluslar, özellikle yaşadığımız çağda bir komutanın iyi ya da kötü giden şansıyla yükselip alçalmazlar. Onların insanlık içindeki tayin edici ağırlıkları herhangi bir savaştan daha büyük olan bir şeyden gelir. Çok şükür ki onların onuru, ışığı ve dehası kahramanların, fatihlerin ve bu kumar oynayanların, savaşların lotaryasına koyabilecekleri numaralar değildir. Çoğu zaman kaybedilen savaş, kazanılan ilerlemedir. Daha az şan, şeref ve daha çok özgürlük. Davullar susar, sözü akıl alır. Kaybeden kazanır oyunudur bu. Bunun için, her iki açıdan da Waterloo üzerine soğukkanlılıkla konuşalım. Rastlantının payını rastlantıya, Tann'ya ait olanı Tann'ya verelim. Waterloo nedir? Bir zafer mi? Hayır, bir ödül. Avrupa'nın kazandığı ve karşılığını Fransa'nın ödediği bir ödül.
Zahmet edip de oraya bir aslan kondurmaya pek değmezdi.
-80-
Dahası Waterloo, tarihteki en tuhaf karşılaşmadır. Napoleon ve Wellington; bunlar birbirinin düşmanı değil, zıttıdır. Antitezlerden hoşlanan Tanrı, hiçbir zaman daha çarpıcı bir tezat, daha olağanüstü bir karşılaştırma yapmamıştır. Bir tarafta dakiklik, önceden görüş, geometri, temkinlilik, güvenliği sağlanmış geri çekiliş, yedeklerin hesaplı kullanılması, sarsılmaz bir soğukkanlılık, hiç şaşmaz bir metot, araziden faydalanan bir strateji, taburları dengeleyen bir taktik, sicimle hizalanmış gibi toplu bir öldürme, saat elde düzenlenen bir savaş,
kılavuzunun onu aldatması, Bulow'un kılavuzunun onu aydınlatması; bütün bunlar harikulade bir şekilde yönlendirilmiştir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Waterloo'da savaştan çok, toplu kıyım olmuştur.
-84-
Waterloo, düzenli bir şekilde saf tutmuş ordular arasındaki savaşlar içinde, savaşçıların sayısına oranla savaştığı cephenin alanı en dar olanıdır. Napoleon'un cephesi yaklaşık iki kilometre, Wellington'unki iki buçuk kilometre ve her iki taraftan yetmiş ikişer bin savaşçı- Katliama yol açan işte bu darlıktır.
Şu oranları bulmuşlar: İnsan kaybı olarak Austerlitz'de Fransızlar yüzde on dört, Ruslar yüzde otuz, Avusturyalılar yüzde kırk dört; Wagram'da Fransızlar yüzde on üç, Avusturyalılar on dört; Moskova'da Fransızlar yüzde otuz yedi, Ruslar yüzde kırk dört; Bautzen'de Fransızlar yüzde on üç, Ruslar ve Prusyalılar yüzde on dört; Waterloo'da Fransızlar yüzde elli altı, müttefikler yüzde otuz bir. Waterloo'da toplam yüz kırk dört bin savaşçı; altmış bin ölü.
Waterloo meydanı bugün, insanoğlunun duygusuz taşıyıcısı olan toprağa özgü sükûnet içindedir ve öteki ovalardan farksızdır.
Ama geceleri burada hayalet gibi bir sis yükselir ve bir yolcu, Virgilius'un ölüm getiren Filibe ovalarında yaptığı gibi, burada dolaşır, bakınır, etrafa kulak verir ve hayale dalarsa, felaketin halüsinasyonlan onu pençesine alır. O müthiş 18 Haziran yeniden canlanır; uydurma anıt tepe silinir, o adi aslan kaybolur, savaş meydanı eski gerçekliğine bürünür, piyade hatları ovada dalgalanmaya başlar, ufuktan dörtnala kızgın atlılar geçer; hayalinde geçmişi canlandırmaya çalışan yolcu şaşkınlık ve korku içinde kılıç parıltılarını, süngü kıvılcımlarını, bombaların alevlerini,
-85-
yıldırımların korkunç kesişmelerini görür; bir mezarın dibinden gelen bir hırıltı gibi bu hayali savaşın uğultusunu duyar; bu gölgeler humbaracılardır, bu ışıltılar zırhlı süvarilerdir, bu iskelet Napoleon'dur, şu iskelet Wel-lington'dur; artık bunların hiçbiri yok, ama yine de çatışıyor, hâlâ çarpışıyorlar ve çukur yollar kızıla boyanmakta ve ağaçlar ürper-mekte ve öfkenin çılgınlığı ayyuka çıkmakta ve de karanlıklar içinde bütün o vahşi tepeler, Mont-Saint-Jean, Hougomont, Frische-mont, Papelotte, Plancenoit birbirlerini yok eden hayalet burgaçlanyla taçlanmış olarak belli belirsiz gözükmektedir.
17. Waterloo'nun Sonuçları Olumlu mudur?
Waterloo'dan hiç de nefret etmeyen oldukça saygıdeğer liberal bir ekol var. Biz o ekolden değiliz. Bizce Waterloo, özgürlüğün şaşkınlıktan donakaldığı tarihtir. Özgürlük yumurtasından böyle bir kartal çıksın, şüphesiz bu beklenmedik bir şeydir.
Olaya derinden bakıldığında Waterloo devrime kasteden karşı devrimci bir zaferdir. Fransa'ya karşı Avrupa'dır, Paris'e karşı Petersburg, Berlin ve Viyana'dır; girişimin gücüne karşı statükodur. 20 Mart 1815 üzerinden 14 Temmuz 1789'a saldırıdır, ele avuca sığmaz Fransız isyanına karşı monarşilerin bir kumpasıdır: Yirmi altı yıldır yanardağ gibi püsküren bu engin halkı nihayet söndürmek; işte hayal edilen buydu. Brunswick'lerin, Nassau'ların, Romanoff'larm, Hohenzollern'-
-86-
lerin, Habsbourg'lann, Bourbon'larla daya-nışrnasıdır. Waterloo, terkisinde kutsal hakkı taşır. Gerçekten de imparatorluk bir zorbalık yönetimi olduğundan buna bir tepki olarak krallığın ister istemez liberal olması gerekiyordu ve bu yüzden de galipler üzüntüyle karşılasalar da Waterloo'dan arzu edilmeyen bir meşruti düzen çıktı. Çünkü devrim gerçekten mağlup edilemez ve o, tannsal ve mutlak bir şey olduğundan tekrar tekrar ortaya çıkar; Waterloo'dan önce, eski tahtları deviren Bonaparte'ın kişiliğinde, Waterloo'dan sonra da Anayasa'yı zorunlu kılıp, ona katlanan XVIII. Louis'nin kişiliğinde. Bonaparte, eşitliği ispatlamak için eşitsizliği kullanarak Napoli tahtına bir araba sürücüsünü, İsveç tahtına da bir çavuşu oturtur; XVIII. Louis de, Saint-Quen'da İnsan Haklan Bildirisi'ni imzasıyla onaylar. Devrimin ne olduğunu anlamak istiyorsanız, onun adına 'ilerleme' deyiniz; ilerlemenin ne olduğunu anlamak için de adını 'yann' koyunuz. 'Yarın', işini karşı konulmaz bir güçle yapar, hem de daha bugünden başlayarak yapar. Tuhaf bir tarzda daima amacına ulaşır. Bir askerden başka bir şey olmayan Foy'u hatip yapmak için Wel-lington'u kullanır. Foy, Hougomont'da düşer, kürsüde yeniden doğrulur. İşte ilerleme böyle işler. Bu işçi için kötü malzeme diye bir şey yoktur. Hiç rahatsızlık duymadan, Alpleri aşmış insanı da, Elysee babanın ihtiyar sarsak hastasını da kendi tannsal işine alet eder. Bir fatihten olduğu kadar, kötürümden de yararlanır; fatihten dışanda, kötürümden içeride...
-87-
Waterloo, Avrupa tahtlarının kılıç zoruyla yıkılmasına son vermekle, devrimci faaliyetin başka bir yandan devam etmesini sağlamaktan başka bir şey yapmamıştır. Kılıç kullananların işi bitti, şimdi sıra düşünenlerde. Waterloo'nun durdurmak istediği yüzyıl, onun üstünden yürüyüp yoluna devam etti. Bu uğursuz zaferi, özgürlük alt etti.
"Bu adı unutmayacağım," dedi subay, "siz de benim adımı aklınızda tutun. Adım Pont-mercy."
-102-
İKİNCİ KİTAP
"ORION" GEMİSİ
1. 24601 Numara 9430 Numara Oluyor
Jean Valjean yeniden yakalanmıştı.
Acıklı ayrıntıların üzerinden çarçabuk geçmemiz okuyucularımızı memnun edecektir. Onun için, JVîontreuil-sur-mer'de olup biten şaşırtıcı olaylardan birkaç ay sonra dönemin gazetelerinde yayımlanan iki yazıyı buraya aktarmakla yetiniyoruz.
Bu makaleler biraz kısadır. Hatırlanacağı gibi, o dönemde henüz Gazette des Tribunaux yoktu.
Bu yazılardan ilkini Drapeau bfanc'dan alıyoruz. Gazetenin tarihi 25 Temmuz 1823:
"Pas-de-Calais'ya bağlı bir ilçe az rastlanır bir olaya sahne olmuştur. İlin yabancısı olan Mösyö Madeleine adında bir adam, bazı yeni yöntemlerle, o yerin eski bir endüstrisi olan siyah kehribar ve boncuk imalatını birkaç yıldan beri kalkındırmıştı. Bundan hem kendisi hem de -belirtmemiz gerekir ki- ilçesi servet yapmış ve hizmetlerinin ödülü olarak belediye başkanlığına atanmıştı. Ancak polis, Mösyö Madeleine'in 1796 yılında bir hırsızlıktan dolayı mahkûm olan Jean Valjean adında sür-
-103-
t'
1 î
gün kaçağı, eski bir forsa olduğunu ortaya çıkarmış ve Jean Valjean yeniden küreğe gönderilmiştir. Jean Valjean'ın tutuklanmadan önce Mösyö Laffitte'ten, evvelce yatırmış olduğu yarım milyonu aşkın bir tutarı çekmeyi başardığı anlaşılmaktadır. Bu parayı yaptığı ticaret nedeniyle yasal olmayan yollardan kazandığı söylenmektedir. Jean Vayean'ın Tou-lon Hapishanesi'ne girdiğinden beri bu parayı nereye saklamış olduğu öğrenüememiştir."
İkinci makale ise biraz daha ayrıntılı olup, aynı tarihli Journal de Paris'ten alınmıştır:
"Jean Valjean adında, tahliye edilmiş eski bir kürek mahkûmu genel dikkati çekecek bazı durumlar ve şartlar altında, Var ili ağır ceza mahkemesi huzuruna çıkarılmıştır. Bu cani, polisin dikkatinden kaçabilmiş, adını değiştirerek kuzeydeki küçük şehirlerimizden birine belediye başkanı olarak atanmayı başarmış ve bu şehirde oldukça önemli bir ticaret kurmuştu. Savcılığın yorulmak bilmez çabası sayesinde nihayet maskesi düşürülmüş ve tutuklanmıştır. Tutuklanması sırasında heyecandan ölen bir fahişeyle metres hayatı yaşamaktaydı. Bir Herkül gibi güçlü olan bu sefil, kaçmanın yolunu bulmuş, ama kaçışından üç dört gün sonra Paris'te, başkentle Montfer-meil (Seine-et-Oise) arasında sefer yapan şu küçük arabalardan birine binerken polis tarafından yeniden yakalanmıştır. Bu üç döri günlük özgürlükten yararlanarak, bellibaşlı bankerlerimizden birine daha önceden yatırmış olduğu külliyetli miktarda para çektiği
-104-
söylenmekte ve bu paranın altı ya da yedi yüz bin frank olduğu tahmin edilmektedir. İddianamede belirtildiğine göre, bu parayı yalnız kendisinin bildiği bir yere gömdüğünden, bu para ele geçirilememiştir. Jean Valjean adındaki bu kişi, bundan sekiz yıl kadar önce Ferneyli sayın ihtiyarın:
'...Savoie'dan gelirler her yıl Su kanattan kurumla dolmuştur Onlar ise hafifçe ellerini silerler.'
diye ölümsüz mısralarda mırıldandığı o dürüst çocuklardan birine karşı işlediği, yol keserek silahlı soygun suçundan Var ili ağır ceza mahkemesi önüne çıkarılmıştır. Haydut kendini savunmayı reddetmiştir. Ancak, güneydeki bir hırsız çetesinden olduğu ve hırsızlık yaptığı, iş bilir savcılık makamına ispatlanmış ve bu durumda Jean Valjean suçlu bulunarak ölüme mahkûm edilmiştir. Suçlu, temyize başvurmayı reddetmiştir. Ama, kralımız sonsuz merha-metiyle ölüm cezasını ömür boyu küreğe çevirmiş ve Jean Valjean derhal Toulon Hapisha-nesi'ne sevkedilmiştir."
Jean Valjean'ın Montreuil-sur-mer'de dindar biri olduğu unutulmamıştı. Birkaç gazete, bu arada Constitutionnel, bu cezanın hafifletilmesini ruhban partisinin bir zaferi olarak gösterdiler.
Jean Valjean'ın kürekteki numarası değişti. 9430 oldu.
Bu konuya bir daha dönmemek üzere şunu da söyleyelim ki, Mösyö Madeleine'le birlikte Montreuil-sur-mer'de refah da ortadan
-105-
kalktı. O kriz ve tereddüt gecesinde tahmin ettiği şeylerin hepsi gerçekleşti; o eksilince, ruh da eksildi. Onun düşüşünden sonra Montreuil-sur-mer de düştü ve artık büyük varlıkların bencilce paylaşılması başladı. İnsan topluluğunda her gün gizli gizli yayılage-len verimli şeylerin kaçınılmaz parçalanışıydı bu. Tarih, bunun farkına ancak bir defa Büyük İskender'in ölümünden sonra varmıştı. Komutan yardımcıları başlarına krallık tacı geçirirler; ustabaşlan fabrikatör kesilirler. Kıskanç rekabetler ortaya çıkar. Mösyö Ma-deleine'in geniş atölyeleri
Bu yeni harikalardan söz etmesek bile, Kristof Kolomb'un, Ruyter'in eski gemisi de insanoğlunun büyük bir şaheseridir. Sonsuzluğun nefesi gibi onun gücü de tükenmez, rüzgârı yelkenine doldurur, dalgaların muazzam esintisi içinde son derece dakiktir, yüzer, hükmeder. Ama öyle bir an gelir ki bora, altmış ayak boyundaki bu sereni bir saman çöpü gibi kırar, rüzgâr dört ayak yüksekliğindeki bu grandi direğini bir kamış gibi eğer, on tonluk çapa, dalgaların ağzında bir balıkçının turna balığının çenesindeki olta iğnesi gibi bükülür, bu canavar toplar kasırganın alıp boşluğa, geceye götürdüğü şikâyet eden ama boşuna kükremeler koparırlar, bütün bu kudret, bütün bu görkem, daha üstün bir kudretin, daha üstün bir görkemin içine gömülüp gider.
Muazzam bir kuvvetin kendini sergileyip sonunda muazzam bir zaafa vardığı her defasında insanoğlu ister istemez düşünür. İşte, limanlarda bu olağanüstü savaş ve denizcilik cihazlarının çevresinde birçok meraklının, kendilerinin de nedenini tam olarak bilmeksizin toplanması bu yüzdendir.
Böylece bütün gün, sabahtan akşama kadar Toulon limanının rıhtımları, havuz girişleri ve dalgakıranları Orion'u seyretmekten başka işi gücü olmayan kişilerle, Paris'te dendiği gibi, boş gezenin boş kalfalanyla, ayran budalalanyla dolup taşıyordu.
Orion'un durumu uzun zamandır kötüydü. Daha önceki seferlerinde hızını yarı yarıya kesecek kadar kalın kabuk tabakaları kavu-
yapışıp birikmiş, bu yüzden bir önceki yıl bu kabukların kazınması için kızağa çekilmiş sonra tekrar denize açılmıştı. Ama bu kazıma karinanın cıvatalarını zedelemişti. Balear Adaları açıklarında dalgalara dayanamayan bordo açılmış ve o zamanlar kaplamalarda sac levha kullanılmadığından gemi su almıştı. Arkadan şiddetli bir gündönümü fırtınası patlak vermiş, iskele pruvasını ve bir lombarı çökertmiş, mizana çamlıklarını hasara uğratmış ve Orion, Toulon'a dönmek zorunda kalmıştı.
Tam donanımlı tersanenin yakınlarında demirlemiş onarılmaktaydı. Sancak tarafında hasar yoktu; yalnızca âdet olduğu üzere, geminin kafesine hava girmesini sağlamak için şurada burada bazı kaplamaların vidalan sökülmüştü.
Bir sabah gemiyi seyreden kalabalık, bir kazaya tanık oldu:
Mürettebat yelkenleri serenlere bağlamakla meşguldü. Sancak gabya grandi yelkenin üst köşesini tutmakla görevli gabyacı dengesini kaybetti. Havada sallandığını gördüler. Tersanenin rıhtımına toplanmış olan kalabalıktan çığlıklar yükseldi. Ağır çeken başı gövdesini sürükledi; adam elleri boşluğa uzanmış, serenin etrafında döndü; geçerken önce bir eliyle, sonra öbür eliyle ip merdiveni yakaladı ve ona asılı kaldı. Altında deniz baş döndürücü bir derinlikteydi. Düşüşün sarsıntısı ip merdivene salıncak hareketi vermişti. Adam, bu ipin ucunda bir sapan taşı gibi sallanıyordu.
-121-
Adamın imdadına koşmak korkunç bir tehlikeye atılmak demekti. Hepsi de yeni hizmete alınmış sahil balıkçılarından oluşan tayfaların hiçbiri böyle bir tehlikeye atılmayı göze alamıyordu. Bu arada zavallı gabyacı gittikçe yorulmaktaydı; sıkıntısını yüzünden okumak mümkün değildi, ama gücünün giderek tükendiği bütün bedeninde fark ediliyor, kollan müthiş bir çekilişle bükülüyor, tırmanmak için yaptığı her çaba ip merdivenin sallanmasını artırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Gücünü kaybetme korkusuyla bağıramıyordu. Herkes adamın artık ipi bırakacağı anı beklemekte ve düşüşünü görmemek için bütün başlar zaman zaman başka tarafa çevrilmekteydi. Bazı anlar vardır ki, bir ip parçası, bir sopa, bir ağaç dalı hayat demektir ve canlı bir varlığın, bunların ucundan kopup olgun bir meyve gibi düştüğünü görmek feci bir şeydir.
Bu sırada adamın biri yabankedisi çevik-liğiyle geminin armasına tırmanmaya başladı. Kırmızılar giymiş bir kürek mahkûmuydu; başında yeşil takkesiyle müebbet kürek mahkûmu. Çanaklık hizasına geldiğinde rüzgârın esintisi başından takkesini uçurdu ve ortaya beyaz saçlı bir baş çıktı; genç biri değildi.
Gerçekten de gemide kürek angaryasında çalıştırılan bir forsa, olayı gördüğü ilk anda nöbetçi subaya koşmuş, mürettebatın şaşkınlığı ve kararsızlığı arasında bütün tayfalar titreyerek geri çekilirken, subaydan, gabyacı-yı hayatı pahasına kurtarmak için izin istemişti. Subayın olur anlamında bir işareti üze--122-
I
fine kaptığı bir çekiçle bir vuruşta ayağında-jd halkaya perçinli zinciri koparmış, sonra da bir ip alarak direkleri tutan halatlara doğru atılmıştı- Hiç kimse o an bu zincirin böyle kolayca kınlıvermesine dikkat etmedi. Bunu ancak daha sonra hatırladılar.
Forsa, göz açıp kapayıncaya kadar seren direğinin tepesine çıktı. Gözüyle mesafeyi ölçer gibi birkaç saniye durdu. Gabyacının ipin ucunda sallanıp durduğu bu saniyeler, seyredenlere yüzyıllar gibi uzun geliyordu. Nihayet, forsa gözlerini göğe kaldırdı ve ileri bir adım attı. Kalabalık bir soluk aldı. Sereni koşarak geçtiğini gördüler. Direğin ucuna gelince yanında getirdiği ipin ucunu oraya bağlayıp, öbür ucunu aşağıya sarkıttı, sonra bu ip boyunca elleriyle tutunarak inmeye başladı. O zaman anlatılması imkânsız bir dehşet kapladı ortalığı, uçurumun üstünde bir yerine iki kişinin sallandığı görülüyordu.
Sanki bir örümcek, bir sineği yakalamaya geliyordu; yalnız burada örümcek ölüm değil, hayat getirmekteydi. On bin bakış bu ikili üzerinde toplanmıştı. Ne bir haykırış ne de bir söz; bütün kaşlar aynı ürpermeyle çatıl-mıştı. Sanki iki zavallıyı sallayan rüzgâra en küçük bir soluk bile eklemekten korkar gibi bütün ağızlar nefeslerini tutuyordu.
Bu arada forsa, tayfanın yanına sokulmayı başarmıştı. Bir dakika daha geç kalırsa, gücü ve umudu tükenen adam kendini uçurumdan aşağı bırakacaktı. Forsa onu sıkıca ipe bağladı; bir eliyle ipe tutunurken, öbürüyle işini görüyordu. Nihayet tekrar serenin
-123-
İl
üzerine çıkarak tayfayı da oraya çektiğini gördüler. Kuvvetini toplayabilmesi için onu biraz orada tuttu, sonra kucağına aldı, serenin üzerinde yürüyerek önce destemuraya, oradan da çanaklığa geldi ve gabyacıyı arkadaşlarının ellerine bıraktı.
O zaman kalabalıktan bir alkış koptu; bazı yaşlı forsa gözcüleri ağladılar, kadınlar rıhtımın üstünde kucaklaşıp öpüşüyorlardı. Herkesin hep bir ağızdan, adeta şefkatli bir öfkeyle bağırdığı duyuldu; "Bu adam affedilsin!"
O ise yeniden angaryasına dönmek üzere, hemen aşağı inmeye koyulmuştu. Daha çabuk varmak için armanın üstünde kayarak alçak serenlerden birinin üzerinde koşmaya başladı. Bütün gözler onu izliyordu. Bir ara herkesi bir korku aldı; ya yorgunluktan ya da başı döndüğünden olacak bir an duraksayıp sallandığı görüldü. Birden kalabalıktan şiddetli bir çığlık koptu; forsa denize düşmüştü.
Çok tehlikeli bir düşüştü. Algesiras firkateyni Orion'un yanına demirlemiş, zavallı kürek mahkûmu da iki geminin arasına düşmüştü. Gemilerden birinin altına kaymasından korkuluyordu. Dört kişi acele bir sandala atladılar. Biriken kalabalık da, onlara gayret veriyordu, yine bütün ruhları endişe kapladı. Adam tekrar su yüzüne çıkmadı. Zeytinyağı fıçısına düşmüş gibi, tek bir iz bile yapmadan denizin içinde kaybolup gitmişti. Sondajlar yaptılar, daldılar. Boşuna. Akşama kadar aradılar. Cesedini olsun bulamadılar.
Ertesi gün Toulon gazetesi şu birkaç satırlık haberi yayınlıyordu:
-124-
"17 Kasım 1823. Dün, Orion gemisinde angarya işi yapan bir forsa, bir tayfanın kurtarılmasına yardım ettikten sonra işine dönerken denize düşmüş ve boğulmuştur. Cesedi bütün aramalara rağmen bulunamamıştır. Tersanenin burnundaki temel kazıkların arasına sıkışmış olduğu tahmin edilmektedir. Hapishane kütüğündeki kayıt numarası 9430 olan adamın adı Jean Valjean'dır."
-125-
ÜÇÜNCÜ KİTAP
ÖLÜYE VERİLEN SÖZÜN YERİNE GETİRİLMESİ
1. Montfermeil'de Su Sorunu
Montfermeil, Ourcq'u Marne'dan ayıran yüksek düzlüğün güney sının üzerinde, Livry ile Chelles arasındadır. Bugün oldukça büyük bir kasaba olan bu yeri bütün yıl boyunca alçı sıvalı villalar ve pazar günleri de kadınlı erkekli gezinen neşeli burjuvalar süsler. 1823 yılında Montfermeil'de ne bu kadar çok beyaz ev ne de bu kadar çok halinden memnun olan burjuva vardı; ormanlar içinde bir kasabaydı. Gerçi şurada burada geçen yüzyıldan kalma bazı yazlık evlere rastlanıyordu; gösterişli hallerinden, burma demir parmaklıklı balkonlarından ve uzun, küçük camlı, panjurları kapalı ve yeşilin çeşitli tonlannda pencerelerinden tanınan evlerdi bunlar. Ama Montfermeil yine de kasabaydı. İşten el çekmiş kumaş tacirleriyle yazlığa çıkan ticaret hukuku avukatlan burayı henüz keşfetme-mişlerdi. Hiçbir yol üzerinde bulunmayan sakin ve sevimli bir yerdi; insanlar o bereketli ve kolay geçinilen köy hayatını burada rahatlıkla yaşıyorlardı. Yalnız, yaylanın yüksekliği dolayısıyla su kıttı.
-127-
Suyu oldukça uzaktan gidip almak gerekiyordu. Köyün Gagny'den yana olan ucu, suyunu ormanlardaki şahane küçük göllerden sağlamaktaydı; kiliseyi çevreleyen Chel-les'den yana olan öbür ucu ise, içme suyunu ancak Montfermeil'den yaklaşık bir çeyrek saat uzakta, Chelles yolu yakınlarındaki bayırın ortasındaki küçük bir kaynaktan elde edebiliyordu.
Bu yüzden su sağlama işi her aile için oldukça zor bir işti. Zengin evler ve aristokratlar, bu arada Thenardier'nin aşçı dükkânı, beher kovasına çeyrek metelik ödeyerek sularını bir adamcağıza taşıtmaktaydılar. Adamın işi buydu ve bu su taşıma işinden günde yaklaşık sekiz metelik kazanıyordu. Ne var ki, bu adamcağız yazlan ancak akşam saat yediye, kışlan ise saat beşe kadar çalışmaktaydı. O nedenle, gece olup da zemin kat pencerelerinin kepenkleri kapandı mı, içecek suyu olmayan ya kendisi gidip alıyor ya da ondan vazgeçiyordu.
Okuyucunun herhalde unutmadığı zavallı varlığın, küçük Cosette'in en büyük korkusu işte buydu. Hatırlanacağı gibi Cosette, The-nardier'lere iki açıdan fayda sağlıyordu; annesinden para sızdınyor, bir; çocuğa hizmetlerini gördürüyorlardı, iki. Annesi, daha önceki bölümlerde okunan nedenlerle, para göndermeyi kesince
Kocası sessiz sedasız düşünüp, kafasının içinde hesaplar yaparken, Madam Thenardier, orada bulunmayan alacaklıları düşünmezdi bile, onu ne dün ne de yarın kaygılan-dınrdı, aşk ve şevkle sadece içinde olduğu dakikayı yaşardı.
Bu iki yaratık işte böyleydi. Cosette de ikisinin arasında, onların çifte baskısı altında hem bir değirmentaşıyla ezilen hem de bir kerpetenle yolunup parçalanan bir Tann kulu gibiydi. Adamın da kadının da kendine göre farklı tarzları vardı: Cosette durmadan dayak yerdi, kadından gelirdi bu; kışıri yalınayak dolaşırdı, bu da kocadan kaynaklanıyordu.
Cosette çıkıyor, iniyor, yıkıyor, fırçalıyor, ovuyor, süpürüyor, yoruluyor, soluk soluğa kalıyor, ağır şeyleri itiyor, çelimsiz bedeniyle büyük işler yapıyordu. Hiç acıyan olmazdı ona. Zalim bir hanımı, zehir gibi bir efendisi vardı. Thenardier meyhanesi sanki bir örümcek ağıydı, Cosette de ağa yakalanmış titriyordu. Baskı ve bir insanı ezmenin en ideal şekli, bu uğursuz hizmetçilikte gerçekleşiyordu. Bir sineğin, örümceklere hizmet etmesi gibi bir şeydi bu.
Zavallı çocuk, hiç karşı koymuyor, susuyordu.
Daha hayatın gündoğumundayken küçücük, insanlar arasında çırılçıplak kalan, Tan-n'nın yanından yeni ayrılmış olan bu ruhla-nn acaba aklından neler geçer?
-139-
3. İnsanlara Şarap, Atlara Su Gerek
Dört yeni yolcu gelmişti.
Cosette kederli kederli düşünüyordu; çünkü henüz sekiz yaşında olmasına rağmen o kadar acı çekmişti ki, yaşlı bir kadınm matemli haliyle dalgın bir halde öylece duruyordu.
Madam Thenardier'den yediği bir yumrukla gözkapağı morarmıştı. Bu yüzden, kadının ikide bir alayla, "Gözündeki çürükle amma da çirkin ha!" deyip duruyordu.
Cosette'se düşünüyordu; gece olmuştu, kapkaranlık gecede gelen yolcuların odalarındaki kaplan, sürahileri doldurmak gerekiyordu; hiç su yoktu, çeşmede de kalmamıştı.
Onu bir parça rahatlatan, Thenardier'ler-de pek fazla su içilmemesiydi. Gerçi buradaki insanlar da susardı, ama bu testiden çok, güğüme başvuran türden bir susamaydı. İçinde şarap olan bardaklar dururken, tutup bir bardak su isteyen biri, bu insanlara bir vahşi gibi görünürdü. Ama yine de öyle bir an oldu ki, çocuk titredi. Madam Thenardier ocağın üstünde kaynayan bir tencerenin kapağını kaldırdı, sonra bir bardak kapıp, hızla çeşmeye yaklaştı. Musluğu çevirdi. Çocuk başını kaldırmış, onun hareketlerini izliyordu. Musluktan iplik gibi ince bir su aktı, bardağın ancak yansını doldurdu. "Bak hele, hiç su kalmamış!" dedi kadın. Sonra bir an sustu. Yan dolu bardağı gözden geçirerek, "Boş-ver," dedi, "bu kadar yeter."
Cosette yine işine koyuldu, ama bir çeyrek saatten fazla bir süre yüreğinin göğsünde küt küt vurduğunu duydu.
-140-
Böylece geçen dakikalan sayıyor, bir an önce sabah olmasını istiyordu.
Ara sıra, içki içenlerden biri sokağa bakarak iç geçiriyordu:
"Dışansı da zifir gibi karanlık!" ya da "Bu saatte sokakta fenersiz yürümek için kedi olmak gerek!" diyor ve Cosette titriyordu.
Birdenbire handa kalan seyyar satıcılardan biri içeri girdi ve sert bir sesle, "Atıma su vermemişler," dedi.
"Verildi, verildi," dedi Madam Thenardier.
Seyyar satıcı tekrar, "Size verilmemiş diyorum," dedi.
Cosette bu arada masanın altından çıkmıştı:
"Verildi efendim, verildi!" dedi, "at su içti, kovadan içti, dolu kovadan, hatta suyu ona elimle götürdüm, konuştum bile."
Doğru değildi bu. Cosette yalan söylüyordu.
"Şuna bak hele, yumruk kadar boyu var, ev kadar yalan söylüyor!" diye bağırdı satıcı. "At su içmemiş diyorum sana küçük edepsiz! Su içmediği zaman başka türlü soluk alır, bilirim ben."
Cosette direndi, sıkıntıdan kısılmış, ancak duyulabilen bir sesle, "Hem de bol bol içti!" diye ekledi.
"Hadi bakalım," dedi satıcı, "lafı uzatmayalım, atıma su verin, bitsin bu iş!"
Cosette, masanın altına girdi.
"Çok doğru!" dedi Madam Thenardier, 'hayvan su içmediyse, içmesi gerek."
Sonra etrafına bakındı.
-141-
"Hey Tanrım! Nerede bu?"
Eğildi ve Cosette'i masanın öbür ucunda, neredeyse içki içenlerin ayaklan altında büzülmüş olarak buldu.
"Geliyor musun sen!" diye bağırdı.
Cosette saklandığı delikten çıktı.
San redingotlu adam polis memuruna izini kaybettirince adımlarını bir misli daha sıklaştırdı; bir yandan da takip edilmediğinden emin olmak için sık sık dönüp arkasına bakıyordu. Saat dördü çeyrek geçe, yani gece bastırdığında, o gün 'İki Forsa' piyesini oynayan Porte Saint-Martin Tiyatrosu'nun önünden geçiyordu. Tiyatronun fenerleriyle aydınlanan bu afiş dikkatini çekmiş olacak ki, telaşla yürüdüğü halde durup onu okudu. Az sonra Planchette Çıkmazı'ndaydı ve o tarihte Langy arabalarının yazıhanesinin bulunduğu Plat d'etain'e giriyordu. Lagny'ye araba saat dört buçukta kalkıyordu. Atlar koşulmuştu ve arabacı tarafından çağırılan yolcular iki tekerlekli yolcu arabasının yüksek demir merdiveninden telaşla çıkıyorlardı.
Adam sordu:
"Bir kişilik yeriniz var mı?"
Arabacı, "Bir tek," dedi, "benim yanımda, sıranın üstünde."
"Onu ben tutuyorum."
"Binin."
Ancak, yola çıkmadan önce arabacı, yolcunun pejmürde kıyafetine, çıkınının küçüklüğüne bir göz atıp, ücretini peşin istedi.
"Lagny'ye kadar gidiyor musunuz?" diye sordu arabacı.
"Evet," dedi adam.
-156-
Ve Lagny'ye kadar gereken ücreti ödedi.
Yola çıkıldı. Çıkış kapısından geçince arabacı sohbet etmek istedi, ama yolcu ancak tek heceli cevaplar veriyordu. Arabacı da ıslık çalıp, atlara küfür savurmayı sohbet etmeye tercih etti.
Arabacı paltosuna büründü. Hava soğuktu. Adam oralı görünmüyordu. Böylece Gour-nay'ı ve Neuilly-sur-Marne'i geçtiler.
Akşam saat altıya doğru Chelles'teydiler. Arabacı atlarını dinlendirmek için kral manastırının eski binalanndaki arabacılar hanının önünde durdu.
Adam, "Ben burada iniyorum," dedi.
Çıkınını ve bastonunu alıp arabadan aşağı atladı.
Biraz sonra gözden kayboldu.
Hana girmemişti.
Birkaç dakika sonra araba Lagny'ye doğru tekrar yola koyulduğunda Chelles'm ana caddesinde onu göremediler.
Arabacı içerdeki yolculara döndü.
"İşte," dedi, "buralı olmayan bir adam, çünkü onu tanımıyorum. Meteliksiz gibi görünüyor, ama paraya da aldırdığı yok; Lagny için ücret ödüyor, ama ancak Chelles'e kadar gidiyor. Gece oldu, bütün evler kapalı, hana girmiyor, hiçbir yerde de görünmüyor. Sanırım yerin dibine girdi."
Adam yerin dibine girmemişti. Karanlıkta Chelles'in ana caddesini acele arşınlayıp, kiliseye varmadan, solda Montfermeil'e giden köy yoluna sapmıştı; burasını tanıyan, daha önce de oraya gelmiş olan birine benziyordu.
-157-
Hızla saptığı bu yolu takip ediyordu. Yolun Gagny'den Lagny'ye giden iki yanı ağaçh eski yolla kesiştiği yerde bazı yolcuların geldiğini duydu. Hemen bir hendeğe saklanıp uzaklaşmalarını bekledi. Aslında gereksiz bir tedbirdi bu, çünkü daha önce de söylediğimiz gibi, zifiri karanlık bir aralık gecesiydi. Gökte ancak iki üç yıldız görünüyordu.
Tepenin yamacı bu noktadan başlıyordu. Adam Montfermeil yoluna girmedi; sağa, kırların içine saptı ve büyük adımlarla ormana vardı.
Ormana girince adımlarını yavaşlattı ve bütün ağaçlan dikkatle gözden geçirmeye başladı. Adım adım ilerliyordu. Sadece kendisinin bildiği esrarengiz bir yolu araştırıyor, izliyor gibiydi. Bir ara yolunu kaybeder gibi oldu, kararsız bir halde durdu. Nihayet, elleriyle yoklayarak bir açıklığa geldi; iri, beyaz taşlardan bir yığın vardı burada. Hızla bu taşlara doğru yürüdü ve gecenin sisi içinde dikkatle inceledi; sanki taşlan muayeneden geçiriyordu. Taş yığınının birkaç adım ötesinde, üzerleri bitkilerin sivilceleri demek olan yumrularla kaplı büyük bir ağaç vardı. Adam bu ağaca gitti, sanki bütün yumrulan tanımak, saymak istiyormuş gibi elini ağacın gövdesinin kabuğu üzerinde dolaştırdı.
Bir dişbudak olan bu ağacın tam karşısında kabuk döken hastalığa tutulmuş bir kestane ağacı bulunuyordu. Hastalığını iyileştirmek için gövdesine çinko sanp çivilemişlerdi. Adam, ayaklannın ucunda yükselip, bu çinkoya dokundu.
-158-
Sonra zeminin taze kazılmış olup olmadığını iyice anlamak istercesine, ağaçla taşlar arasında kalan yerdeki toprağın üzerinde bir süre tepinerek dolaştı.
Ve sonra, yönünü belirledi ve ormanın içine doğru yürümeye başladı.
İşte, Cosette'e rastlayan adam buydu.
Adam, Montfermeil yönüne doğru ilerlerken, inleyerek hareket eden, bir yükü yere bırakıp, tekrar alan ve yeniden yürümeye başlayan küçük bir karaltı görmüştü. Bu karaltıya yaklaşmış ve onun kocaman bir su kovasını taşıyan küçücük bir çocuk olduğunu anlamıştı. O zaman çocuğun yanına gitmiş ve kovanın kulpunu sessizce tutuvermişti.
7. Cosette Karanlıkta Yabancı Adamla Yan Yana
Söylediğimiz gibi Cosette korkmamıştı.
Adam onunla konuştu. Kalın bir ses tonuyla oldukça yavaş konuşuyordu.
"Yavrum, bu taşıdığın senin için çok ağır."
Cosette başını kaldınp cevap verdi:
"Evet bayım."
"Ver," dedi adam, "ben taşınırı."
Cosette kovayı bıraktı. Adam onun yanı sıra yürümeye koyuldu.
"Gerçekten de ağır," diye dişlerinin arasından söylendi. Sonra ekledi:
"Küçük, kaç yaşındasın?"
"Sekiz bayım."
"Uzaktan mı geliyorsun?"
"Ormandaki kaynaktan geliyorum."
"Peki, gittiğin yer uzak mı?"
-159-
"Buradan bir çeyrek saat ilerde." Adam konuşmadan biraz durduktan sonra, birden, "Senin annen yok mu?" dedi. "Bilmiyorum," diye cevap verdi çocuk. Adamın yeniden konuşmasına vakit kalmadan ekledi:
"Sanmıyorum. Başkalarının var, ama benim yok."
Kısa bir sessizlikten sonra, "Sanırım, benim hiç annem olmadı," dedi.
Adam durdu, kovayı yere bıraktı, eğilip iki elini çocuğun iki omzunun üzerine koydu, karanlıkta ona bakmaya, yüzünü görmeye çalıştı.
Gökyüzünün kurşun rengi ışığında Coset-te'in zayıf ve hastalıklı yüzü hayal meyal fark ediliyordu.
"Senin adın ne?" dedi adam.
"Cosette."
Adam elektrik çarpmış gibi sarsıldı. Hâlâ dikkatle çocuğa bakıyordu, sonra ellerini Co-sette'in omuzlarından çekerek, kovayı yakaladı ve yeniden yürümeye başladı.
Biraz sonra sordu:
"Küçük, nerede oturuyorsun sen?"
"Montfermeil'de, bilmem biliyor musunuz?"
"Gittiğin yer mi?"
"Evet bayım."
Adam yine bir süre sustu, sonra tekrar konuştu:
"Peki, bu saatte seni ormana su almaya kim gönderdi?"
"Madam Thenardier."
Adam, ilgisiz göstermeye çalıştığı, ama yi-
-160-
ne de içinde garip bir titreme bulunan bir sesle, "Ne yapar senin bu Madam Thenardier?" diye sordu.
"Benim hanımım," dedi çocuk. "Han işletir."
"Han mı?" dedi adam. "Öyleyse bu gece orada kalırım. Beni oraya götür."
"Zaten oraya gidiyoruz," dedi çocuk.
Adam oldukça hızlı yürüyordu. Cosette de onu hiç zahmet çekmeden izlemekteydi. Artık yorgunluk duymuyordu. Ara sıra bakışlarını bir tür huzur ve dile gelmez bir teslimiyetle bu adama doğru kaldırıyordu. Tan-n'ya dönmeyi, dua etmeyi ona hiç öğretme-mişlerdi. Buna rağmen, içinde umuda benzeyen ve göğe doğru yükselen bir şeyler hissediyordu.
Birkaç dakika geçti. Adam tekrar konuştu:
"Madam Thenardier'nin evinde hizmetçi yok mu?"
"Yok bayım."
"Sen yalnız mısın?"
"Evet bayım."
Yine bir an sessizlik oldu. Cosette konuştu.
"Yani iki küçük kız var."
"Hangi küçük kızlar?"
"Ponine'le Zelma."
Küçük kız, böylece, Madam Thenardier'nin romanlarından alınma o değerli adlan basitleştirmekteydi.
"Nedir bu Ponine'le Zelma?"
"Bunlar Madam Thenardier'nin küçükha-nımlandır. Yani onun kızları."
"Onlar ne yaparlar?"
"Oo!" dedi çocuk, "onların güzel bebekleri
-161-
var, altınlı şeyleri, bir sürü eşyaları. Oynarlar, eğlenirler."
"Bütün gün mü?"
"Evet bayım."
"Ya sen?"
"Ben çalışırım."
"Bütün gün mü?"
Çocuk, iri gözlerini kaldırdı, yaşlar vardı, ama gece karanlığında görünmüyordu. Yavaş sesle cevap verdi:
"Evet bayım."
Sessiz geçen bir aradan sonra devam etti:
"Bazen işim bitince ve izin verirlerse ben de oynarım."
"Nasıl oynarsın?"
"Nasıl olursa. Bana bırakırlar. Ama çok oyuncağım yok. Ponine'le Zelma, kendi bebekleriyle oynamamı istemiyorlar. Kurşundan küçük bir kılıcım var, şu kadar bir şey."
Çocuk bunu söylerken serçe parmağını gösteriyordu.
"Kesmeyen bir kılıç değil mi?"
"Hayır bayım, keser," dedi çocuk, "salatayla sineklerin başını keser."
Köye vardılar. Cosette, sokaklarda yabancıya kılavuzluk etti. Ekmekçi dükkânının önünden geçtiler, ama Cosette ekmek götürmesi gerektiğini hatırlamadı. Adam ona sorular sormayı bırakmış, şimdi kasvetli bir sessizliğe bürünmüştü. Kiliseyi geride bıraktıkları zaman dükkânlara bakıp, Cosette'e sordu:
"Demek panayır var, öyle mi?"
"Hayır bayım, bugün Noel de."
Hana yaklaştıklarında Cosette çekinerek
-162-
adamın koluna dokundu:
"Bayım?"
"Ne var yavrum?"
"Eve çok yaklaştık."
"Ne olur?"
"Artık kovayı bana verir misiniz?"
"Niçin?"
"Çünkü madam onu benim yerime başkasının taşıdığını görürse beni döver."
Adam kovayı ona verdi. Az sonra lokanta bozuntusunun kapısmdaydılar.
8. Belki de Aslında Zengin Olan Bir Yoksulu Hana Kabul Etmenin Getirdiği Hoşnutsuzluk . .
Cosette kendini tutamayıp oyuncakçı dükkânında hâlâ sergilenmekte olan büyük bebeğe bir göz attıktan sonra kapıya vurdu. Kapı açıldı. Madam Thenardier elinde bir mumla kapıda belirdi.
"Ah! Sen ha, küçük haylaz! Çok şükür ge-lebildin! Mutlaka yollarda oynamıştır ahlaksız!"
Cosette tir tir titreyerek, "Madam," dedi, "bakın, burada bir mösyö var, kalmak istiyor."
Madam Thenardier, hancılara özgü o anında değişmeyle, asık suratının yerine hemen yapmacık nezaket ifadesini takındı ve yiyecek gibi gözlerle yeni gelene baktı.
"Bu mösyö mü?" dedi.
Adam elini şapkasına götürerek, "Evet madam," diye cevap verdi.
Zengin yolcular bu kadar terbiyeli olmazlardı. Bu davranış ve Madam Thenardier'nin
-163-
bir bakışta gözden geçirdiği yabancının elbisesiyle eşyası, kadının yüzündeki nezaket ifadesini yok etti, asık suratı geri geldi. Sertçe, "Girin babalık," dedi.
'Babalık' içeri girdi. Madam Thenardier bir defa daha ona göz attı, özellikle tamamen aşınmış redingotuyla biraz çökük duran şapkasını inceledi, sonra bir kafa sallayışı, burun büküşü ve göz kırpışıyla, hâlâ arabacılarla içki
içmekte olan kocasına danıştı. Kocası ona işaret parmağını başkalarınca fark edilmeyecek şekilde kımıldatarak cevap verdi ki, bu hareketle birlikte dudakların öne doğru kabartılması, bu gibi durumlarda; tam sefalet, anlamına geliyordu.
Bunun üzerine Madam Thenardier, "Bak ahbap! Çok üzgünüm, ama hiç yerim yok!" diye bağırdı.
"Beni istediğiniz yere koyabilirsiniz," dedi adam, "Ambara, ahıra. Oda parası öderim."
"Kırk metelik."
"Kırk metelik. Kabul."
"Tamam!"
Arabacının biri, Madam Thenardier'ye yavaşça, "Kırk metelik mi?" dedi. "Yirmi metelik değil mi?"
"Onun için kırk metelik," diye aynı yavaşlıkla cevap verdi Madam Thenardier. "Fakir fukarayı daha aşağısına barındırmam."
"Doğru," diye kocası anlayışlı bir tavırla ekledi, "böyle müşterilerinin olması bir müessesenin adını kirletir."
Bu arada adam çıkınıyla bastonunu bir sıranın üstüne bırakıp Cosette'in çabucak bir
-164-
şarapla bir de bardak koyduğu masanın başına oturmuştu. Suyu isteyen satıcı kovayı alıp atına götürmüş, Cosette de mutfak masasının altındaki yerine, örgüsüne dönmüştü. Bardağa koyduğu şaraba dudaklarının ucunu değdiren adam, çocuğu garip bir dikkatle gözden geçirmekteydi. Cosette çirkindi. Mutlu olsa, belki güzel olurdu. Bu hüzünlü küçük yüzü daha önce ana hatlarıyla anlatmıştık. Cosette zayıf ve solgundu. Sekiz yaş-lanndaydı ama ancak altı yaşında denilebilirdi. Bir tür karanlığa gömülmüş iri gözleri, ağlamaktan adeta fersizleşmişti. Ağzının kenarlarında, mahkûmlarda ve umutsuz hastalar-da görülen, devamlı üzüntüden ileri gelen o eğri çizgiden vardı. Elleri, annesinin tahmin ettiği gibi 'çatlaklar içinde'ydi. O sırada onu aydınlatmakta olan ateş, kemiklerinin köşelerini meydana çıkarmakta ve zayıflığını korkunç bir şekilde göz önüne sermekteydi. Her zaman tir tir titrediğinden iki dizini birbirine bitiştirme alışkanlığını edinmişti. Elbisesi yazın görenleri açındıracak, kışın görenleri ise dehşete düşürecek bir paçavra parçasından ibaretti. Üstünde delik deşik bezlerden başka bir şey yoktu; ne bir yün parçası, ne bir şey. Oradan buradan derisi görünüyor ve her tarafında Madam Thenardier'nin vurduğu yerleri gösteren mavi ya da siyah lekeler fark ediliyordu. Çıplak bacakları kırmızı ve sıskaydı. Köprücük kemiklerinin çukuru insanı ağlatacak haldeydi. Bu çocuğun bütün kişiliği, gidişi, duruşu, sesi, iki kelime arasında duraklaması, bakışı, susuşu, en ufak bir ha-
-165-
reketi hep tek bir fikri anlatıyor, yansıtıyordu: Korku.
Korku onun her yanına yayılmıştı; adeta korkuyla kaplanmıştı; korku onun dirseklerini kalçalarına yapıştırıyor, topuklarını etekliği altına çekiyor, onu mümkün olduğu kadar az yer kaplamaya zorluyor, ancak gerektiği kadar nefes alması için rahat bırakıyordu. Korku onun bedeninin alışkanlığı gibi bir şey olmuştu; bu alışkanlığın değişmesine imkân yoktu, artması dışında. Gözbebeklerinin ta dibinde şaşkın bir nokta vardı, orada dehşet yuvalanmıştı.
Öylesine bir korkuydu ki bu, Cosette dışarıdan sırılsıklam geldiği halde, gidip ateşte ısınmaya cesaret edememiş, sessiz sedasız işinin başına geçmişti.
Sekiz yaşındaki bu çocuğun bakışlarındaki ifade her zaman öyle boynu bükük, öyle üzgün, bazen de öyle trajikti ki, zaman zaman onun aptallaşmak ya da cin çarpmışa dönmek üzere olduğu sanılırdı.
Dediğimiz gibi, dua etmenin ne demek olduğunu asla bilmiyordu ve hiçbir zaman bir kiliseden içeri adımını atmamıştı. "Benim vaktim mi var?" diyordu Madam Thenardier.
San redingotlu adam Cosette'den gözlerini ayırmıyordu.
Madam Thenardier birdenbire haykırdı:
"Ha, aklıma geldi! Nerede şu ekmek?"
Cosette, Madam Thenardier'nin sesini yükselttiği her defasında yapma âdetinde olduğu gibi, hemen masanın altından fırladı.
Ekmeği tamamen unutmuştu. Korku için-
-166-
de bulunan çocukların başvurduklan çareye başvurdu. Yalan söyledi.
"Madam, ekmekçi kapalıydı."
"Kapısını vursaydın."
"Vurdum efendim."
"Öyleyse?"
"Açmadı."
"Doğru olup olmadığını yarın öğrenirim," dedi Madam Thenardier, "eğer yalan söylü-yorsan, esaslı bir dayak yiyeceksin. Sen şimdi ver bakayım bana şu on beş meteliği."
görürsün. Bu yüzden şaşırırsın. Sonra kulaklarını görürsün, daha sonra da kuyruğunu görürsün. Buna da şaşırırsın. Bana dersin ki, 'Aman Tannm!' Ben de sana, 'Evet madam,' derim, 'işte benim böyle küçük bir kızım var. Şimdi küçük kızlar böyle oluyor.'"
Azelma, Eponine'i hayranlıkla dinliyordu.
Bu arada içki içenler açık saçık bir şarkı söylemeye başlamışlardı; hem söylüyor, hem de tavanı sarsarcasına gülüyorlardı. Thenardier onları aşka getiriyor, o da onlarla birlikte söylüyordu.
Kuşların her şeyden yuva yapmaları gibi çocuklar da her şeyden bebek yaparlar. Eponine'le Azelma kediyi kundakladıkları sırada, Cosette beri yanda kılıcı kundaklamıştı. Bu işi yapınca, onu kollarına yatırmış, uyutmak için yavaş sesle ninni söylüyordu.
Bebek, kız çocuklarının en zorunlu ihti-
-173-
11
yacı ve aynı zamanda en sevimli içgüdülerinden biridir. Bakmak, elbise dikmek, süslemek, giydirmek, soymak, tekrar giydirmek, öğretmek, biraz azarlamak, okşamak, uyutmak, bir şeyin bir kimse olduğunu hayal etmek; kadının bütün geleceği işte buradadır. Hayal eder, çene çalar, küçük çeyizler, küçük kundak takımları yapar, küçük elbiseler, küçük bluzlar, küçük zıbınlar dikerler, çocuk genç kız, genç kız yetişkin kız, yetişkin kız kadın olur. İlk bebek son oyuncak bebeğin yerini alır.
Bebeği olmayan küçük bir kız, hemen hemen çocuksuz bir kadın kadar mutsuz, onun kadar tahammül edilmesi zor bir şeydir.
İşte böyle Cosette de kendisine kılıçtan bir bebek yapmıştı.
Madam Thenardier de adama yanaşmıştı. "Kocamın hakkı var," diye düşünüyordu, "Bu belki de Mösyö Laffitte'dir. Öyle düzenbaz zenginler var ki!"
Gelip adamın masasına yaslandı.
"Bayım," dedi.
Bu 'bayım' sözü üzerine adam döndü. Madam Thenardier şimdiye kadar ona 'babalık' ya da 'ahbap' demişti. Vahşi halinden de beter olan o tatlılığını takınarak, "Bakın bayım," diye devam etti, "çocuğun oynamasını ben de istiyorum, buna hiçbir itirazım yok, ama sadece bu defalık, çünkü siz cömert bir insansınız. Bakın, onun hiçbir şeyi yok. Çalışması gerekiyor."
"Şu halde bu çocuk sizin değil, öyle mi?" diye sordu adam.
-174-
"Aman Tanrım! Hayır efendim! Sadece acıyıp yanımıza aldığımız yoksul küçük bir kız. Aptal gibi bir çocuk. Kafasında beyin yerine su olmalı. Gördüğünüz gibi, kafası kocaman. Onun için elimizden geldiği kadarını yapmaya çalışıyoruz, çünkü biz de zengin değiliz. Annesine sürekli mektup yazıp duruyoruz, ama altı ay var ki hiç cevap çıkmıyor. Sanırım öldü."
"Ya!" dedi adam ve yine düşüncelerine daldı.
"Zaten annesi pek sağlam- ayakkabı değildi. Çocuğunu yüzüstü bıraktı."
Bütün bu konuşma boyunca Cosette, bir içgüdü ona kendisinden söz edildiğini haber vermiş gibi gözlerini Madam Thenardier'den ayırmamıştı. Şöyle böyle duyabiliyor, arada sırada kulağına bazı kelimeler çarpıyordu.
Bu arada içkicilerin yaklaşık dörtte üçü sarhoş olmuş, ahlak dışı nakaratlarını artan bir neşeyle tekrarlamaktaydılar. Bu, içine bakire Meryem'le çocuk İsa'nın da karıştığı üstün zevkli bir açık saçıldık örneğiydi. Madam Thenardier de kahkahalardan payım almaya gitmişti. Cosette masanın altında, gözlerine yansıyan ateşe dikkatle bakıyordu. Az önce kundak diye yaptığı şeyi tekrar sallamaya başlamıştı. Hem sallıyor hem de alçak sesle şarkı söylüyordu; "Annem öldü! Annem öldü! Annem öldü!"
Han sahibesinin yeniden ısrar etmesi üzerine 'milyoner' adam nihayet yemek yemeye razı oldu.
"Mösyö ne arzu ediyor?"
-175-
"Peynir, ekmek," dedi adam.
"Besbelli dilencinin biri bu," diye düşündü Madam Thenardier.
Sarhoşlar hâlâ şarkı söylüyorlardı. Çocuk da masanın altında kendi şarkısını söylemekteydi.
Cosette birdenbire sustu. Arkaya dönmüş, küçük Thenardier'lerin kediyle oynamak için mutfak masasının birkaç adım ötesinde, bıraktıkları yerde bebeği görmüştü.
Kendisini pek tatmin etmeyen kundaklı kılıcı elinden attı, sonra gözlerini ağır ağır salonda çepeçevre dolaştırdı. Madam Thenardier usul usul kocasıyla konuşuyor, para sayıyor; Ponine'le Zelma kediyle oynuyorlardı; yolcu-larsa ya yemek yemekte ya içmekte ya da şarkı söylemekteydiler, hiç kimse kendisine bakmıyordu. Kaybedecek vakti yoktu. Dizlerinin ve ellerinin üzerinde emekleyerek masanın altından çıktı, gözetlenmediğinden emin olmak için çevresini bir kere daha kolaçan etti, sonra hızla bebeğe kadar süzülüp, yakaladı. Bir an sonra yerindeydi,
Taş kesilmiş olan Madam Thenardier tahminlerine yeniden başladı; "Bu ihtiyar neyin nesidir? Yoksul biri mi? Bir milyoner mi yoksa? Belki de ikisi birden, yani bir hırsız."
Mösyö Thenardier'nin yüzünde anlamlı bir kınşık belirdi. Hâkim içgüdünün bütün hayvani kudretiyle yüze vurduğu her defasında insan çehresinde görülen anlamlı bir kın-Şiktı bu. Meyhaneci sırasıyla bir bebeğe, bir yolcuya bakıyor, adamı adeta bir para torbasını koklar gibi kokluyordu. Bu, göz açıp ka-
-179-
payıncaya kadar kısa bir zamanda oldu.
Thenardier, karısının yanma gitti ve ona usulca, "Bu zımbırtı en aşağı otuz frank eder," dedi. "Budalalık istemez. Herifin önünde secde edilecek!"
Kaba insanlarla saf insanların ortak yanı şudur ki; bir duygudan öbürüne kolayca ge-çiverirler.
Madam Thenardier tatlı olmaya çalışan, ama kötü ruhlu kadınların acı balından başka bir şey olmayan ses tonuyla, "Hadi bakalım Cosette," dedi, "bebeğini almıyor musun?" Cosette, deliğinden çıkmaya cesaret edebildi.
Mösyö Thenardier de okşayıcı bir ses tonuyla, "Cosette'ciğim," dedi, "bak, bu mösyö sana bir bebek veriyor. Hadi al onu. Senin."
Cosette harika bebeği adeta dehşetle seyrediyordu. Yüzü hâlâ gözyaşlarıyla sırılsıklamdı, ama gözleri sabahın alacakaranlığın-daki gökyüzü gibi garip neşe ışıltılanyla dolmaya başlıyordu. Aniden kendisine, "Küçük kız, siz Fransa Kraliçesi oldunuz," denecek olsaydı neler hisseder idiyse, o anda aynı şeyi hissediyordu.
Bu bebeğe dokunacak olsa, ondan gök gürültüleri, yıldırımlar çıkacak gibi geliyordu.
Bu da bir dereceye kadar doğruydu, çünkü Madam Thenardier'nin onu azarlayıp döveceğini düşünüyordu.
Buna rağmen bebeğin cazibesi üstün geldi. Sonunda Cosette bebeğe yaklaştı ve Madam Thenardier'ye dönüp çekinerek, "Alabilir miyim efendim?" dedi.
-180-
Hiçbir kelimeyle dile getirilemeyecek; hem umutsuz, hem korkmuş, hem de hayran kalmış bir hali vardı.
"Elbette!" dedi Madam Thenardier, "O senin. Mademki beyefendi onu sana veriyor."
"Sahi mi bayım?" dedi Cosette, "Doğru mu bu? Benim mi bu bebek?"
Yabancının gözleri yaşlarla dolmuştu. Ağlamamak için konuşmaktan çekinecek kadar heyecanlanmıştı. Cosette'e başıyla bir işaret yaptı ve 'bebeğin' elini onun küçük eline verdi. Cosette bebeğin eli kendininkini yakmış gibi, elini şiddetle geri çekti ve yere bakmaya başladı. Şunu da eklemek zorundayız ki, o sırada Cosette dilini alabildiğince dışarı çıkarmıştı. Birdenbire geriye döndü ve taşkın bir heyecanla bebeği yakaladı.
"Adını Catherine koyacağım," dedi. Cosette'in partallanyla bebeğin şeritleri ve yepyeni pembe muslinleri birbirine karışmış, sarmaş dolaş olmuşlardı. Çok tuhaf bir andı bu.
Cosette yeniden konuştu: "Madam onu bir iskemleye koyabilir miyim?"
"Oturtabilirsin yavrum," diye cevap verdi Madam Thenardier.
Şimdi de Eponine'le Azelma, Cosette'e gıptayla bakıyorlardı.
Cosette, Catherine'i bir iskemleye koydu, sonra önünde yere oturup hiç kımıldamadan ve tek kelime söylemeden bebeğini hayran hayran seyreder bir durumda kaldı.
Yabancı, "Hadi, oynaşana Cosette," dedi.
-181-
II.
"Oynuyorum, oynuyorum!" diye karşılık verdi çocuk.
Sanki Cosette'i ziyaret etmeye gelmiş Tan-rı'ya benzeyen bu yabancı, bu meçhul adam kadar şu an Madam Thenardier'nin nefret ettiği hiç kimse yoktu dünyada. Ne var ki, kendini tutması gerekiyordu. Gerçi bütün davranışlarında kocasını örnek almaya çalıştığından ikiyüzlü davranmaya alışıktı, ama heyecanın bu kadarı da artık onun dayanma gücünü aşıyordu. Alelacele kızlarını yatmaya yolladı, sonra da adamdan Cosette'i de yatmaya göndermek için izin istedi, şefkatli bir anne tavrıyla, "Bugün çok yoruldu," diye de ekledi. Cosette, Catherine'i kucağına alarak yatmaya gitti.
Madam Thenardier, kendi deyişiyle ruhunu hafifletmek için ara sıra salonun öbür ucuna, erkeğinin bulunduğu yere gidiyor, yüksek sesle söylemeye cesaret edemediği öfkeli bazı sözleri kocasıyla konuşuyordu.
"Kocamış hayvan! Acaba ne var kursağının içinde? Gelmiş burada rahatımızı kaçırıyor! Şu küçük canavarın oynamasını istemek! Ona bebekler vermek! Kırk meteliğe satacağım bir köpeğe kırk franka bebek satın almak! Neredeyse ona majesteleri diyecek, sanki Berry Düşesi! Bunda mantık var mı? Bu esrarengiz moruk kudurmuş mu ne?"
"Niçin mi? Gayet basit," diye karşılık veriyordu Thenardier. "Belki bundan hoşlanıyor! Sen küçüğün çalışmasından hoşlanıyorsun, o da onun oynamasından hoşlanıyor. Bu onun hakkı. Bir yolcu parasını verdi mi, iste-
-182-
diğini yapar. Eğer bu ihtiyar bir hayırseverse, sana ne zararı var? Eğer budalanın biriyse, seni ne ilgilendirir? Parası olduğuna göre, sen ne karışıyorsun?"
Beyefendinin sözü bir, hancının muhakemesi iki; her ikisi de itiraz kabul etmez.
Adam dirseklerini masaya dayamış, yine o düşünceli halini almıştı. Diğer yolcular, satıcılar ve arabacılar biraz uzağa çekilmişlerdi, artık şarkı söylemiyorlardı. Uzaktan, bir tür saygıyla karışık korkuyla onu seyretmekteydiler. Böyle yoksul giyimli olduğu halde cebinden paralan bu kadar kolaylıkla çıkaran ve hatta tahta pabuçlu küçük hizmetçi par-çalanna dev gibi bebekler bağışlayan bu şahıs mutlaka saygıdeğer ve korkulacak bir adam olmalıydı.
Saatler geçti. Gece yansı ayini okunmuş, Noel yemeği yenmiş, içkiciler gitmişler, basık tavanlı salon boşalmış, ateş sönmüştü. Yabancı hâlâ aynı yerde, aynı durumda oturuyordu. Yalnız, ara sıra üzerine dayandığı dirseğini değiştiriyordu, o kadar. Ama Cosette gittiğinden beri tek kelime söylememişti.
Yalnız Thenardier'ler nezaket icabı ve de merak yüzünden salonda kalmışlardı.
"Bütün geceyi böyle mi geçirecek bu adam?" diye homurdanıyordu Madam Thenardier. Saat sabahın ikisini çaldığında kadın yenildiğini kabul etti, kocasına, "Ben yatmaya gidiyorum," dedi. "Sen ne istersen onu yap." Kocası, bir köşedeki masaya oturup, bir mum yaktı ve Courrier français'yi okumaya başladı.
-183-
Bir saat de böyle geçti. Sayın hancı efendi Courrierfrançais'yi tarihinden, sahibinin adına kadar bütün bir gazeteyi en azından üç defa okumuştu.
Thenardier kımıldandı, öksürdü, tükür-dü, burnunu sildi, iskemlesini gıcırdattı. Adamda hiçbir hareket yoktu. "Yoksa uyuyor mu?" diye düşündü. Adam uyumuyor, ama hiçbir şey de onu uyandıramıyordu.
Nihayet Thenardier takkesini çıkardı, yavaşça yaklaştı ve cesaretini toplayıp, "Beyefendi acaba istirahat etmeyecekler mi?" dedi.
Yatmayacaklar mı demek, haddini aşan laubali bir ifade gibi gelmişti ona. İstirahat etmekte bir lüks ve saygı vardı. Bu gibi kelimelerin, ertesi sabah hesap pusulasındaki rakamları şişirmek gibi esrarlı ve olağanüstü bir özellikleri vardır. İçinde yatılan bir odanın ücreti yirmi metelik, istirahat edilen bir oda-nınkiyse yirmi franktır.
"Sahi!" dedi yabancı, "Haklısınız. Ahırınız nerede?"
"Bayım," dedi Thenardier, gülümseyerek, "Sizi götürürüm."
Şamdanı aldı, adam da çıkınıyla bastonunu aldı ve Thenardier onu birinci katta, ender rastlanır ihtişamda bir odaya götürdü. İçerisi bir karyola ve bir gondol ile baştan aşağı maun eşya ile döşenmişti, perdeler kırmızı hassa kumaşındandı.
"Bu da nesi?" dedi yolcu.
Hancı, "Burası bizim gerdek odamız," dedi. "Eşimle ben bir başkasında kalıyoruz. Buraya yılda ancak üç dört defa girilir."
-184-
"Ben ahırda da yatardım," dedi adam sert bir tavırla.
Thenardier, pek iltifat taşımayan bu sözleri duymazlıktan geldi.
Şöminenin üzerinde duran balmumundan yepyeni iki mumu yaktı. Şöminede oldukça kuvvetli bir ateş yanıyordu.
Şöminenin üzerinde bir fanusun altında gümüş telli, portakal çiçekli bir kadın başlığı vardı.
Yabancı, "Peki, bu nedir?" dedi.
"Bu, efendim, karımın gelinlik şapkası," dedi Thenardier.
Yolcu, demek o canavarın bakire olduğu zamanlar da varmış, der gibi bir bakışla bu nesneye baktı.
Kaldı ki, Thenardier yalan söylüyordu. Bu ev bozuntusunu lokanta benzeri bir meyhane yapmak üzere kiraladığında bu odayı böyle döşenmiş olarak bulmuştu. Eşyayı satın almış, portakal çiçeklerini de eskiciden bulmuştu. Bunların 'eşi'ni zarif bir haleyle çevreleyeceğini ve sonuçta, İngilizlerin dedikleri gibi, müessesesine saygınlık kazandıracağını düşünmüştü.
Yolcu arkasına döndüğü zaman han sahibinin yok olduğunu gördü. Thenardier iyi geceler dilemeye cesaret edemeden sessizce ortadan kaybolmuştu. Ertesi sabah şahane bir şekilde yolmayı tasarladığı bu adama saygısız bir samimiyetle davranmak istememişti.
Hancı odasına çekildi. Karısı yatmıştı, ama uyumuyordu. Kocasının ayak sesini duyunca döndü ve ona, "Haberin olsun, yarın
-185-
Cosette'i kapı dışarı ediyorum," dedi.
Thenardier soğuk bir tavırla karşılık verdi.
"Ne yaparsan yap!"
Başka bir şey konuşmadılar. Az sonra mumlan sönmüştü.
Soluk soluğa, "Affedersiniz bayım, bağışlayın," dedi, "işte şu bin beş yüz frankınız."
Bunu derken, üç banknotu yabancıya uzatıyordu.
Adam gözlerini kaldırdı. "Ne demek oluyor bu?" Thenardier saygılı bir şekilde cevap verdi: "Mösyö, bu şu demek ki, Cosette'i geri alıyorum."
Cosette ürperdi ve iyi adama sıkıca sarıldı. Adam, Thenardier'nin gözlerinin içine bakarak ve hecelerin üstüne ayrı ayrı basarak karşılık verdi:
"Cosette'i geri mi alıyorsunuz?" "Evet, bayım, geri alıyorum. Bakın, size anlatayım. İyice düşündüm. Aslında onu size vermeye hakkım yok. Ben namuslu bir adamım, görüyorsunuz. Bu küçük benim değil, annesinin. Onu bana annesi emanet etti, onu -202-
ancak annesine verebilirim. Belki bana, 'ama annesi öldü,' diyeceksiniz. Güzel. Böyle olunca, çocuğu ancak annesinin imzasını taşıyan ve getiren kişiye çocuğunu teslim etmem gerektiğini bildiren bir yazıyı bana getirecek olan kimseye teslim edebilirim."
Adam, hiç cevap vermeden cebini karıştırdı ve Thenardier, içinde banknotlar dolu olan cüzdanın yeniden ortaya çıktığını gördü.
Meyhaneci bir sevinç ürpertisi geçirdi.
"Güzel!" diye düşündü, "sıkı duralım. Bana rüşvet verecek!"
Cüzdanı açmadan önce adam çevresine bir göz attı. Bulundukları yer tamamen ıssızdı. Ne ormanda ne de vadide tek 6ir kul vardı. Adam cüzdanı açtı, ama içinden Thenardier'nin beklediği gibi bir tomar banknot değil, sadece küçük bir kâğıt parçası çıkardı ve kâğıdın katlarını düzelttikten sonra açık olarak Thenardier'ye uzattı.
"Haklısınız," dedi. "Okuyunuz."
Thenardier, kâğıdı alıp okudu:
"Montreuü-sur-mer, 25 Mart 1823.
Mösyö Thenardier,
Cosette'i bu mektubu size getiren şahsa teslim ediniz. Bütün ufak tefek şeylerin parası size ödenecektir.
En derin saygılarımı sunarım.
FANTİNE"
Adam, "Bu imzayı tanırsınız," dedi. Gerçekten de Fantine'in imzasıydı bu. Thenardier onu tanımıştı.
Söylenecek söz yoktu. İçinde iki şiddetli
-203-
öfke duydu; umduğu rüşvetten vazgeçmek zorunda kalmanın öfkesi ve yanılmış olmanın öfkesi. Adam ekledi:
"Bu kâğıdı bir ibraname olarak saklayabilirsiniz."
Thenardier, birkaç adım geri çekildi:
"Bu imza oldukça iyi taklit edilmiş," diye I dişlerinin arasından homurdandı. "Peki, öyle olsun!"
Sonra umutsuz bir girişimde bulundu:
"Bayım," dedi, "mademki siz o kişisiniz, kabul. Ama bütün ufak tefek masrafların bana ödenmesi gerekir. Sizden çok daha fazla alacağım var."
Adam ayağa kalktı ve aşınmış yenlerinin üstündeki tozları fiskelerle temizleyerek, "Mösyö Thenardier," dedi, "ocak ayında annesi size yüz yirmi frank borcu olduğunu hesaplıyordu; şubatta ona beş yüz franklık bir masraf dökümü gönderdiniz, üç yüz frank şubat sonunda, üç yüz frank da mart başında aldınız. O zamandan beri dokuz ay geçti, kararlaştırıldığı gibi, her ay için on beş franktan, yüz otuz beş frank eder. Yüz frank fazla almıştınız. Geriye otuz beş frank alacağınız kalır. Oysa ben size bin beş yüz frank verdim."
Thenardier, kapanın çelik dişleri etine geçip, onu yakaladığı zaman kurt ne hissederse, onu hissetti.
"Kim bu şeytan herif?" diye düşündü.
Kurt ne yaparsa, o da onu yaptı, bir darbe vurdu. Cüretkârlığı daha önce de işine yaramıştı. Kararlı bir şekilde bu defa saygı gösterilerini bir yana bırakarak, "Adını bilmediğim
-204-
bayun," dedi "ya bana bin ekü verirsiniz ya da Cosette'i alırım."
Yabancı sakin, "Gel Cosette," dedi.
Sol eliyle Cosette'in elini tuttu, sağ eliyle de yerdeki bastonunu aldı.
Thenardier, sopanın büyüklüğünü ve yerin ıssızlığını fark etmişti.
Adam meyhaneciyi hareketsiz ve şaşkın, olduğu yerde bırakıp çocukla birlikte ormana daldı.
Onlar uzaklaşırken Thenardier, adamın hafifçe eğik geniş omuzlarına, iri yumruklarına dikkatle bakıyordu.
Sonra bakışları kendi üzerine döndü ve çelimsiz kollarına, zayıf ellerine takıldı. "Ben sahiden aptalmışım!" diye düşündü, "mademki ava gidiyorum, ne diye tüfeğimi almadım?"
Ne var ki, hancı işin peşini bırakmadı.
"Nereye gittiğini bilmek istiyorum," dedi kendi kendine ve onları uzaktan izlemeye koyuldu. Elinde kala kala iki şey kalmıştı: Biri acı bir alay, diğeri Fantine imzalı kâğıt parçası, öbürü de teselli olarak, bin beş yüz frank.
Adam, Cosette'i Livry ve Bondy yönüne doğru götürüyordu. Başı önüne eğik, düşünceli ve üzgün, ağır ağır yürüyordu. Kış mevsimi ormanı seyreltmişti; öyle ki, Thenardier oldukça uzakta olmasına rağmen, onları gözden kaybetmiyordu. Adam ara sıra arkasına dönüyor, izlenip izlenmediğine bakıyordu. Birden Thenardier'yi fark etti. Ani bir hareketle Cosette'le birlikte bir baltalığa girdi ve ikisi de gözden kayboluverdiler. "Hay kör şeytan!" dedi Thenardier ve adımlarını sıklaştırdı.
-205-
Ormanın sıklaşmış olması, Thenardier'yi onlara yaklaşmak zorunda bırakmıştı. Adam ormanın en sık olduğu yere geldiğinde birden arkasına döndü. Thenardier boş yere dalların arasında saklanmaya çalıştı, adamın kendisini görmesini önleyemedi. Adam ona endişeli bir gözle baktı, sonra başını sallayarak yoluna devam etti. Hancı yine onu izlemeye başladı. Böylece iki ya da üç yüz adım kadar gittiler. Birdenbire adam yine arkasına dönünce hancıyı gördü. Ona öyle karanlık bir bakışla baktı ki, Thenardier daha ileri gitmenin 'yararsız' olduğuna karar verdi.
11. 9430 Numara Yeniden
Ortaya Çıkıyor ve Piyangoda Onu
Cosette Kazanıyor
Jean Valjean ölmemişti.
Denize düşerken, daha doğrusu atlarken görmüş olduğumuz gibi zincirsizdi. Demirli duran bir geminin altına kadar suyun dibinden yüzerek geldi. Gemiye bağlı bir sandal vardı. Akşama kadar bu sandalın içinde saklanmanın bir yolunu buldu. Gece olunca yeniden suya atlayıp, Brun Burnu yakınlarında kıyıya çıktı. Parası vardı ve kendine elbise aldı. Balaguier yakınlarındaki bir kenar mahalle meyhanesi, o zamanlar kaçaklara ve forsalara giyecek sağlamak gibi kazançlı bir uzmanlığa sahipti. Bundan sonra, kendine pusu kuran yasaya ve sosyal yazgısına izini kaybettirmeye çalışan bütün kaygılı kaçaklar gibi, Jean Valjean da karanlık ve dolambaçlı bir yol izledi. İlk önce Beausset yakınlarında,
-206-
Pradeaux'de kendine bir sığınak buldu. Daha sonra Yukarı Alpler'de Briançon yakınlarındaki Grand-Villard'a yöneldi: Yoklaya yokla-ya, endişeli bir kaçış ve dehlizleri meçhul bir köstebek yolu. Daha sonra Civrieux bölgesi Ain'de; Pireneler'de, Accons'da, Chavailles Ovası yakınlarındaki Grange-de-Doumecq'de ve Chapelle-Gonaguet kantonu Brunies'de, Perigueux dolaylarında onun oralardan geçtiğini gösteren bazı izlere rastlanabilmiştir. Derken Paris'e geldi. Son olarak da onu Montfermeil'de gördük. Paris'e gelince ilk işi yedi sekiz yaşlarında küçük bir kız çocuğu için matem elbisesi satın almak, sonra da oturulabilecek ev sağlamak oldu.' Daha sonra Montfermeil'e gitti.
Hatırlanacağı gibi, Jean Valjean bundan önceki kaçışında buraya ya da bu dolaylardaki bir yerlere esrarengiz bir yolculuk yapmış ve hatta bu yolculuktan adli mercilerin bir dereceye kadar haberi olmuştu.
Ne var ki, onun öldüğüne inanılıyor, bu da çevresindeki karanlığı büsbütün artırıyordu. Eline Paris'te olayı anlatan gazetelerden biri geçmişti. Kendisini güvenlikte ve adeta gerçekten ölmüş kadar rahat ve huzur içinde hissetti.
Jean Valjean, Cosette'i Thenardier'lerin pençesinden kurtardığı günün akşamı Paris'e dönmüş, şehre, yanında çocukla beraber gece bastırırken Monceaux kapısından girmişti. Orada bir arabaya bindi ve Rasathane Mey-danı'na kadar gitti. Rasathane Meydanı'nda arabadan indi, arabacının parasını verdi. Co-
-207-
sette'i elinden tuttu, ikisi karanlık gecenin içinde Ourcine ve Glaciere yakınlarındaki ıssız yollardan geçerek, Höpital Bulvan'na yöneldiler.
O gün Cosette için garip ve heyecan dolu bir gün olmuştu. Ücra aşçı dükkânlarından aldıkları ekmekle peyniri çitlerin arkasında yemişler, sık sık araba değiştirmişler, bazı yolları yaya gitmişlerdi. Cosette hiç şikâyetçi değildi, ama yorulmuştu. Jean Valjean, yürürken onun gittikçe daha çok asılan elinden anlamıştı bunu. Onu sırtına aldı. Catherine'i elinden bırakmaksızın, başını Jean Valjean'ın omzuna koydu ve uyudu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder