ATOMLARINA AYRILMIŞ PARİS
1. Parvulus
I
Paris'in bir çocuğu, ormanın bir kuşu vardır. Orman kuşunun adı serçedir, çocuğun adı sokak çocuğudur.
Birisi fınnm bütün sıcaklığını içeren, ötekisi gündoğumunun bütün aydınlığını düşündüren bu iki fikri
birleştirin; bu iki kıvılcım, Paris'i ve çocukluğu birbiriyle çarpın, ortaya küçük bir insan varlığı çıkar. Plautus,
buna, 'Homuncio' derdi.
Bu küçük yaratık neşelidir. Her gece karnı doymaz, ama canı isterse her gece tiyatroya gider. Ne sırtında
gömlek, ne ayağında ayakkabı, ne de başmı sokabileceği bir yeri vardır. Sinekler gibi yersiz yurtsuzdur. Yedi
ile on üç yaş arasındadır, güruh halinde yaşar, kaldırımları çiğner durur, açık havada yatıp kalkar, babasının
paçaları yerleri süpüren eski bir pantolonunu giymiştir, kulaklarına kadar inen bir şapka ve san bir askısı
vardır; koşar, hep gözetler, arar, bakar, dilenir, zamanını öldürür, pipo tüttürür, hırsızlan tanır, eğlence
yerlerinin çevresinde sürter, kızlarla senli benlidir; argo konuşur, müstehcen şarkılar söyler ama kalbinde
kötülüğün zer-
-13-
resi yoktur. Gönlünde masumiyet denen inciler yatar, incilerin ve masumiyetin çamurda yok olmadıklarını
biliriz. İnsanoğlu çocukluk devresi boyunca masumdur. Tanrı bunu böyle istemiş.
Şu koca şehre "Bu da kim?" diye sorulsaydı, şehir, "o benim yavrumdur," derdi.
2. Onun Kişisel Özelliklerinden Bazıları
Paris'in sokak çocuğu, devin cüce yavru-sudur.
İşi abartmayalım; bu sefil sokak meleğinin bazen gömleği vardır ama bir tek gömleği vardır. Ayakkabısı
vardır ama tabanları parçalanmıştır, bazen bir evi de vardır ve bu evi, annesi orada bulunduğu için sever
ama sokağı tercih eder. Çünkü orada özgürlüğünü bulur. Kendine ait oyunları, muziplikleri vardır.
Burjuvalara duyduğu nefret bütün bunların temelidir. Kendine özgü tabirleri de vardır. Ölmek, onun dilinde
'kuyruğu titretmektir.' Kendine ait meslekleri de vardır: Araba çağırmak, basamaklarını indirmek, yağmur
yağdığında karşıdan karşıya geçmek isteyenleri geçirerek geçiş parası almak -buna sanat köprüsü diyordupara
kazanmak, Fransız politikacılarının halk lehine attıkları nutukları bağıra bağıra tekrar etmek; kaldırım
taşlarının arasını kazımak. Kendine özgü parası da vardır; yolda bulduğu işlenmiş bakır parçalarından
yaptığı onun dilinde mangır adını alan- bu paranın bu bohem çocuk
-14-
cemaatinde hiç değişmeyen sabit bir değeri vardır.
Kendine özgü hayvanları da vardır. Bunları, kuytuda, köşede dikkatle inceler: Uğur böcekleri, danaburunlan,
çiçek biti; tarla örümceği; 'şeytan' denilen kuyruğu çatallı iki boynuzlu, düşmanlarını tehdit eden kara ve
zehirli bir böcek. Canavarını da bulmuştur. Bu canavarın ismi 'sağır'dır. Karnının altında pullar vardır ama
kertenkele değildir, sırtı kabarcıklar dolu kurbağaya benzer ama kurbağa da değildir, sönmüş kireç
ocaklarında ve kurumuş su çukurlarında yaşar, kapkara tüylü, yapışkan, bazen hızlı bazen yavaş giden bir
hayvandır. Sürünerek yürür, bağıramaz ama gözünü dikip bakar, o kadar korkunçtur ki onu şimdiye kadar
kimse görmemiştir. Taşların arasında sağır avlamak onun için ürkütücü derecede tehlikeli bir zevktir. Bir taşı
aniden kaldırıp altındaki teşbih böceğini seyretmek de bir başka zevktir. Paris'in köşesi bucağı bu tür
hayvanlarla ünlüdür. Ursiline taraflarında kulağakaçanlar; Pantheon'da kırkayaklar. Champ de Mars
hendeklerinde kurbağa yavruları vardır.
büyük adamların ve yüce işlerin, Tanrısal kaderini ve insani yanlannı açıkça görüyordu. Kendisine çok eski
düşüncelermiş gibi gelen daha önceki düşüncelerini hatırladıkça öfkeleniyor ve gülümsüyordu.
Babasının gözünde yeniden itibar kazanınca, bunun doğal olarak Napolyon'un da yeniden itibar
kazanmasına yol açıyordu.
Ama bütün bunlar gayret sarf etmeden kendiliğinden olmuş değildi.
Çocukluğundan beri onun kafasına, 1814 partisinin Napolyon hakkında verdiği hükümler sokulmuştu.
Bilindiği gibi Restoras-yon'un bütün menfaatleri, bütün içgüdüleri, Napolyon'u tahrif etme eğilimindeydi.
Napol-yon'dan, Robespierre'den daha fazla nefret ediyordu Restorasyon, ülkenin yorgunluğunu ve
çocuklannı kaybeden annelerin nefretini kolaylıkla istismar etmişti. Napolyon'u, masallarda görülen bir
canavar haline sokmuşlardı. Daha önceden dediğimiz gibi, halkın hayalgücü çocuklann hayalgücüne benzer.
Bu yüzden, 1814 Partisi, Napolyon'u bu hayal gücüne kötü göstermek için, şimdi büyük olduğu için en
korkunç olandan grotesk olduğu için korkunç olana kadar, Tiberius'tan
-95-
gulyabaniye, bütün ürkütücü maskeleri başarıyla takdim etti. Böyle olunca, Bona-part'tan söz edildiğinde
ister gözyaşı döker, ister gülmekten çatlardınız; yeter ki, temelinde kin ve nefret eksik olmasın. Elverir ki,
ondan nefret edilsin. Marius'ün da bu herif-Na-polyon bu şekilde zikrediliyordu- hakkında başka fikri yoktu.
İçinde, Napolyon'dan nefret eden, yola gelmez, dikkafalı ufacık bir adam vardı sanki.
Tarih okuyarak ve özellikle belgeleri inceledikçe Marius, Napolyon'u örten sis perdesi yavaş yavaş
aralanmaya başladı. Önünde yüce bir varlık belirmişti. Napolyon konusunda aldandığı gibi, bütün başka
şeylerde de al-dandığmdan şüphe etmeye başladı. Her geçen gün biraz daha iyi görüyordu artık. Böylece
yavaş yavaş, başlarda duyduğu utanç, sonra dayanılmaz bir büyünün çekiciliğine kapılmışçasma,
başdöndürücü coşkunluğunun önce karanlık, sonra alacakaranlık, en sonunda da ışıklı ve şaşaalı
duraklarını geçmeye başlamıştı.
Bir gece, çatı katındaki küçük odasında yalnızdı. Mumunu yakmış, penceresinin yanında, masasının üzerine
dirseklerini dayamış, okumaya başlamıştı. Dışardan her çeşit hayal göğün boşluğundan gelip gönlüne
dolarak düşüncelerine karışıyordu. Gece ne güzel bir görünüm sunar. Nereden geldiğini bilmediğiniz boğuk
gürültüler duyarsınız. Yeryüzünden yüz kere büyük olan Jüpiter, bir ateş parçası gibi parlar. Gökyüzü
siyahtır. Yıldızlar yanıp söner. Harikulade bir şeydir bu.
-96-
Marius büyük ordunun tebliğlerini savaş alanında yazılmış Homer'vari şiirlerini okuyordu. Onlarda ara sıra
babasının adına rastlıyor, İmparatorun ismi ise sürekli geçiyor, büyük İmparatorluk, önünde bir bütün olarak
beliriyordu. İçinde sanki bir coşku selinin yükseldiğini hissediyordu. Bazı anlar sanki babası bir nefes gibi
yanıbaşından geçiyor, kulağına bir şeyler fısıldıyordu. Kendi kendine bir tuhaf oluyor; trampetlerin, topların,
borazanlı trampetli bölüklerin düzenli yürüyüşlerinin çıkardığı sesleri, süvarilerin uzaklardan gelen boğuk nal
seslerini işitir gibi oluyordu. Bazen gözlerini gökyüzüne kaldırıyor, uçsuz bucaksız boşluklarda ışıyıp duran
yıldız kümelerini görüyor orada da aynı derecede yüce şeylerin kaynaşıp durduğunu hissediyordu. Yüreği
daralıyor, vecd içinde titreyerek derin derin soluyordu. Birden, hangi etkinin, buyruğun altında kaldığını
anlama-yamadan ayağa kalktı, kollarını pencereden dışarı uzatıp karanlığa baktı. Sessizlik, karanlık
sınırsızlık ve yücelikle karşı karşıyaydı. O anda: "Yaşasın İmparator!" diye bağırdı.
Bundan sonra, her şey değişti artık. "Korsika Ayısı, iktidar gaspçısı, zorba, kız kardeşlerinin âşığı olan
canavar, katil," Talma'dan ders alan aktör bozuntusu, Yafa'yı zehirleyen, kaplan yani Napolyon, aklından
silinmişti. Bütün bunların yerine, ta uzaklarda, belirsiz bir ışıkla aydınlanmış ve erişilemeyecek kadar
yükseklerde Sezar'ın hayali belirdi. İmparator, Marius'ün babasının gözünde sevilen ve kendisine sadakat
duyulan bir komutandı. Mari-
-97-
us için ise bundan başka bir şeydi. Onun gözünde Napolyon, Romalılardan sonra dünyayı boyunduruğu
altına almak isteyen Fransızla-n derleyip toplayan büyük adamdı. O, Charle-magne'ın XV. Louis'nin, IV.
Henri'nin, Richeli-eu'nün, XTV. Louis'nin şimdiye kadar yaptıklarını sürdüren birisiydi. Selamet komitelerini
yaratan oydu, kötülükler, hatta işlediği suçlar olmuştu, ama sonuçta o da bir insandı. Ne var ki hatalarında
yücelik, lekelerinde parlaklık, suçlarında kuvvet vardı. O, bütün ulusu Fransa'dan söz açtıkları zaman,
"Büyük Ulus" dedirtmeye zorlamış olan insandı. Daha fazlasını da yapmıştı. Fransa adeta onun etine
kemiğine bürünerek ortaya çıkmıştı. Avrupa'yı kılıcıyla, dünyayı saçtığı ışıkla boyunduruğuna almıştı.
Marius, Napolyon'da, sınırlara dikilip geleceği koruyacak olan göz kamaştırıcı bir hayalet görüyordu. Hem
zorba, hem diktatördü. Bir Cumhuriyetten doğuyor ve bir devrimi özetliyordu. Isa'mn insan-tann olması gibi,
Napolyon da onun için insan-halk'tı.
Marius, yeni bir dine giren bütün insanlar gibi, inancıyla sarhoş oluyor, bu inanca katılmak için acele ediyor
ve bu konuda çok hızlı ilerliyordu. Mizacı böyleydi. Bir işe girişince kendini durduramazdı. Kılıç fanatizmi onu
sardıkça sarıyor ve düşünceye karşı duyduğu saygı ile karışıyordu. Dehayla birlikte kuvvete karşı da
hayranlık duyuyordu; yani tapındığı nesnelerin bir yanı tanrısaldı, öbür yanı kuvvetle doluydu. Başka
yönlerden de alda-nıyor, her şeyi kabul ediyordu. Gerçeği ele geçirmeye giderken belli bir şekilde
yanıldığımız
-98-
olur. Marius'ün da iyi niyeti her şeyi olduğu gibi, bütünüyle kabul etmeye sebep oluyordu. Eski dönemin
hatalarını nasıl mübalağalı bir şekilde görüyorsa, Napolyon'un erdemlerini de o şekilde görüyordu. Hafifletici
sebepleri gözden kaçınyordu.
Her ne olursa olsun, Marius ileriye doğru büyük bir adım atmıştı. Eskiden Monarşinin yıkılışı diye gördüğü
olayı, şimdi Fransa'nın doğuşu olarak görüyordu. Düşüncelerinin yönü değişmişti. Eskiden günbatımı
sandığı şey, şimdi şafak olmuştu.
Bütün bu değişimler, ailesinin hiç haberi olmaksızın meydana geliyordu.
Bu gizli çalışmalar sırasında, eski mutaassıp ve Bourbon taraftan düşüncelerinden tamamıyla kurtulup, tam
anlamıyla devrimci, demokrat ve cumhuriyetçi olunca, Orfevres Rıhtımı'ndaki gravürcülerden birisine gidip,
bir kart ısmarladı. Kartın üzerinde şöyle yazıyordu. Baron Marius Pontmercy.
Bu, başına gelen büyük değişimin mantıksal bir sonucuydu. Bu değişmenin merkezi, bilindiği gibi, babasıydı.
Ama kimseyi tanımadığı için bu kartları cebine koymaktan başka bir şey yapmadı.
Öte yandan, yine gayet mantıklı olarak, yavaş yavaş babasına ve babasının yirmi beş sene boyunca
uğrunda savaştığı şeylere yaklaştıkça, büyükbabasından uzaklaşıyordu. Zaten, Mösyö Gillenormand'm tavrı,
çoktan beri pek hoşuna gitmiyordu. Ağırbaşlı genç adamla her şeye yüzeysel açıdan bakan bir ihtiyar
arasında çıkabilecek bütün anlaşmaz-
-99-
lıklar onların da arasında çıkmıştı. Geronte'-un neşesi, Werther'i şaşırtır ve üzer. Aynı politik fikirlere ve
düşüncelere sahip olduklan müddetçe, Marius'la Mösyö Gillenormand köprü üzerinde karşılaşmış iki insana
benzi-yorlardı. Bu köprü yıkılınca, birden, onları ayıran uçurum ortaya çıkmıştı. Marius, kendisini babasından
ve babasını kendisinden, aptalca nedenlerle Mösyö Gillenormand'ın ayırdığını düşündükçe anlatılmaz bir
hınç duyuyordu.
Babasına acıya acıya, büyükbabasından nefret eder bir hale gelmişti.
Ama bunların hiçbirini belli etmediğini söylemiştik. Sadece hergün biraz daha soğuk davranıyor, yemeklerde
az konuşuyor, evde pek görünmüyordu. Teyzesi kendisine çıkıştığında, tatlı bir şekilde özür diliyor, neden
olarak da derslerini, sınavlarını, konferansları ileri sürüyordu. Gillenormand, ilk teşhisinden şaşmıyordu; "Ben
iyi bilirim bunu, âşık oldu," diyordu.
Marius arada bir dışarıda da kalıyordu. Teyzesi, "Nereye gider ki bu çocuk?" diyordu.
Bu kısa yolculukların birinde, babasının isteğini yerine getirmek için Montfermeil'e gitmişti. Eski onbaşı
Thenardier'yi arıyordu. Thenardier, iflas etmiş, lokanta kapanmıştı. Ne olduğunu kimse bilmiyordu. Bu
araştırmaları yaparken, Marius dört gün evden ayrılmak zorunda kaldı.
"Biraz mübalağa ediyor, canım!" dedi büyükbabası, "besbelli gönlünü kaptırmış."
-100-
Tam göğsünün üstünde, gömleğinin altında bir şey bulunduğunu ve bunun siyah bir şeritle boynuna
bağlanmış olduğunu belli belirsiz görmüşlerdi...
7. Bir Kadın Parmağı
Bir mızraklı süvariden söz açmıştık. Bu M. Gillenormand'ın babası tarafından uzak bir yeğen torunuydu.
Ailesinin yanında kalmıyor, evsiz, barksız, kışla hayatı sürüyordu. Teğmen Theodule Gillenormand, yakışıklı
bir subay olmak için gereken ne özellik varsa hepsine sahipti. Bir genç kız gibi beli ipinceydi, kılıcını çalımlı
bir şekilde sallıyordu. Uçları yukarıya kıvrık bıyıklan vardı. Paris'e çok seyrek gelirdi. O kadar seyrek ki,
Marius kendisini hiç görmemişti. Birbirlerini sadece ad-lanndan tanıyorlardı. Theodule'ün, teyzenin gözdesi
olduğunu daha önce söylemiştik sa-nınm. Kadının onu sevmesinin nedeni, kendisini sık sık görmemesiydi.
Sık sık görmediğimiz insanlara, düşündüğümüz bütün üstünlükleri ve meziyetleri kolayca atfederiz.
Bir sabah büyük Matmazel Gillenormand, eve heyecan içinde geldi. Onun gibi bir insan ne kadar
heyecanlanabilirse o da o kadar heyecanlanmıştı. Bu sırada, Marius, yine büyükbabasından bir yolculuğa
çıkmak üzere izin istemekteydi; o günün akşamı hareket edeceğini de ilave etmişti. Mösyö Gillenormand,
"Git bakalım," demiş, sonra da kendi kendine, kaşlannı kaldırarak, "Eski bir suçlu gibi davranmaya başladı,"
diye söylenmişti.
-101-
Matmazel Gillenormand bu işin altında bir şeyler olduğunu düşünerek odasına pek bozuk dönmüş,
merdivenleri çıkarken şöyle bağırmıştı: "İyi de, nereye gidiyor olabilir ki?" Kendi kendine az çok uygunsuz bir
aşk hikâyesi, karanlıkta bir kadın, bir buluşma, bir sır tasavvur ediyordu. İmkân olsaydı böyle bir durumu
yakından ve iyice görmek için gözlüklerini takıp bakmaktan kaçınmayacaktı. Bir sırrın ne olduğunu
öğrenmek tatlı bir şeydir. Bir rezaleti ilk duyan olmaya benzer. Evliya ruhlu insanlar bile bundan hoşlanırlar.
Dindarlığın en gizli yerinde bile, skandal ve rezaletleri öğrenmekten zevk alma eğilimi vardır.
Bu yüzden, bu hikâyeyi öğrenmek için kör bir arzu duyuyordu.
"Bourbonlar yerin dibine batsın, XVIII. Louis domuzu gebersin!" diye bağırdı. XVIII. Louis dört yıl önce ölmüştü, ama o buna pek aldırmıyordu."
Kıpkırmızı kesilmiş olan ihtiyar birdenbire kâfurun gibi bembeyaz oldu. Sonra şöminenin üzerinde duran, Due de Bery'nin büstüne döndü. Büstü saygıyla ve ağırbaşlılıkla selamladı. Ardından şömineden pencereye, pencereden şömineye gidip geldi. Çok ağır yürüyor ve hiç ses çıkarmıyordu. Odayı arşınlarken topukları sanki taştan bir yaratık yürüyormuş gibi döşemeyi gıcırdatıyordu. Sonunda, bu manzara karşısında aptala dönmüş olan kızına hitap ederek sakin bir şekilde güldü ve şöyle dedi:
"Bu beyefendi gibi bir baronla benim gibi bir burjuva aynı çatının altında barınamazlar."
Ve birden yüzü gözü öfkeden şişmiş, solgun, sinirli ve kendini kaybetmiş bir halde, Marius'e haykırdı:
"Defol!"
Marius evi terk etti.
Ertesi gün Mösyö Gillenormand, kızma şöyle diyordu:
"Her ay şu kan içici herife bir miktar para
-115-
yollayın. Sakın bana bir daha ondan söz etmeyin."
Çok kızdığı halde kızgınlığını dökecek yer bulamayan Mösyö Gillenormand, kızma üç ay boyunca 'Siz' diye hitap etti,
Marius de bir hayli kızmış, evden öfkeyle çıkmıştı. Bütün bu olanlardan sonra bir başka talihsizlik, durumu daha da kötüleştir-mişti. Evdeki kavgaları daha kötüleştiren bu tür aksilikler hep olur. Yapılan kötülükler artmadığı halde, bunlardan duyulan acılar artar. Büyükbabanın emrine uyarak "paçavraları' alıp götürmüş olan Nicolette, farkında olmadan içinde Albayın el yazısı bulunan kâğıdın saklı olduğu siyah kutuyu düşürmüştü. Bunu, Marius'ün odasına çıkan karanlık merdivenlerde düşürmüş olması muhtemeldi. Araştırıldığı halde ne bu kâğıt, ne de madalyon bulunabilmişti. Ama Marius, Mösyö Gillenormand'm -münakaşa ettikleri günden beri büyükbabasına "Mösyö Gillenormand," diyordu- vasiyeti bulup ateşe attığından emindi. Gerçi babasının yazdıklarını ezbere biliyordu. Bu bakımdan herhangi bir şey kaybolmuş sayılmazdı. Ama kâğıt ve üzerindeki o kutsal el yazısı kaybolup gitmişti. Bu, onun her şeyiydi. Acaba vasiyete ne olmuştu?
Marius nereye gittiğini bilmediği için kimseye bir şey söylemeden çekip gitmişti. Üzerinde otuz franktan ve saatinden başka bir şey yoktu. Meydanların birinden kalkan bir arabaya bindi. Arabanın nereye gittiğini de bilmiyordu.
Marius ne olacaktı?
-116-
DÖRDÜNCÜ KİTAP
ABC DOSTLARI
1. Gittikçe Tarihselleşen Bir Grup
Görünüşte durgun geçen o dönemde, ortalıkta belli belirsiz bir devrim havası dolanıyordu. 89'un, 92'nin derinliklerinden gelen esintiler vardı. Genç Paris -bu ifadeyi bağışlayın- buluğa ermek, ergenliğe girmek üzereydi. İnsanlar hemen hiç farkında olmadan, zamanın akışıyla birlikte değişmekteydiler. Saatlerin kadranında dolaşan yelkovan, insanların ruhları arasında da hareket eder. Herkes ileriye doğru atacağı adımı atıyordu. Kralcılar liberal oluyor, liberaller de-mokratlaşıyorlardı. Binlerce med-cezirle karmaşıklaşmış bir deniz kabarması gibiydi bu. Med-cezirlerin özelliği, karışımlar oluşturmaktır. Bu yüzden ilginç düşünce karışımları ve birleşmeleri oluyordu. Hem Napo-leon'a hem özgürlüğe tapılıyordu. Biz, şimdi burada tarihi yazıyoruz. Bunlar o dönemin tahaflıklanydı. Fikirler de çeşitli aşamalardan geçerler. Acayip bir tarz olan Voltaire'ci kralcılığın, acayiplikte ondan aşağı kalmayan bir benzeri ortaya çıktı; Bonaparist liberalizm.
-117-
Başka düşünce grupları daha ciddiydiler. Oralarda ilkeler araştırılıyor; hukukla bağlantılar kuruluyordu. Mutlak olana büyük özlem duyuluyor, sonsuz mutlak olanın sonsuz gerçekleştirme imkânları yakalanıyordu. Mutlak, o sarsılmaz dayanıklılığıyla, zihinleri sınırsıza doğru iter ve onlan sınırsızlığın içinde yüzdürür. Hiçbir şey dogma kadar hayal üretmez. Ve, hiçbir şey hayal kadar geleceğe gebe olamaz. Bugün ütopya olan, yarın ete kemiğe bürünür.
İleri görüşlerin iki temeli vardı. Gizli birtakım düşünceler ortaya çıkarak, kuşkucu ve sessiz kurulu düzeni tehdit ediyordu. Devrimin en yüksek derecedeki belirtisidir bu. İktidarın kararsızlığı onu yıkmak için kazılan lağımda, halkın kararsızlığıyla karşılaşır. Ayaklanmaların kulukça devri, hükümet darbelerinin tasarlanma süresine karşılık gelir.
O tarihte Fransa'da henüz Almanların Tu-genbund'u, İtalyanların Corbonari'si gibi geniş yeraltı örgütleri yoktu. Ama yer yer karanlık kuytu köşelerde çeşitli topluluklar dal budak salmaktaydı. Aix'de Cougourde yavaş yavaş şekilleniyordu; Paris'te bu tür gizli örgütler arasında özellikle ABC Dostları Derneği bulunuyordu.
Neydi bu A B C Dostları? Görünüşteki amacı çocukların eğitilmesi, gerçekte ise büyüklerin yetiştirilmesi olan bir demek.
-187-
genliğini tahrik etmeden ihtiyarlığına sıcaklık veriyordu. Gençlik, yumuşaklıkla birlikte olursa, ihtiyarlar
üzerinde rüzgârsız güneş etkisi yapar. Marius, askeri zaferlere, top barutuna, yürüyüş ve karşı yürüyüşlere,
babasının bunca müthiş kılıç darbeleri indirdiği ve yediği bütün o muazzam savaşlara iyice doyunca M.
Mabeufü görmeye gidiyor ve M. Mabeuf de ona kahraman askeri, çiçekler acısından anlatıyordu.
1830'a doğru papaz kardeşi öldü ve hemen onun arkasından, gece bastırınca hep olduğu gibi, M. Mabeuf
için bütün ufuk karardı. Bir iflas -bir noterin iflası- kendisinden kalma ve kendine ait bütün servetini oluşturan
on bin frangı alıp götürdü. Temmuz Devrimi kitapçılıkta bir buhrana yol açtı. Kriz dönemlerinde satışı duran
ilk şey çiçeklerdir. Cauteretz civan çiçeklerinin sürümü bıçak gibi kesildi. Haftalar geçiyor, tek bir alıcı bile
çıkmıyordu. M. Mabeuf bazen bir çıngırak sesiyle ürperiyordu. Plutarque Ana kederli kederli ona: "Sucu
geldi," diyordu. Nihayet, günün birinde M. Mabeuf, Mezieres Soka-ğı'ndan ayrıldı, mütevellilik görevini
bıraktı, Saint-Sulpice'den vazgeçti; kitaplannm değilse de, estamplarının en az bağlı olduğu bir bölümünü
sattı ve Montpamasse Bulvan'nda küçük bir eve gidip yerleşti. Ama burada da üç aydan fazla kalmadı.
Bunun iki nedeni vardı: Birincisi zemin katla bahçenin kirası yılda üç yüz franktı; o ise kiraya iki yüz franktan
fazla ayırmayı göze alamıyordu; ikincisi, Fatou atış alanı_____na komşu olduğun-
-188-
dan, sürekli tabanca sesleri duyuyordu, bu da onun tahammül edemeyeceği bir şeydi.
Bitkilerini, klişelerini, kurutulmuş bitki koleksiyonlannı, portföylerini ve kitaplannı taşıdı ve Salpâtriere
yakınlannda Austerlitz köyünün kulübeye benzer yapılanndan birine yerleşti. Böylece yılda elli ekü
karşılığında, üç odaya ve çitle çevrili, kuyulu bir bahçeye sahip oldu. Bu taşınma dolayısıyla hemen bütün
eşyasını sattı. Bu yeni eve girdiği gün pek keyiflendi; gravürleri, kurutulmuş bitki koleksiyonlarını asmak için
kendi eliyle çiviler çaktı, günün kalan kısmında bahçeyi ça-paladı ve akşam Plutarque Ana'nm tasa içinde
düşündüğünü görünce, omzuna vurup, gülümseyerek ona: "Çivitimiz var ya, canım!" dedi.
Yalnız iki ziyaretçinin, Saint-Jacques kapısındaki kitapçı ile Marius'ün, onu Auster-litz'deki kulübesinde
görmesine müsaade ediyordu. Sonra, her şeyi söylemiş olmak için şunu da belirtelim ki, bu Austerlitz adı
onun pek de hoşuna gitmeyen gürültücü bir addı.
Zaten az önce de belirttiğimiz gibi, bilgeliğe ya da deliliğe yahut sık sık görüldüğü gibi her ikisine birden
gömülmüş beyinler hayat olaylarını ancak pek ağır kavrayabilirler. On-lann kendi kaderleri kendilerine
uzaktır. Zihnin, düşüncenin bu türden, belli şeyler üzerinde yoğunlaşmasının sonucunda, akla uygun olması
halinde felsefeye benzeyebilecek bir pasiflik hali ortaya çıkar. Düşülür, inilir, kayılır, hatta yuvarlanılır da,
farkına vanl-
-189-
maz. Gerçi bu daima bir uyanışla sonuçlanır ama çok geç bir uyanıştır bu. O zamana kadar insan mutluluğu
ve felaketi arasında oynanan oyunda tarafsız kaldığını sanır. Oyun kendi üzerine oynanmakta olduğu halde,
partiyi kayıtsızca seyreder.
M. Mabeuf de işte böyle, çevresini gittikçe saran bu karanlığın içinde, bütün umutlan arka arkaya sönerken,
biraz çocukça ama çok derin bir huzur ve sükûnet içinde kalabilmişti. Düşünce alışkanlıkları bir rakkasın
gidiş gelişlerine benziyordu. Bir kere kendini hayale kaptırdı mı, hayal kaybolacak olsa bile, o çok uzun süre
onun peşinde gider dururdu. Nitekim, bir saat de, anahtarı kaybolduğu an hemen durmaz.
M. Mabeufün masumca bazı eğlenceleri vardı. Bu eğlenceler az masraflı ve beklenmedik şeylerdi. En küçük
bir değişiklik, bir rastlantı, bu eğlenceleri beslemeye yetiyordu. Plutarque Ana odanın bir köşesinde roman
okumaktaydı. Daha iyi anladığını sandığından romanı yüksek sesle okuyordu. Yüksek sesle okumak,
okuduğunu kendi kendine onaylamaktır. Çok yüksek sesle okuyan bazı kimseler vardır ki, okudukları şey
hakkında kendilerine şeref sözü verdiklerini sanırsınız.
Plutarque Ana elindeki romanı işte böyle bir gayretle okumaktaydı. M. Mabeuf işitiyor, ama dinlemiyordu.
Plutarque Ana, okurken bir cümleye geldi. Bir Dragon süvarisi subayıyla bir güzel hanım söz konusuydu.
"... Güzel kadın suratını astı; ejderha da..."
-190-
Plutarque Ana, gözlüğünü silmek için burada durdu.
"Buda ve ejderha," diye alçak sesle tekrarladı M. Mabeuf. "Evet, doğrudur, mağarasının dibinden ağzından
alevler saçıp, göğü yakan bir ejderha vardı. Bu canavar birçok yıldızı ateşe vermişti. Üstelik kaplan gibi de
pençeleri vardı. Buda onun inine gitti ve ejderhayı din yoluna sokmayı başardı. Güzel bir kitaptır o
okuduğunuz Plutarque Ana. Bundan daha güzel bir efsane olamaz."
Ve M. Mabeuf tatlı bir hayale daldı. '
5. Sefaletin İyi Komşusu Yoksulluk
Marius'ün yavaş yavaş yoksulluğun pençesine düştüğünü gören ve buna gitgide şaşırmaya başlamakla
birlikte, henüz üzüntü duymayan bu saf yürekli ihtiyardan hoşlanıyordu. Courfeyrac'la buluşuyordu ama M.
Mabeufü arıyordu. Ama oldukça seyrek oluyordu bu, en fazla ayda bir ya da iki defa.
Marius'ün en büyük zevki, dış bulvarlarda ya da Champ de Mars'ta ya da Luxembo-urg'un en tenha
yollarında uzun gezintiler yapmaktı. Bazen bir bostanı, salatalık tarlalarını, gübrede eşelenen tavukları,
İkinci haftanın son günlerinden birinde Marius, yine her zamanki gibi sırasında oturuyor, elinde iki saatten
beri bir sayfasını bile çevirmediği açık bir kitap tutuyordu. Birdenbire ürperdi. Yolun ucunda bir şeyler
oluyordu. M. Leblanc ile kızı sıralarından ayrılmışlardı; kız, babasının koluna girmiş, ikisi birden ağır ağır
yolun ortasna, Marius'ün bulunduğu yere doğru geliyorlardı. Marius, kitabını kapadı, sonra yeniden açtı,
sonra oturmak için kendini zorladı. Titriyordu. Nur hâlesi dosdoğru onun yanına geliyordu. "Aman Tanrım!"
diyordu kendi kendine, "bir tavır takınacak vaktim bile yok." Bu arada, beyaz saçlı adamla genç kız
ilerlemekteydiler. Bu
-218-
süre ona yüzyıl kadar uzun gelmişti , aslında sadece bir saniyeydi. "Ne yapmaya geliyorlar ki buraya?" diye
soruyordu kendi kendine. "Buradan geçecek. Ayaklan bu kumun üstünde, bu yolda, iki adım ötemde
yürüyecek demek?" Allak bullak olmuştu. Çok yakışıklı olmak isterdi, nişan sahibi olmak isterdi.
Yaklaşanların adımlarının tatlı ve ölümcül sesinin gittikçe yaklaştığını işitiyordu. M. Leblanc'in ona öfkeli
gözlerle bakacağını ve adamın kendisiyle konuşup konuşmayacağını düşünüyordu. Başını eğdi;
kaldırdığında tam yanıbaşmdaydılar. Genç kız geçerken ona baktı. Sabit bir bakışla, düşünceli bir tatlılıkla
baktı. Bu bakış, Marius'ü tepeden tırnağa titretti, bunca zamandır kendisine kadar gelmediği için kız ona
sitem ediyor ve sanki, "Bak işte, ben sana geldim," diyordu. Bu ışık ve uçurum dolu gözbebekleri karşısında
Marius, gözleri kamaşmış bir halde kalakaldı.
Beyninin içinde bir ateş yandığını hissediyordu. O, ayağına gelmişti; ne büyük mutluluktu bu! Sonra, nasıl da
bakmıştı ona! Şimdiye kadar gördüğünden de güzel bulmuştu onu. Hem kadınca, hem melekçe; Petrarca'ya
şiirler söyletecek, Dante'ye diz çöktürecek noksansız bir güzellikti bu. Marius mavi göklerde süzülüyormuş
gibiydi. Aynı zamanda fena halde canı sıkılmıştı, çünkü ayakkabılarının burnunda toz vardı.
Genç kızın da ayakkabılarına baktığından emindi.
Onu kayboluncaya kadar izledi. Sonra Lu-
-219-
xembourg Parkı'nda deli gibi yürümeye başladı. Herhalde arasıra kendi kendine gülüyor, yüksek sesle
konuşuyordu. Parktaki dadıların yanından geçerken öylesine hayal içindeydi ki, her biri, onu kendisine âşık
sandı.
Ona sokaklardan birinde rastlamak umuduyla Luxembourg'dan çıktı.
Odeon'un kemerleri altında Courfeyrac'a rastladı ve, "Hadi gel birlikte yemek yiyelim," dedi. Rousseau'ya
gittiler; altı frank harcadılar. Marius, bir dev iştahıyla yedi. Garsona altı metelik bahşiş verdi. Sıra tatlılara
geldiğinde Courfeyrac'a, "Gazeteyi okudun mu? Audry de Puyraveau ne güzel bir nutuk çekmiş!" dedi.
Çılgınca âşıktı.
Yemekten sonra Courfeyrac'a, "Seni tiyatroya davet ediyorum," dedi. Auberge des An-drets'de Frederiec'i
seyretmeye Porte-Saint-Martin'e gittiler. Marius müthiş eğlendi.
Aynı zamanda iyice tuhaflaşıp anlaşılmaz biri olmuştu. Tiyatrodan çıkarken, bir su birikintisinin üzerinden
atlayan bir terzi kızın çorap bağına bakmayı reddetti ve Courfey-rac'ın, "Bu kadını memnuniyetle
koleksiyonuma katardım," demesi onu adeta tiksindirdi.
Courfeyrac, onu ertesi gün Voltaire Kah-vesi'ne öğle yemeğine davet etmişti. Marius oraya gitti ve bir gün
öncekinden de fazla yedi. Düşünceler içinde son derece neşeliydi. Kahkaha atmak için hiçbir fırsatı
kaçırmıyor-du denilebilir. Tanıştırıldığı taşralının birini sevgiyle kucakladı. Masanın çevresinde bir
-220-
halka oluşturmuş olan öğrencilerle Sorbon-ne'da kürsülürden savrulan ve parasını devletin ödediği
saçmalıklardan söz ettiler, sonra sıra sözlüklerdeki ve Quicherat'nm konuşma, kurallan kitabındaki yanlışlara
ve eksiklere geldi. Marius, tartışmayı keserek "Bir nişan sahibi olmak ne de olsa güzel şey," dedi.
Courfeyrac, usulca Jean Prouvaire'e:
"Komik bir adam," dedi
Jean Provuaire:
"Hayır," diye cevap verdi, "o ciddi."
Gerçekten de ciddiydi. Marius, büyük tutkuların başladığı o şiddetli, o tatlı ilk saati yaşıyordu.
Bütün bunları yapan tek bir bakıştı.
Maden ocağı barutla dolunca, kibrit de hazır olunca, gerisi gayet basitti. Bir bakış, bir kıvılcım olur.
Olan olmuştu. Marius, bir kadını seviyordu. Kaderi bir bilinmezliğe doğru gidiyordu.
Kadınların bakışı, sakin barışçı gibi görünen aslında korkunç bir makineye benzer. Her gün rahatça, zarar
görmeden, hiçbir şeyden şüphelenmeksizin yanından geçer durursunuz. Bir an gelir, onun orada olduğunu
bile unutursunuz. Gider-gelir, hayal kurar, konuşur, gülersiniz. Derken, birdenbire bakarsınız ki
tutulmuşsunuz! Tamamdır artık. Çark sizi kapmıştır, bakış sizi yakalamıştır. Herhangi bir yerinizden,
herhangi bir şekilde, düşüncenizin sürüklenen herhangi bir parçasından, herhangi bir dalgınlık anınızda
yakalamıştır sizi. Mahvoldunuz demektir artık. Çark sizi bütün varlığı_____nızla içine çekecektir.
-221-
"Geliyor!"
Baba gözlerini, kadın başını çevirdi, küçük kız kardeş hiç kıpırdamadı.
"Kim?" diye sordu baba.
"O Mösyö!"
"Hayırsever adam mı?"
"Evet."
"Hani Saint-Jacques Kilisesi'ndeki?"
"Evet."
"Şu ihtiyar?"
"Evet."
"Gelecek, öyle mi?"
"Arkamdan geliyor."
"Emin misin?"
"Eminim."
"Sahi, geliyor mu?"
"Arabayla. Rothschild'in kendisi!"
Baba ayağa kalktı.
"Nerden eminsin? Arabayla geliyorsa, sen nasıl ondan önce vardın? Bari adresi doğru verdin mi? Koridorun
sonunda, sağda son kapı dedin mi? Tann vere de yanılmasa? Demek kilisede buldun onu? Mektubumu
okudu mu? Ne dedi sana?"
-279-
"Dur bakalım hele!" dedi kız, "amma da dörtnala gidiyorsun babalık! Bak işte; kiliseye girdim, her zamanki
yerindeydi, önünde bir referans yaptım, mektubu verdim, okudu, sonra bana; 'Nerede oturuyorsun evladım?'
dedi. Ben de ona, 'Ben sizi götüreyim efendim,' dedim. O, 'Hayır, siz bana adresinizi verin, kızım alışverişe
gidecek, ben bir araba tutar, sizinle aynı zamanda evinizde olurum,' dedi. Adresi verdim. Evin yerini
söyleyince şaşırmış göründü; bir an tereddüt etti, ama sonra, 'fark etmez, gelirim,' dedi. Ayin bitince, kızıyla
birlikte kiliseden çıktığını, arabaya bindiklerini gördüm. Koridorun dibinde, sağda son kapı diye sıkı sıkı
söyledim ona."
"Peki, geleceğini nereden biliyorsun?"
"Şimdi arabanın Petit-Banquier Sokağı'na doğru geldiğini gördüm. Onun için koştum ya zaten."
"Aynı arabada olduğunu ne biliyorsun?"
"Çünkü numarasını görmüştüm."
"Neydi numarası?"
"440."
"İyi, akıllı kızsın sen."
Kız küstahça baktı babasına ve ayağındaki pabuçları göstererek:
"Akıllı bir kız olabilirim, ama şunu söyleyeyim ki, bir daha bu pabuçları giymeyeceğim; istemiyorum artık
onları, önce sağlığım için, sonra da temizliğim için. İçine su alan, sonra da yolda hep vırç, vırç, vırç diye ses
çıkaran tabanlar kadar sinir bozucu şey bilmiyorum. Yalınayak dolaşırım daha iyi."
-280-
"Haklısın," diye cevap verdi baba. Sesinin tonu, genç kızın hırçınlığına ters düşüyordu. Ne var ki,
"Kiliselerden içeri sokmazlar seni. Fakirlerin de ayakkabıları olması gerekir. Tann'nm evine yalınayak
girilmez," diye acı acı ekledi.
Sonra zihnini kurcalayan konuya döndü:
"Buna emin misin, geldiğinden emin misin?"
"Arkamdan geliyor," dedi kız.
Adam doğruldu. Yüzünü adeta bir vahiy aydınlığı sarmıştı.
"Kancığım!" diye seslendi, "duyuyor musun? İyi yürekli adam geliyor işte. Ateşi söndür."
Şaşınp kalan ana yerinden kıpırdamadı.
Baba bir cambaz çevikliğiyle sıçrayıp şöminenin üstünde duran ağzı kınk bir testiyi kaptı ve yanan odunların
üzerine su serpti.
Sonra büyük kızma dönerek:
"Sen! İskemlenin hasınnı yol!" dedi.
Kızı hiçbir şey anlamıyordu.
İskemleyi yakaladığı gibi, bir topuk darbesiyle hasın kopuk bir iskemle haline getirdi. Bacağı iskemleye
geçmişti.
Bacağını çekerken kızma sordu:
"Hava soğuk mu?"
"Çok soğuk, kar yağıyor."
Arabacı durdu, göz kırparak, sol elini Ma-rius'e doğru uzatıp, başparmağı ile işaret parmağını hafifçe
ovuşturarak: "O ne o?" dedi Marius. "Para peşin," dedi arabacı. Marius, üstünde ancak on altı metelik
olduğunu hatırladı.
"Ne kadar?" diye sordu. "Kırk metelik." "Dönüşte öderim."
Arabacı cevap yerine ıslıkla La Palisse havasını çalarak atını kamçıladı.
Marius uzaklaşan arabanın arkasından şaşkın şaşkın bakakaldı. Yirmi dört meteliği eksik diye, sevincini,
mutluluğunu, aşkını kaybediyordu! Yine karanlık gecenin içine düşüyordu! Sabahleyin şu sefil kıza verdiği
beş frankı acı acı ve söylemek gerekir ki, derin bir pişmanlıkla düşündü. Eğer o beş frank olsaydı şimdi
kurtulmuştu, yeniden doğacaktı; olacaklar konusundaki belirsizlikten, karanlıktan kurtulacaktı; yalnızlıktan,
hüzünden, kederden çıkacaktı; kaderinin siyah ipliğini, az önce gözlerinin önünde dalgalanan ve bir kere
daha kopan o güzel altın ipliğe bağlayacaktı. Umutsuzluk içinde; perişan bir halde evine döndü.
Marius, Mösyö Leblanc'm akşama tekrar
-295-
geleceğine söz verdiğini ve bu defa onu takip etmek için daha becerikli davranmanın yeteceğini
düşünebilirdi, ama hayran hayran seyredişi sırasında M. Leblanc'ın verdiği bu sözü galiba duymamıştı.
Merdivenden çıkacağı sırada bulvarın öbür tarafından Barriere-des-Gobelins Soka-ğı'nm duvarı boyunca,
Jondrette'in, 'iyi niyetli adam'ın getirdiği redingota bürünmüş, şehir kapısı serserileri diye anılan endişe
uyandırıcı görünüşlü adamlardan biriyle konuştuğunu fark etti; şu değişik yüzleri ve kuşkulu konuşmalarıyla
kötü düşünceli oldukları her hallerinden belli olan ve genelde gündüzleri uykuda olmaları, geceleri de
çalıştıklarını akla getiren adamlardan biriyle.
Girdaplar yaparak düşen karın altında kımıldamadan durup konuşan bu iki adam, bir inzibat görevlisinin,
şüphesiz hemen dikkatini çekecek bir topluluk oluşturuyordu, ama Marius ancak fark etmekle kaldı.
Ama yine de kalbine acı veren bu zihin meşguliyetine rağmen Marius, Jondrette'in konuştuğu bu şehir kapısı
serserisinin, Co-urfeyrac'm bir sefer kendisine gösterdiği Panchaud namıdiğer Printanier, yine namıdi-ğer
Bigrenaille adında birisine benzediğini düşünmekten kendisini alamadı. Mahallede oldukça tehlikeli bir gece
yolcusu olarak tanınıyordu bu adam. Bundan önceki kitapta bu adamın adı geçmişti. Bu Panchaud
namıdiğer Printanier, yine namıdiğer Bigranaille, daha sonra birçok cinayet davalarında boy göstermiş ve
sonra ünlü bir şair olmuştur. O sıra-
-296-
lar henüz tanınmış bir serseriydi. Bugün haydutlar, profesyoneller, katiller arasında dillere destandır. Son
siyasi devrin sonlarına doğru bir ekol haline gelmişti. Ve Force Ha-pishanesi'ndeki Aslanlar İni'nde gece
olurken gruplar oluşturup kendi aralannda usul usul konuştukları saatlerde ondan söz edilirdi. Hatta bu
hapishanede, 1843 yılında otuz mahkûmun güpegündüz kaçmasına yaramış olan bu devriye yolu altındaki
lağım kanalının geçtiği yerde, kanalın kapak taşı üstünde PANCHAUD adını okumak mümkündü. Bunu
bizzat Panchaud, firar girişimlerinden birinde devriye yolunun duvanna büyük bir cüretle kazımıştı, 1832'de
polis tarafından göz hapsine alınmıştı, ama henüz mesleğine ciddi bir şekilde başlamış değildi.
11. Sefalet, Acıya Hizmet Ekliyor
Marius viranenin merdivenlerini ağır ağır çıktı. Tam hücresine girmek üzereydi ki, arkasından, koridorda
Jondrettelerin büyük kızının peşinden geldiğini gördü. Bu kızı görmeye tahammülü yoktu, beş frankını o
almıştı, parayı geri istemek için de artık çok geçti, araba çok uzaklardadır. Hem zaten kız parayı ona geri
vermezdi de. Az önce gelen insan-lann nerede oturduklannı ona sormak da faydasızdı, bunu bilemeyeceği
besbelliydi, çünkü Fabantou imzalı mektubun adresi 'Sa-int-Jacques-du-Haut-Pas Kilisesi'ndeki hayırsever
mösyöye şeklindeydi.
-297-
Marius odasına girerek, kapıyı arkasından itti.
Kapı kapanmadı; Marius döndü, bir elin kapıyı aralık tuttuğunu gördü.
"Nedir bu?" diye sordu, "kim var orada?"
Jondrettelerin kızıydı bu.
Marius, adeta hüzünlü bir sesle:
"Siz misiniz?" dedi, "yine siz demek! Ne istiyorsunuz benden?"
Kız düşünceliydi ve Marius'a bakmıyordu. Sabahki kendine güveni de yoktu artık. İçeri girmemiş, koridorun
loşluğunda duruyordu. Marius, onu kapının aralığından görüyordu.
"Hadi ya, cevap verecek misiniz?" dedi Marius, "Benden istediğiniz nedir?"
Kız, içinde belli belirsiz bir ışığın yanar gibi olduğu kederli gözlerini ona doğru çevirdi:
"Üzgün görünüyorsunuz Mösyö Marius. Neniz var?"
"Ben mi?" dedi Marius.
"Evet, siz."
"Hiçbir şeyim yok."
"Var, var!"
"Yok."
Mezarında babasına, onu hayatı pahasına ölümden kurtarmış olan adamı, Saint-Jacques Meydanı'nda idam
olunurken, hem de oğlunun, vasiye tiyle onu kendisine emanet ettiği Marius'ün delaletiyle idam olunurken
seyret-tirecekti. Babasının kendi el yazısıyla yazdığı son isteklerini bunca zamandır göğsünde taşıyıp da,
feci bir şekilde bunların tam tersini yapmak ne acı bir şeydi! Ama öbür yandan da bu tuzağa tanık olup, onu
engellememek! Nasıl olur! Kurbanı mahkûm edip, katili esirgemekti bu! Böyle bir sefile karşı insan her-
-345-
hangi bir minnet borcu duyabilir miydi? Ma-rius'ün dört yıldan beri taşıdığı bütün düşünceler bu beklenmedik
darbeyle baştan aşağı parçalanmıştı.
Titriyordu. Her şey ona bağlıydı. Gözlerinin önünde telaş ve heyecanla kıpırdaşan şu insanların kaderini, hiç
farkında olmadıkları halde elinde tutuyordu. Tabancanın tetiğini çektiği takdirde M. Leblanc kurtulmuş, Thenardier
mahvolmuş demekti; tetiği çekmediği takdirde ise M. Leblanc feda edilmiş ve kim bilir, belki de
Thenardier kurtulmuş olacaktı. Ya birini uçuruma itmek ya da ötekini düşsün diye bırakmak! İki taraflı vicdan
azabı.
Ne yapmalı? Neyi seçmeli? En yüce, en güçlü anılan, kendi kendisine giriştiği en içten taahhütleri, en kutsal
görevi, en saygıdeğer yazılı metni çiğnemek! Ya babasının vasiyetini çiğnemek ya da bir cinayetin
işlenmesine göz yummak! Bir yandan, "Ursule"ün ona babası için yalvardığını, öbür yandan albayın ona
Thenardier'den yana çıkmasını öğütledi-ğini duyar gibi oluyordu. Çıldırmış gibi hissediyordu kendini.
Dizlerinin bağı çözülüyordu. Üstelik, gözleri önündeki sahne öylesine çılgınca bir hızla cereyan etmekteydiki
düşünüp karar verebilecek zamanı da yoktu. Bir kasırga girdabıydı adeta; Marius, önce bu girdaba hakim
olduğunu sanıyordu ama şimdi girdap onu kapmış, sürüklüyordu. Neredeyse bayılmak üzereydi.
Bu sırada Thenardier -onu artık yalnız bu adla anacağız- bir çeşit hezeyan ve zafer çıl-
-346-
gmlığı içinde masanın önünde bir baştan bir başa gidip geliyordu.
Mumu avucuyla yakaladığı gibi şöminenin üzerine öyle şiddetli bir vuruşla koydu ki, fitil az kalsın sönecekti;
erimiş mumlar duvara sıçradı.
Sonra M. Leblanc'a doğru döndü; korkutucu gözlerle, tükürürcesine:
"Yandın, bittin, duman oldun! Çıra gibi!" Ve patlamaya hazır halde yeniden dolaşmaya başladı:
"Ya!" diye haykırdı, "En sonunda sizi buldum, iyi yürekli, insansever mösyö! Hırpani milyoner mösyö! Enayi
mösyö! Ya! Demek beni tanımıyorsunuz! Hayır, sekiz yıl önce, 1823 yılı, noel gecesi Montfermeil'e, benim
hanıma gelen siz değilsiniz! Fantine'in çocuğunu, Tarlakuşu'nu benden alıp götüren siz değilsiniz! San
renkli, üç katlı yakalı redingot giyen siz değilsiniz! Hayır! Bu sabah bana geldiğiniz gibi, elinde pılı pırtı dolu
bir paketle gelen siz değilsiniz! Söylesene kadın, öyle değil mi? Anlaşılan, bunun merakı da evlere yün çorap
dolu paketler taşımak! Sadaka dağıtan ihtiyar! Tuhafiyeci misiniz siz milyoner mösyö? Fakir fukaraya
dükkânınızın sermayesini dağıtıyorsunuz demek mübarek adam! Şarlatan! Ya! Demek beni tanımıyorsunuz,
öyle mi? Ama ben sizi tanıyorum! Burnunuzu kapıdan içeri soktuğunuz o an hemen tanıdım! Ya! İnsanlann
evlerine, oralann han olduğunu bahane ederek, biçare kılık kıyafette, eline bir metelik sadaka verilecek
fukara ta-vırlanyla gelip, onlan aldatmanın, cömertlik
-347-
taslamanın, ellerinden geçim araçlarını almanın, onları ormanlarda tehdit etmenin, bu da yetmiyormuş gibi,
onlar mahvolunca, kocaman bol bir redingotla, iki külüstür hastane battaniyesi getirmenin öyle toz pembe bir
iş olmadığını sonunda göreceksin ihtiyar, dilenci, çocuk hırsızı!"
Durdu, bir an kendi kendine konuşuyormuş gibi göründü. Öfkesi, bir deliğe dökülen Rhone Nehri'ydi sanki.
Sonra, kendi kendine sessizce söylediği şeyleri yüksek sesle ta-mamlıyormuş gibi masanın üstüne bir
yumruk indirerek haykırdı:
"Şu iyilik meleği tavrıyla!" Ve şiddetle M. Leblanc'a döndü: "Allah kahretsin! Vaktiyle benimle alay ettiniz!
Büyük felaketlerimin nedeni sizsiniz! Elimdeki bir kızı bin beş yüz franka aldınız; mutlaka zengin birilerinin
kızıydı ve daha o zamandan bana epeyce para kazandırmıştı, bütün hayatım boyunca ondan geçimimi
sağlayacak kadar para çekecektim ben. Yahudi havrası gibi şamata edilen ve uğrunda varını yoğunu
yediğim şu lanet olası meyhanede kaybettiğim her şeyi bana telafi edecek bir kızdı o! Dilerim ki, bende
içtikleri bütün şaraplar içenlere zehir zıkkım olsun! Neyse, olan oldu! Söyleyin bakalım! Tarlakuşu'yla
çekip gittiğinizde, beni gülünç bulmuşsunuz-dur mutlaka! Ormandayken, elinizde sopanız vardı! Daha güçlü
olan sizdiniz. Şimdi onun intikamı almıyor. Bugün kozlar benim elimde. Hapı yuttunuz beyim! Oh! Güleceğim
geliyor. Hakikaten güleceğim geliyor! Nasıl da
-348-
bastı faka! Aktör olduğumu söyledim, adımın Fabantou olduğunu, Matmazel Mars'la, Mamzel Moche'le
komedilerde oynadığımı, ev sahibimin yarın, 4 Şubat'ta kirayı kendisine ödememi istediğini söyledim, vade
tarihinin 4 Şubat değil, 8 Ocak olduğunu farketmedi bile! Mantıksız salak! Şu bana getirdiği dört gümüş
parçasına bak! Rezil! Hiç olmazsa yüz franka çıkmaya bile gönlü razı olmamış! Yaltaklanmalarıma nasıl da
kanıyor! Pek eğlendiriyordu beni bu. İçimden; "dangalak" diyordum. Hadi bakalım, elimdesin işte! Sabahleyin
tabanlarını yalıyordum ama akşama kalbini kemireceğim!"
Thenardier sustu. Nefes nefese kalmıştı. Küçük, dar göğsü demirci körüğü gibi soluyordu. Korktuğunu yere
sermeyi, kendisini pohpohlayana hakaret etmeyi nihayet becerebilen zayıf, zalim, ödlek bir yaratığın aşağılık
mutluluğuyla doluydu gözleri. Dev Calût'-un başı üstüne ayağını koyan bir cücenin ya da hasta ve kendini
koruyamayacak kadar cansız, ama henüz acı çekebilecek kadar da canlı bir boğayı parçalamaya koyulan bir
çakalın sevinciydi bu.
M. Leblanc, onun sözünü kesmedi, ama susunca:
"Ne demek istediğinizi anlamıyorum," dedi. "Hakkımda yanılıyorsunuz. Ben çok yoksul bir insanım, milyoner
olmaktan da çok uzağım. Sizi tanımıyorum. Beni bir başkasıyla karıştırıyorsunuz."
"Ha, ha!" diye hırladı Thenardier, "Güzel maval! Bu şakadan medet umuyorsunuz ha!
-349-
Bocalıyorsunuz dostum! Ya! Demek beni tanımıyorsunuz! Demek kim olduğumu görmüyorsunuz!"
M. Leblanc, böyle bir zamanda oldukça garip ve güçlü bir etkisi olan nazik bir ses tonuyla:
"Affedersiniz mösyö," dedi, "Sizin bir haydut olduğunuzu görüyorum."
Herkes bilir ki, adi yaratıkların da alınganlıkları vardır, canavarlar çarçabuk öfkeye kapılırlar. Haydut sözünü
duyunca, Thenar-dier kadın yataktan aşağı fırladı. Thenardier, iskemlesini sanki kıracakmış gibi yakaladı.
"Sen dur yerinde!" diye karısına bağırdı, sonra M. Leblanc'a dönerek:
"Haydut ha! Siz zengin efendilerin bize böyle dediğinizi biliyorum! Ne yani? Doğrudur, iflas ettim,
saklanıyorum, ekmeksizim, meteliğim yok, bir haydutum! Üç gündür yemek yemedim, haydutum ben! Ah!
Sizler ayaklarınızı sıcak tutarsınız, Sakoski'nin iskarpinlerini giyersiniz, içi pamuk kaplı redingotlarınız vardır;
başpiskoposlar gibi, kapıcısı olan evlerde, birinci katta oturursunuz, yer mantarı yersiniz, ocak ayında demeti
kırk franktan kuşkonmaz yersiniz, bezelye yersiniz, karnınızı tıka basa doldurursunuz; havanın soğuk olup
olmadığını bilmek istediğiniz zaman da Mühendis Chevalier'nin termometresi kaçı gösteriyormuş diye
gazetelere bakarsınız. Bizlerse, kendimiz termometreyizdir! Rıhtımda, saat kulesinin köşesine gitmemize
gerek yoktur soğuk kaç dereceymiş diye görmek için; kanımızın damarlarımızda dondu-
-350-
ğunu ve buzun kalbimize kadar geldiğini duyar, "Tanrı yok!" deriz. Sonra siz bizim mağaralarımıza gelir, evet
mağaralarımıza gelir, bize haydut dersiniz! Ama biz sizi yiyeceğiz! Ama biz sizi parçalayıp yutacağız, zavallı
yavrucaklar! Mösyö milyoner! Şunu bilin; ben evvelce meslek sahibi bir adamdım, ehliyetim vardı,
seçmendim, bir burjuvaydım ben! Belki de siz öyle değilsiniz bile, kim bilir!"
Sözün burasında Thenardier, kapının yanında duran adamlara doğru bir adım attı, öfkeden titreyerek ekledi:
"Benimle, bir pabuç tamircisiyle konuşur gibi konuşmaya yeltendiğini düşünüyorum da!"
Sonra M. Leblanc'a dönerek yeni bir hezeyan depreşmesi içinde konuşmaya başladı yine:
"Ve şunu da bilin iyi yürekli, insansever mösyö! Ben adı sanı bilinmeyen, evlerden çocuk kaçırmaya gelen ne
idüğü belirsiz bir insan değilim! Ben eski bir Fransız askeriyim, nişanla ödüllendirilmem gerekirdi benim!
Waterloo'da bulundum ben! Ve savaşta adı kont bilmem ne olan bir generali kurtardım. Adını söyledi bana
ama kahrolası sesi öyle zayıf çıkıyordu ki, duyamadım. Yalnızca bir sağol duydum. Teşekkürü yerine, adını
duymayı tercih ederdim. Bu onu bulmama yarardı hiç olmazsa. David tarafından Bruquesel-les'de yapılmış
olan şu gördüğünüz tablo kimi temsil ediyor biliyor musunuz? Beni! David, bu kahramanlık olayını
ölümsüzleştirmek istedi. Sırtımda o general var işte, onu
-351-
misket ateşleri arasında götürüyorum. Tablonun hikâyesi bu! O general benim için hiçbir şey yapmış değildi;
ötekilerden daha değerli değildi benim için! Ama yine de kendi hayatımı tehlikeye atarak onu kurtardım ve
ceplerim bunun belgeleriyle dolu, Allah kahretsin! Şimdi bütün bunlan lütfedip size anlattığıma göre, artık işi
bitirebiliriz, bana para gerek, çok para gerek, pek çok para gerek, yoksa sizi mahvederim Allah'ın cezası."
Marius, sıkıntılarını biraz olsun bastırmış, dinliyordu. Son şüphe imkânı da ortadan kalkmıştı. Besbelli,
vasiyetnamedeki Thenardier buydu. Marius, babasına yöneltilen bu nankörlük suçlamasını duyunca ve
kendisinin de bu suçlamayı böyle uğursuz bir şekilde doğrulamak üzere olduğunu düşününce titredi. Ne
yapacağını bilememekten doğan şaşkınlı_____ğı bir kat daha arttı. Kaldı ki, Thenardier'nin bütün bu sözlerinde,
sesinin ifadesinde, jestlerinde, her sözcüğüyle birlikte alevler fışkıran bakışında kötü bir yaratılışın, her şeyi
açıkça ortaya döken patlamasında bu böbürlenme ve alçaklık, azamet ve küçüklük, öfke ve bönlük
karşısında gerçek sitemlerle yapmacık duyguların bu kaosunda, zorbalığın şehvetinden lezzet alan kötü bir
adamın bu hayasızlığında, çirkin bir ruhun bu rezil çıplaklığında, bütün acıların kinlerle birleşmiş bu
tutuşmasında, kötülük gibi iğrenç, hakikat gibi içe işleyen bir şeyler vardı.
Mösyö Leblanc'a satmayı önerdiği, üstat elinden çıkma tabloya, David'in resmine gelince; bu, okuyucunun
da tahmin etmiş ola-
-352-
cağı gibi, onun meyhanesinin resimli tabelasından başka bir şey değildi. Hatırlanacağı gibi, bu tabloyu o
bizzat kendisi yapmıştı ve Montfermeil'deki batışından arta kalıp, koruduğu tek enkazdı bu.
Thenardier, Marius'ün görüş alanından çekildiği için, şimdi Marius karşısındaki şeyi seyredebiliyordu artık.
Gerçekten de, bir muharebe, sürekli bir fon ve sırtında bir adam taşıyan başka bir adam görüyordu.
5. Tarihin İçinden Çıktığı, Ancak Bilmediği Olaylar
Nisan sonlarına doğru her şey vehamet kazanmıştı. Fermantasyon kaynamaya başlamıştı. 1830'dan beri yer yer küçük isyanlar oluyordu, çabuk bastırılan, ama yeniden doğan bu isyanlar, alttan alta hazırlanan geniş bir yangının habercisiydiler. Korkunç bir şey kuluçka devrini yaşıyordu. Olması beklenen bir devrimin henüz pek belli olmayan, iyice aydınlanmamış kaba çizgileri fark ediliyordu. Fransa, Paris'e, Paris de Saint-Antoine dış mahallesine bakıyordu.
Gizliden gizliye ısınan Saint-Antoine dış mahallesi içten içe kaynamak üzereydi.
Charonne Sokağı meyhaneleri, bu iki sıfatın birarada meyhaneler için kullanılması garip görünürse de, ciddi ve fırtınalıydılar.
Buralarda düpedüz hükümetin varlığı söz konusu ediliyordu. Buralarda açıktan açığa ne için dövüşüleceği ya da ne için rahat durulacağı tartışılıyordu. Bazı dükkân arkalarında ilk alarm işaretinde sokakta bulunacaklarına ve 'düşmanın sayışma bakmadan dövüşeceklerine" dair yemin ettiriliyordu. Bir kere söz verildi mi, meyhanenin bir köşesinde oturan bir adam sesini gürleştirerek, "Anlıyorsun ya! Yemin ettin!" diyordu.
-48-
Bazen birinci katta kapalı bir odaya çıkılıyor ve orada adeta masonvari sahneler oluyordu. Yeni katılana, ona ve aile babalarına yardım etmek için yeminler ettiriyorlardı.
Basık tavanlı salonlarda 'bozguncu' broşürler okunuyordu. Devrin gizli raporlarından birinde 'hükümeti aşağılıyorlar' deniyordu.
Aynca, buralarda şuna benzer sözler işitiliyordu:
"Şeflerin adlarını bilmiyorum. Bizler, hangi gün olacağını ancak iki saat önce öğreneceğiz." Bir işçi şöyle diyordu, "Üç yüz kişiyiz, her birimiz on metelik koysak, kurşun ve barut yapmak için yüz^ elli frank eder." Bir başkası, "Ben altı ay istemiyorum, iki ay da istemiyorum. On beş güne kalmadan hükümetle başabaş olacağız. Yirmi beş bin kişiyle karşı çıkılabilir." Bir başkası daha, "Hiç yatmıyorum, çünkü geceleri fişek dolduruyorum." Zaman zaman burjuva kılıklı, iyi giyimli bazı adamlar geliyor, tafra satıp, emir verir tavırlar takınarak en önemlilerin ellerini sıkıyor, sonra çekip gidiyorlardı. Hiçbir zaman on dakikadan fazla kalmıyorlardı. Alçak sesle anlamlı konuşmalar yapılıyordu: "Komplo olgunlaştı, iş kıvamında." Böyle bir konuşmaya tanık olanlardan birinin deyişiyle, "bu söz orada bulunanların hepsi tarafından uğultuyla tekrarlanıyordu." Heyecan o derecedeydi ki, bir gün meyhanenin ortasında bir işçi haykırdı: "Silahımız yok!" Arkadaşlarından biri karşılık verdi, "Askerlerin var ya!" Böylece farkında olmadan Bonaparte'ın Italya'daki
-49-
orduya yaptığı konuşmayı taklit etmiş oluyordu. Bir raporda ayrıca yazıldığına göre, 'pek gizli bir şeyleri olduğunda, bunu ortada birbirlerine söylemiyorlardı.' Onun için, sözlerini söyleyip bitirdiklerinde neyi gizlemiş olabilecekleri asla anlaşılmıyordu.
Toplantılar bazen belli aralıklarla yapılıyordu. Bazılarında hiçbir zaman sekiz ya da on kişiden fazlası olmuyordu ve orada bulunanlar hep aynı kişilerdi. Başka bazı toplantılara ise isteyen girebiliyordu ve salon o kadar doluyordu ki, ayakta durmak zorunda kalınıyordu. Kimisi bu toplantılara heyecan ve tutkularından, kimisi de işe giderken yollan oraya düştüğü için katılıyorlardı. Devrimin zamanında olduğu gibi, bu meyhanelerde yeni katılanları kucaklayıp öpen vatansever kadınlar vardı.
Başka bazı anlamlı olaylar da görülüyordu:
Adamın biri, meyhanenin birine giriyor, içkisini içiyor, sonra da, "Şarapçı, borçlan devrim ödeyecek," diyerek çıkıp gidiyordu.
Charonne Sokağı'ndaki bir meyhanede devrimin gizli görevlileri^tayin edilmekteydi. Oylamalar, kasketlerin içinde yapılıyordu.
Bazı işçiler, Cotte Sokağı'nda gösteriler yapan bir eskrim hocasının evinde toplanıyorlardı. Evde, tahtadan çift elle kullanılan büyük kılıçlardan, değneklerden, bastonlardan, flörelerden ibaret bir silah koleksiyonu vardı. Bir gün flörelerin ucundaki düğmeleri çıkardılar.
Bir işçi şöyle diyordu; "Yirmi beş kişiyiz,
-50-
ama bana güvenmiyorlar, çünkü bana makine gözüyle bakıyorlar." Bu makine daha sonra Quenisset oldu.
Gizlice yapılması tasarlanan herhangi bir şey, giderek garip bir şekilde dillere düşüyordu. Kapısının önünü süpüren bir kadın, başka bir kadına şöyle diyordu; "Uzun zamandır olanca gayretimizle fişek yapmaya çalışıyoruz." Sokak ortalannda, eyalet milli muhafız-lanna hitaben yazılmış bildiriler okunuyordu. Bu bildirilerden biri şu imzayı taşıyordu. "Burtot, şarap taciri."
Bir gün Lenoir pazarındaki içki satıcılann-dan birinin kapısında çember sakallı, İtalyan şiveli br adam bir taşın üstüne çıkmış, gizli bir iktidardan ortaya çıkmışa benzeyen garip bir yazıyı yüksek sesle okuyordu. Çevresinde gruplar oluşmuş, alkış tutuyorlardı. Kalabalığı en fazla heyecanlandıran kısımlar derlenip, kaydedilmiştir. "...Doktrinlerimiz engellendi, bildirilerimiz yırtıldı, bildiri asanlanmız gözetlenip, hapse atıldı..." "Pamuk piyasasında meydana gelen iflaslar, birçok aracıyı bizden yana çevirdi." "... Halklann geleceği bizim karanlık saflanmızda hazırlanmaktadır." "... İşte, ortaya konulan sloganlar; etki veya tepki, devrim ya da
-139-
kalkıyordu ki, Cosette, "Bu kadar çabuk mu?" dedi.
Jean Valjean, tuhaf kaçacak bir şey yapmak istemediği ve en çok da Cosette'i kuşkulandırmaktan çekindiği için, Luxembourg gezintilerine ara vermemişti, ama iki sevgili için bunca tatlı olan saatlerde Cosette gülümsemesini Marius'e gönderir ve Marius de, kendinden geçmiş bir halde, yalnız gülümsemeyi fark eder, gözü dünyada artık bu tapılası nurlu yüzden başka hiçbir şey görmezken, Jean Valjean, ateş saçan korkunç gözlerle Marius'e bakıp duruyordu. Artık kötü niyetli bir duyguya kapılmanın kendisi için imkânsız olduğuna inanan Jean Valjean'm, Marius orada olduğu zaman öyle anları oluyordu ki, tekrar vahşi ve yırtıcı hale geldiğini sanıyor ve ruhunun, bir vakitler öfke dolu olan eski derinliklerinin bu delikanlıya karşı yeniden açıldığını, galeyana geldiğim hissediyordu. Ona adeta içinde bilinmez birtakım yanardağ ağızlan oluşuyor gibi geliyordu.
"Nasıl! Bu yaratık yine buradaydı ha! Ne yapmaya geliyordu? Dolanmak, koku almak, incelemek, denemek için geliyordu. 'Bu ne yani? Niçin olmasın?' demeye geliyordu. Onun, Jean Valjean'm hayatı çevresinde dönüp dolaşmaya geliyordu! Mutluluğunun çevresinde, onu alıp götürmek için dolaşmaya geliyordu!"
Jean Valjean, "Evet, bu iş böyle!" diye ekliyordu, "Ne aramaya geliyor? Bir macera! Ne istiyor? Bir gönül eğlencesi! Bir gönül eğlencesi ha! Peki, ya ben? Ne yani! Önce insanla-
-140-
rın en sefil, sonra da en karabahtlısı olayım, ömrümün altmış yılını dizlerimin üzerinde sürünerek geçireyim, çekilebilecek bütün acılan çekeyim, gençliğimi görmeden ihtiyarlayayım, ailesiz, akrabasız, dostsuz, kadınsız, çocuksuz yaşayayım, bütün taşların, bütün çalıların üzerinde, bütün sınır işaretlerinde, bütün duvar boylarında kanımı bırakayım, bana karşı gösterilen sertliğe karşı yumuşak, kötülüğe karşı iyi olayım, her şeye rağmen tekrar namuslu, dürüst bir insan olayım, yaptığım kötülükten pişmanlık duyayım ve bana yapılan kötülüğü bağışlayayım... Tam bunun mükâfatını gördüğüm an, bütün bun-lann bittiği an, hedefe dokunduğum an-, İstediğim şeye eriştiğim an, tam iyi, âlâ, kefaretimi ödedim, kazandım derken, koca bir ahmağın keyfi Luxembourg'da seyre çıkmayı istedi diye bütün bunlar gidecek, her şey yok olacak, Cosette'i, hayatımı, sevincimi, ruhumu kaybedeceğim, öyle mi?"
O zaman gözbebeklerini kasvetli ve olağandışı bir ışıltı dolduruyordu. Bu bir insan, bakan bir insan değildi; bir düşmana bakan bir düşman da değildi; bir hırsıza bakan bir buldogtu.
Gerisini biliyoruz. Marius, düşüncesizliğe devam etti. Bir gün Cosette'i Ouest Sokağı'na kadar izledi. Başka bir gün kapıcıyla konuştu. Kapıcı da Jean Valjean'a konuştu ve "Mösyö, meraklı bir genç sizi sordu, kimin nesiydi acaba?" dedi. Ertesi gün Jean Valjean, Marius'e, onun nihayet fark edebildiği o bakışı fırlattı. Sekiz gün sonra Jean Valjean
-141-
evden taşınmıştı. Bir daha ne Luxembourg'a ne de Ouest Sokağı'na adım atmayacağına yemin etti. Plumet Sokağı'na döndü.
Cosette şikâyet etmedi, hiçbir şey söylemedi, soru sormadı, hiçbir neden öğrenmeye kalkışmadı, insanın, sırrına vâkıf olunacağından, artık kendini elevereceğinden korktuğu devreye girmişti. Jean Valjean'ın böyle acıklı durumlar hakkında hiçbir tecrübesi yoktu; bunlar yegâne güzel olan ve onun yegâne tanışmamış olduğu acıklı durumlardı. Bu yüzden, Cosette'in suskunluğunun vahim anlamını hiç anlamadı. Yalnız onun üzgün bir hal aldığını fark etti ve derin bir kedere gömüldü. Her iki taraf için de tecrübesizlikler söz konusuydu.
Jean Valjean bir defa bir deneme yaptı. Cosette'e:
"Luxembourg Parkı'na gitmek ister misin?" diye sordu.
Cosetet'in solgun yüzü birden aydınlandı. "Evet," dedi.
Gittiler. Aradan üç ay geçmişti. Marius, artık oraya gitmiyordu. Marius orada yoktu. Ertesi gün Jean Valjean, Cosette'e yine sordu:
"Luxembourg Parkı'na gitmek ister misin?"
Kız, üzgün ve yumuşak bir sesle cevap
verdi:
"Hayır."
Bu üzgünlük Jean Valjean'ı yaraladı, bu yumuşaklık onu kedere boğdu.
Şimdiden bu kadar sır vermez olan bu
-142-
I
gencecik zihnin içinden neler geçiyordu acaba? Orada neler oluyordu? Cosette'in ruhuna olanlar neydi? Jean Valjean, bazen yatacak yerde, başını elleri arasına alarak, karyolasının yanına oturup kalıyor, geceler boyunca kendi kendine, "Cosette ne düşünüyor?" diye soruyor ve onun düşünebileceği şeyleri düşünmeye çalışıyordu.
Ah! Bu anlarda manastıra nasıl da acı dolu bakışlarla bakıyordu, iffetin ve o yüce zirvenin, o melekler diyarına, erdemin o erişilmez buzdağına! Hayalinde manastırın bahçesini, nasıl da umutsuz bir hayranlıkla
Bahçeye yöneldi Gavroche. Yan sokağı buldu. Elma ağacını gördü. Yemişliği saptadı. Çiti inceledi. Bir çit, bir adımda aşılabilir rahatça. Gün batmak üzereydi. Bir tek kedi bile yoktu sokakta. Vakit son derece uygundu. Gavroche, tam öbür tarafa geçmeye hazırlanırken durdu. Konuşmalar geliyordu bahçeden. Çitin aralığından içeri baktı. Öbür yanda, iki adım ilerisinde ve tam içinden geçmeyi tasarladığı deliğin kendisini çıkaracağı noktada, sıra olarak kullanılan, yere yatırılmış bir taş vardı. Bahçedeki o yaşlı adam oturuyordu taşın üzerinde. Yaşlı kadın da onun karşısında, ayakta duruyordu. Kadm homurdanarak bir şeyler söylemekteydi. Görgülü bir çocuk değildi Gavroche. Dinledi.
"Mösyö Mabeuf," diyordu yaşlı kadın.
'Mabeuf,' diye düşündü küçük Gavroche, 'Ne gülünç bir ad!'
Yaşlı adam oralı değildi.
Yaşlı kadın tekrarladı:
"Mösyö Mabeuf..."
Yaşlı adam, hep yerdeki aynı noktaya bakarak cevap verdi:
"Söyleyin Plutarque Ana."
Platurque Ana, sözü tekrarlamış ve yaşlı adam da konuşmayı kabullenmek zorunda kalmıştı:
"Ev sahibi hiç de memnun değil durumdan."
"Neden?"
"Üç taksit kira borcunuz var da, ondan."
"Üç ay sonra dört taksit borcum olacak."
"Sizi sokağa atacağını söylüyor."
-166-
"Sokakta yatarım."
"Meyveci kadın para istiyor. Odun vermiyor artık. Bu kış neyle ısınacaksınız. Yakacağınız yok."
"Güneş var."
"Kasap da veresiyeyi kesti, et vermiyor artık."
"Bu iyi işte. Eti zaten hazmedemiyorum. Ağır geliyor."
"Peki, akşam yemeğinde ne yiyeceksiniz?"
"Ekmek."
"Fırıncı, alacağına mahsuben bir miktar para istiyor, yoksa ekmek vermeyeceğini söylüyor."
"Bu da iyi."
"Ne yiyeceksiniz?"
"Ağaçta elma var ya."
"Evet ama mösyö, böyle beş parasız da yaşanmaz ki!"
"Ne yapayım? Param yok işte!"
Yaşlı kadın gitmiş, adam tek başına kalmıştı. Düşünüyordu şimdi. Gavroche da kendi açısından düşünmekteydi. Karanlık, hemen hemen zifiri karanlığa dönüşmüştü artık.
Gavroche'un düşünmesinin ilk sonucu, çitten geçeceği yerde, çitin altına oturması oldu. Çalılığın alt kısmında, dallar bir parça seyrekleşiyordu. İçinden:
'îşte yatacak bir yer!' diye geçirdi Gavroche. Ve oraya büzüldü. Sırtını hemen hemen Mabeuf Baba'mn sırtına yaslamış gibiydi. Soluk alıp verişini iyice duyuyordu seksenlik ihtiyarın.
-167-
Yemek yerine uyumayı tercih ediyordu Gavroche. Ama tavşan uykusuydu bu: Tek gözü kapalı tetikte uyunan bir uyku. Nitekim bir yandan içi geçmekte ama öte yandan da çevreyi gözetlemekteydi.
Akşamın alacakaranlığında gökyüzünün beyazlığı yeryüzünü de ağartıyor, dar sokakta iki sıra karanlık, çalılığın arasında kurşuni bir çizgi meydana getiriyordu.
İşte bu beyazımsı çizgi üzerinde birdenbire iki karaltı belirdi. Karaltıların biri önden gitmekte, öbürü biraz arayla arkadan gelmekteydi. Gavroche:
"Al sana iki yaratık," diye mırıldandı. Neredeyse beli bükümüş, düşünceli, alabildiğince sade giyimli, yaşlı olduğu için yavaş yavaş yürüyen, herhalde yıldızların ışığında akşam gezintisine çıkmış bir adamdı birinci karaltı. İkincisi dimdik, sağlam ve zayıftı. Ötekinin adımlarına uydurmuştu adımlarını. Ama bu istemeye istemeye ağır yürüyüşte bile çeviklik ve atiklik sezilmekteydi. Bu karaltıda kaygı verici bir halin yanı sıra, o devirde zarif denebilecek kimselerin kılık kıyafeti de vardı: Şapkası modaya uygundu, redingotu siyahtı, iyi dikilmişti. Büyük bir olasılıkla pahalı bir kumaştandı. Güçlü bir tavırla başını dik tutuyordu. Şapkanın altında ve gecenin o vaktinde seçilebildiği kadarıyla, soluk bir delikanlı yüzü vardı. Bu yüzün ağzında da bir gül görülüyordu. Bu ikinci karaltıyı çok iyi tanıyordu Gavroche: Montparnasse'tı bu. Ötekine gelince, onu ta-
-168-
nrmıyordu, herhangi bir şey de söyleyemezdi onun hakkında. Sadece yaşlı bir adamcağızdı, o kadar.
Gavroche, hemen gözetlemeye koyuldu.
Bu iki yolcudan ikincisinin öbürüyle ilgili kötü niyeti olduğu anlaşılıyordu. Olup bitecekleri rahatça görebileceği bir yerdeydi Gavroche. Uyuma yeri aynı zamanda bir pusu olmuştu şimdi. Böyle bir saatte ve
I
"Hem de nasıl!" dedi Gavroche. "Köprü altlarındaki gibi rüzgâr falan esmiyor katiyen! Havadar değil."
"Peki, nasıl giriyorsun?"
"Giriyorum işte."
Montparnasse merakla sordu:
"Demek ki bir delik var?"
"Elbette! Ama her önüne çıkana söylemek olmaz. Ön bacakların arasında delik var."
"Şimdi anladım!"
"Elinle şöyle bir dokunuyorsun: Trik-trak! Ve iş tamamdır."
Bir an sustuktan sonra ekledi Gavroche:
"Yumurcaklar için bir merdiven bulmak gerekecek elbette..."
Montparnasse gülmeye başlamıştı:
"Nereden buldun bunları?" diye sordu.
Dünyanın en sade sesiyle cevap verdi Gavroche:
"Bunlar, bana bir berberin armağanı."
Bu arada Montparnasse, birdenbire dalıp gitmişti.
"Hemen, görür görmez tanıdın beni," diye mırıldandı.
Sonra iki küçük şey çıkardı cebinden; pamuğa sanlı, iki, içi boş kuştüyü sapıydı bunlar. Tüylerin her birini bir burun deliğine soktu. Böylece ikinci burnu varmış gibi oluyordu.
Gavroche:
"Yakıştı sana!" dedi. "Neredeyse güzelleş-tin diyebilirim, bana kalırsa hiç çıkarma bunu suratından."
Aslında yakışıklı ve güzel bir delikanlıydı
-225-
Montpamasse, ama Gavroche alay etmeden duramazdı.
Montpamasse sordu:
"Şaka bir yana, beni nasıl buluyorsun, söyle?"
Apayrı bir ses tonuyla söylemişti bunu. Kaşla göz arasında tanınmaz bir hale girivermişti.
"Oh, ne olursun kukla oynat bize!" diye bağırdı Gavroche büyük bir heyecanla.
O ana kadar pek bir şey dinlemeksizin, parmaklarını burunlarına sokarak Montpar-nasse'ı taklide çalışmış olan yumurcaklar, kukla sözcüğünü işitir işitmez yaklaşmışlardı hemen. Sevinç ve hayranlık dolu bakışlarla beklemeye koyuldular.
Ne var ki Montpamasse kaygı ve kuşku içindeydi.
Elini Gavroche'un omzuna koydu ve kelimelerin üzerine basa basa konuştu:
"Sana söyleyeceklerimi iyi dinle çocuk. Bütün bu oyun takımımla birlikte panayır alanında olsam ve siz de bana on metelik atsanız seve seve yapardım istediğini. Ama bugün bayram değil, anlıyor musun? Ha?.."
Cümlenin bitişi Gavroche üzerinde garip bir etki uyandırmıştı. Hemen arkasına döndü ve küçük parlak gözlerini büyük bir dikkatle çevresinde gezdirdi. Birkaç adım ötede, kendilerine sırtı dönük duran bir zabıta memuru gördü. "Anladım!" diye haykıracak oldu birden ama tuttu kendini. Montparnasse'ın elini tutup sallayarak:
"Tamam, iyi akşamlar," dedi. "Ben çocuk-
-226-
larımı alıp filime gidiyorum. Günün birinde bana işin düşerse, nerede bulacağını biliyorsun. Asma katta oturuyorum, unutma. Kapıcı yok; Mösyö Gavroche diye bağırman gerekecek!"
'Tamam," dedi Montpamasse. Bu söz üzerine ayrıldılar. Montpamasse, La Greve'e, Gavroche da gene Bastille'e doğru gitti. Gavroche'un sürüklediği beş yaşındaki çocuk, 'kukla'cı Montparnasse'ın gidişini görmek için başını çevirip duruyordu arkaya.
Montpamasse, zabıta memurunun varlığını kendilerine özgü bir deyişle bildirmişti Gavroche'a. Demişti ki: "...sij'etais sur lapla-ce, avec mon dogue, ma dague et ma digue.^." Onun bu konuşmasında, çeşitli şekillerde telaffuz edilmiş olarak beş altı kez dig hecesi geçmekteydi. Ve bu hece, bir cümlenin içine ustaca karıştırılınca: Dikkatli olalım, rahat konuşamayız, anlamına geliyordu.
Yirmi yıl önce, Bastille Alanı'nın güneydoğu köşesinde, eski kale hendeğinin içine açılmış kanal barınağının yanında, bugün artık Parislilerin belleğinden silinmiş olan acayip bir anıt vardı. Aslında hatırlarda kalmayı hak eden bir anıttı bu; çünkü 'Beş Akademi Birliği üyesi ve Mısır ordusu başkomutanı'nın bir fikriydi.
Anıt diyoruz, ama aslında söz konusu anıt, kaba bir modelden başka bir şey değildi. Ne var ki, Napolyon'un fikrinin görkemli kadavrası, göz alıcı bir müsveddesi durumunda olan ve rüzgânn iki ya da üç başanlı darbesiyle bizlerden biraz daha uzağa taşın-
-227-
mış ve savrulmuş bulunan bu kaba model, tarihsel bir karaktere bürünmüş ve geçici görünüşe zıt düşen kesin bir yan kazanmıştı. Sırtında evi andıran bir de kulesi vardı. Bir vakitler gelişigüzel bir badanacı tarafından yeşile boyanmış olan bu kule, şimdi gökyüzü, yağmur ve güneş tarafından karaltılmak-taydı.
"Dondum ben burada," dedi.
"Isıtırız seni, merak etme."
"Yerimden kımıldayacak halim yok ki!"
"Kendini ipten aşağı kaydır, yeter. Biz seni tutarız."
"Soğuk ellerimi uyuşturdu, korkunç!"
"Sen ipi duvara bağla hele."
"Yapamayacağım, inanın!"
Montparnasse, bir an düşündükten sonra:
"Birimizin duvara tırmanması gerekli!" dedi.
Brujon, yukan doğru baktıktan sonra: "Üç katlı bir bina yüksekliği!" dedi.
-257-
Eskiden barakada ateş yakmaya yarayan bir sobanın bacası duvar boyunca uzanmakta ve aşağı yukan Thenardier'nin bulunduğu yere kadar yükselmekteydi. Daha o vakitler bile çatlak ve sıvası dökük olan bu boru yıkılmıştır ama izi bugün de görülür.
Montparnasse:
"Birimiz buradan çıkabiliriz," dedi.
Babet, haykırmamak için zor tuttu kendini:
"Bu borudan mı? Bir adam kesinlikle tır-manamaz bu borudan! Ancak bir velet yapabilir bu işi."
Gueulemer sordu:
"Evet ama, şu saatte o veledi nereden bulacağız?"
Montparnasse atıldı hemen:
"Durun biraz! Ben bulurum!"
Yavaşça araladı tahta perdenin kapısını. Sokaktan kimsenin geçmediğine iyice emin olduktan sonra dışarı süzüldü usulca, arkasından kapıyı kapayıp, koşa koşa Bastille Meydanı'na yöneldi.
Thenardier'ye sekiz yüz bin yıl gibi gelen yedi sekiz dakika geçti aradan.
Babet, Brujon ve Gueulemer, ağızlarını açmıyorlardı.
Nihayet yeniden açıldı kapı ve Montparnasse göründü soluk soluğa. Yaranda Gav-roche vardı. Yağmur sayesinde hâlâ ıssızdı sokak.
Küçük Gavroche avluya girince sakin sakin bakmıştı haydutların yüzüne. Saçlarından sular süzülmekteydi.
-258-
Gueulemer:
"Bana bak çocuk!" dedi. "Sen erkek misin?"
Omuzlarını silkti Gavroche:
"Benim gibi bir çocuk elbette erkek sayılır," dedi. "Sizin gibi erkekler nasıl çocuk sayılırsa!"
Babet:
"Ne çenesi düşük şey bu yahu!" diye söylendi.
Brujon yorumladı:
"Paris veletleri saman çöpünden yapılmadı!"
Gavroche:
"Söyleyin, ne istiyorsunuz?" diye sordu.
Montparnasse boruyu gösterdi:
"Şuradan yukan tırmanacaksın."
Babet, ipi uzattı:
"Şu iple."
Brujon:
"Pencerenin parmaklık tabanına," diye ekledi. "Ve ipi bağlayacaksın."
Babet tamamladı:
"Duvann üst tarafına."
Gavroche sordu:
"Peki, sonra?"
Gueulemer:
"O kadar!" dedi.
Gavroche boruyu, duvan, pencereleri inceledikten sonra küçümseyen bir ses çıkardı dudaklanyla. Hazırlandı.
"Bu kadar ha?"
Montparnasse:
"Orada bir adam var," dedi. "Onu kurtaracaksın."
-259-
Brujon sordu:
"Elbette istersen?"
Soruya, bugüne kadar hiç işitmediği tuhaf bir söz duymuş gibi, alaylı bir sesle cevap verdi çocuk:
"Çaylak!"
Ve ayakkabılarını çıkardı.
Gueulemer, Gavroche'u sımsıkı kavrayıp kaldırmış ve barakanın damına koymuştu. Dam gıcırdadı. Ardından Montparnasse'm yokluğunda Brujon'un düğümlediği ipi de uzattı çocuğa. Gavroche, tavana değen geniş bir yarık sayesinde girebileceğini gözüne kestirdiği boruya doğru ilerledi. Tam tırmanmaya başlayacağı sırada kurtuluşun ve hayatın yaklaştığını gören Thenardier, duvarın kenarından başını uzatmıştı. Günün ilk ışıklan ter kaplı alnını, soluk şakaklarını, uzun, ince, vahşi burnunu ve ağarmış sakalını aydınlatıyordu. Görür görmez tanıdı onu Gavroche:
"Bak hele!" dedi. "Babammış. Boşver canım, işimi görmeme engel değil bu!"
Ve ipi dişlerinin arasına sıkıştırıp, tırmanmaya başladı.
Çok geçmeden yukarıya ulaşmıştı. Ata biner gibi oturdu duvara ve ipi, pencerenin üst pervazına sıkı sıkıya bağladı.
Bir an sonra Thenardier sokaktaydı. Daha ayaklan kaldınma değer değmez, kendini tehlike dışında hisseder hissetmez ne yorgunluk kalmıştı haydutta, ne uyuşukluk, ne titreme. Yaşamış olduğu bütün o korkunç macera bir anda uçup gitmişti sanki ve yırtı-
-260-
cı zekâsı uyanmıştı bir anda. Hemen yürümeye hazırdı. Nitekim ilk sözü şu oldu:
"Şimdi kimi yiyoruz?"
Aynı zamanda öldürmek, paralamak, soymak anlamına gelen bu müthiş şeffaf sözcüğü açıklamaya girişmek sanırız boşunadır.
Brujon:
"Özetleyelim," dedi. "Üç kelimelik işimiz var, sonra da hemen aynlınz. Plumet Soka-ğı'nda, tatlı gibi gözüken bir iş vardı; ıssız bir sokak, tek başına bir ev, bahçeyi kuşatan eski bir parmaklık, bir arada yaşayan iki kadın."
Thenardier:
"İyi ya işte!" dedi. "Daha ne istiyorsunuz?"
Babet, cevap verdi:
"Senin kız, Eponine, gidip gördü durumu."
"Ve iyi bir öğüt verdi!" diye ekledi Gueulemer. "İş çıkmaz oradan, diyor!"
"Benim kız pek aptal değildir," dedi Thenardier. "İyi koku alır. Ama yine de gidip bir göz atmakta yarar var."
Brujon:
"Doğru, evet," dedi. "Gidip bir göz atalım."
Bu arada Gavroche, ötekilerin hiçbiri onu fark etmeksizin kazık duvannm üzerine oturmuştu. Birkaç saniye, belki de babasının ona dönüp bakmasını bekledikten sonra ayakka-bılannı ayağına geçirdi ve sordu:
'Tamam mı? Bana ihtiyacınız yoktur artık beyler? İşiniz halloldu. Ben gidiyorum. Yumurcaklar beni bekler!"
Ve yürüyüp uzaklaştı.
-261-
Gavroche, Les Ballets Sokağı'nm köşesini dönünce Thenardier'yi bir köşeye çekti Babet:
"Bu çocuğa iyi baktın mı?" diye sordu.
"Hangi çocuğa?"
"Demir duvara tırmanıp, sana ip getiren çocuğa."
"Yoo... Dikkat etmedim pek!"
"Bilmem, ama galiba senin oğlun o."
Thenardier:
"Boşver!" dedi. "Fark etmez."
-262-
mmam
YEDİNCİ KİTAP
ARGO
1. Köken
Müthiş bir sözcüktür Pigritia.
Bir dünyayı, hırsızlık anlamına gelen peg-re'i ve bir cehennemi, açlık anlamına gelen pegrenne'i doğurur.
Görüldüğü gibi, tembellik bir "anadır. Bunların anası. Bir oğlu vardır, hırsızlık; bir de kızı, açlık.
Biz, şimdi hangi alanda mıyız? Argo ala-nmdayız. Ne midir argo? Aynı zamanda hem ulustur, hem yerel, özel, deyiş; ağızdır. 'Hırsızlık' sözcüğünü iki yönden görüyoruz burada; biri halk, öbürü ise genel dil yönünden.
Bu ağır ve karanlık hikâyenin yazarı, bundan tam otuz dört yıl önce bu yapıtla aynı amacı güden Bir Mahkûmun Son Günü adlı yapıtına argo konuşan bir hırsız koydu diye büyük şaşkınlık olmuş ve şamata
Şimdi, bedenin mümkün olduğu kadar geç ölümünü, ruhunsa hiç ölmemesini arzu ediyoruz. Muamma sözünü söyleyip çözülecek, evet, sfenks konuşacak, problem çözülecektir. On sekizinci yüzyılın başlattığı halk dediğimiz yapıt, on dokuzuncu yüzyıl tarafından tamamlanacaktır, hiç şüpheniz olmasın! Evrensel refahın gelip yerleşmesi, ilahi biçimde kaçınılmaz bir olgudur.
Sonsuz büyüklükteki itici güçler insan
-289-
hayatını yönetir ve bunlar insanlığı mevcut bir tarihsel dönemde mantık aşamasına, yani dengeye, yani hakseverliğe yöneltirler. Toprak ve gökyüzünden oluşma bir güç çıkıyor insanlıktan ve onu yönetiyor, bir mucizeler yaratıcısı bu güç. Bilimin de yardımıyla, sıradan bir bakışla olanak dışı gibi görünen çelişkili problemler karşısında paniğe kapılmıyor. Günün birinde Doğu ile Batı'yı bir mezarın dibinde yüz yüze getiren ve imamlarla Bona-parte'a büyük piramidin içinde diyalog kurduran bu gizemli ilerleme gücünden çok büyük işler beklenebilir.
Bu arada, zihinlerin ileri doğru o muhteşem yürüyüşünde kesinlikle mola, duraklama ve durma olmamalı. Toplumsal felsefenin temelinde bilim ve barış duruyor. Antagoniz-malann incelenmesi yoluyla öfkeleri dağıtıp ortadan kaldırmak; toplumsal felsefenin amacı işte budur ve sonucu da işte bu olmalıdır. Arar, gözlemler ve çözümler bu felsefe; sonra yeni baştan oluşturup kurar. İndirgeme yönetimiyle iş görür: Nefreti çıkarıp atar önündeki her şeyden.
Bir toplumun insanların üzerine çöken rüzgârla sarsılıp uçuruma yuvarlandığı pek çok kere görüldü. Halkların ve devletlerin uğradıkları kazalarla doludur tarih. Töreler, yasalar ve dinler: Günün birinde fırtına çıkıve-riyor birden hepsini silip süpürüyor. Hint, Kaide, Pers, Asur, Mısır uygarlıkları birbiri ardınca göçüp gittiler. Niçin? Bilmiyoruz. Sebepleri neydi bu felaketlerin? Kesinlikle bilmiyoruz. Kurtanlamaz mıydı bu toplumlar?
-290-
Kendi hatalarının kurbanı mı oldular? Bu korkunç ölümlerdeki intihar payı nedir? Bütün bu sorular cevapsız. Ölüme mahkûm uygarlıkları gölgeler gelip örtüyor. Battıklarına göre suyun üzerindeydiler, bütün söyleyebileceğimiz bundan ibaret. Babil, Ninova, Tarsus, Tebai, Roma denilen o muazzam gemilerin, yüzyıllar denilen dev dalgaların ardından, geçmiş denilen okyanusun dibini boyla-yışlannı ürküntüyle karışık bir şaşkınlıkla seyrediyoruz: Karanlıkların bütün ağızlarından fışkıran korkunç soluğun üfleyişiyle devrilip gidiyorlar, evet. Ama orada karanlık varsa, burada da aydınlık var. Eski uygarlıkların hastalıklarını bilmiyoruz ama kendi uygarlığımızın sakat yanlarını pekâlâ bilmekteyiz. Onun üzerine her yerde ışık tutma hakkımız var. Güzelliklerini seyrettiğimiz kadar, biçimsizliklerini de açığa çıkarabiliyoruz. Ağrıyan yerini yoklamaya girişiyoruz hemen; acıyı saptadıktan sonra nedenine eğiliyoruz, bu da bizi ilacın keşfine götürüyor. Yirmi yüzyılın yapıtı olan uygarlığımız hem bir canavar, hem bir harikadır ve kurtarılmaya değer. Ve kurtarılacaktır. Onun acısını gidermek az iş midir? Başardık bunu yavaş yavaş. Aydınlatmayı da başarmaktayız. Sosyal felsefenin bütün çalışmaları bu amaca doğru yönlendirilmelidir. Bugün büyük bir görev düşüyor düşünüre; kulağını dayayıp, uygarlığı dinlemek. Tekrarlıyoruz; bu dinleme, yüreklendirici, cesaret verici olmaktadır. Acılı bir dramın sadece perde arkası olan şu sayfalan, yüreklendirme konusunda ısrar ederek kapatmak is-
-291-
temekteyiz. Sosyal ölümlülüğün altında hissettiğimiz, insanın ölümsüzlüğüdür. Halk hastalıkları öldürmüyor insanı.
Gelecek, gelecek mi? Bunca korkunç karanlığı gördükçe, bu soruyu kendi kendimize yöneltmeye hak kazanmaktayız. Bencillerle sefillerin iç karartıcı karşılaşması. Bencillerin orada önyargıları var, zengin eğitiminin karanlıkları, gittikçe artan bir kendinden geçme iştahı, bunaltıcı bir refah şaşkınlığı, kimilerinde acı çekenlerden nefret etmeye kadar varan bir acı çekme korkusu, amansızca bir doygunluk arzusu, ruhu kapatacak derecede şişkin bir benlik var. Sefillerde ise kıskançlık var, ötekilerin zevk içinde yaşadığını görmekten doğan kin, insanın hayvan yanının doyumlara doğru derin sarsıntılarla uzanışları, sisle örtülü kalpler, hüzün, ihtiyaç, zorunluluk, kaçamazlık, kirli ve basit cehalet var.
Gözlerimizi gökyüzüne doğru kaldırmaya devam etmek gerekir mi acaba? Orada seçer gibi olduğumuz ışıklı nokta, sönecek noktalardan mı? İdealin böyle küçücük, tek başına, belli belirsiz, parlak, ama çevresine yığılmış bütün o muazzam siyah tehditlerle kuşatılmış olarak derinliklerde yitip gittiğini görmek elbette korkunç bir şey. Ama gene de biliyoruz ki, aynı ideal, bulutların kocaman ağızlan içindeki bir yıldızdan daha fazla tehlike altında değil.
-292-
Gavroş'un ansiklopedisi
17 Aralık 2010 Cuma
SEFİLLER - ALTINCI KİTAP
ALTINCI KİTAP
KÜÇÜK PICPUS MANASTIRI
1. Küçük Picpus Sokağı, No. 62
Bundan yarım yüzyıl önce, Küçük Picpus Sokağı'ndaki 62 numaralı binanın avlu kapısı, avam tarzı porte-cochere kapıları hatırlatan en güzel örnekti. Genel olarak davet edici bir şekilde hep yarı açık durur ve bu aralıktan hiç de sıkıcı, hüzünlü olmayan iki şey görünürdü; asmaların çevrelediği bir duvar ve yüzünden aptallık akan bir kapıcı... Arkada, duvarın üzerinden büyük geniş gövdeli ağaçlar göze çarpıyordu. Avluya bir demet güneş ışığı düşüp orasını cıvıl cıvıl yaptığında ve bir iki kadeh şarap içen kapıcı neşelendiğinde, 62 numaranın önünden, oranın çok hoş bir yer olduğunu düşünmeden geçmek çok zordu. Gelgeldim, şöyle göz ucuyla birazını gördüğünüz yer, aslında hüzün dolu, kasvetli bir yerdi.
Eşik, gülümser gibiydi ama, bina gözyaşları ve dualar içindeydi.
Eğer kapıcıyı atlatmanız mümkün olsa -bu iş hiç de kolay bir iş değildi, hatta imkânsızdı, çünkü kapıcıyı atlatmak için bir tür 'açıl susam açıl' demek gerekiyordu- o zaman sağda dar bir koridora girilirdi. Bu koridora
-283-
açılan iki duvar arasına sıkışıp kalmış bir merdiven vardı ve bu merdiven o kadar dardı ki, aynı anda ancak tek bir kişi inip çıkabilirdi. Çikolata rengi merdiven boyunca duvara yayılan san duvar kâğıdından korkmadan, merdivenden çıkmaya cesaret edebilirseniz, önce birinci sonra da ikinci bir geniş merdiveni geçer ve sizi ısrarla takip eden sarı ve çikolata renkleriyle kaplı ikinci kata ulaşırdınız. Merdiven ve koridor, iki güzel pencereyle süslenmişti. Koridor biraz gittikten sonra birdenbire kıvrılıyor ve karanlık oluyordu. Burası da geçildikten sonra kapalı olmamasının, esrarını bir kat daha artırdığı garip bir kapıya geliniyordu. Kapıyı şöyle bir itince, altı ayak kadar genişliğinde bir odaya giriliyor ve taş döşeli, yeni yıkanmış gibi tertemiz olan bu oda insana bir resmiyet duygusu veriyordu. Duvarlara, topu on beş meteliğe satılan çiçekli kâğıtlar kaplanmıştı. Küçük dört köşe parçalardan yapılmış olan ve sol tarafta, oda boyunca uzayan geniş bir pencereden mat ve beyaz bir aydınlık içeri giriyordu. Etrafa göz gezdirilince tek bir insan görülmüyor, kulak kabartınca ne bir ayak sesi, ne de bir insan fısıltısı duyuluyordu. Duvarlar bomboştu, odanın içinde tek bir mobilya, hatta oturacak bir sandalye bile yoktu.
Tekrar odaya bakacak olursanız, kapının tam karşısındaki duvarda, bir ayak büyüklüğünde dört köşe bir boşluk. Bu boşluk, çapraz kalın düğümlü, kapkara demir çubuklarla kaplıydı, bu demirler de karelerden ibaretti. Hatta bunlar bir zincirin halkalarına ben-
-284-
ziyordu demek daha doğru olur. Çaplan bir buçuk parmaktan daha fazla değildi. Duvar kâğıdının yeşil renkte küçük çiçekleri düzenli bir şekilde ve düzenlerini bozmadan bu demir parmaklıklara kadar geliyor, ama bu kasvet verici buluşmadan hiçbir yılgınlık ve korku duymuyorlardı. Bu boşluktan geçebilecek kadar ince ve zayıf bir insanın içeri girmesinden korkulmuş olmalı ki, üstelik bir de parmaklık konmuştu. Hiçbir beden bu parmaklıktan içeri giremez, ancak bakışlar; yani düşünce buradan geçebilirdi. Bu da düşünülmüş olmalı ki, boşluğun iç tarafına bir de teneke çivilenmişti. Bu tenekenin üzerinde bir süzgecin deliklerinden bile ufak binlerce delik vardı. Bu teneke levhanın altında da mektup kutularının ağzına benzeyen geniş bir yarığın sağ tarafından, bir çıngırağa bağlı olan bir ip sallanıyordu.
Bu ipi çekecek olursanız bir çıngırağın çaldığı ve çok yakından gelen titrek bir sesin cevap verdiğini duyardınız. "Kim o?"
Bu, bir kadın sesidir. Hem de çok tatlı bir kadın sesi. Bu ses, tatlı olduğu kadar da hüzünlüdür.
Cevap verebilmek için, sihirli bir kelimeyi bilmek gerekir. Eğer bilmiyorsanız, o ses cevap vermez, susar ve duvar sanki öbür yanında endişeli bir mezar karanlığı varmışçasına, yeniden eski sessizliğine bürünür.
Şayet cevap yerine geçen kelime biliniyorsa, bu ses tekrar duyulurdu: "Sağ tarafa girin!"
-285-
O zaman, pencerenin karşısında sağ tarafta, üzerinde gri boyalı camlı bir pencere bulunan yine camlı bir kapının olduğunu fark eder, kapının tokmağını çevirip içeri girdiğinizde, parmaklıkla ayrılmış bir locada, avizeleri yanmamış bir tiyatroda olduğunuz duygusuna kapılırdınız. Gerçekten de, bir tür tiyatro locasıydı burası ve camlı kapıdan giren ışıkla yarım yamalak aydınlanıyordu. İçerde iki iskemle ve sökülmüş bir hasırdan başka eşya yoktu. Tıpkı localardaki gibi dayanılacak yeri ve bu dayanılacak yerin üzerinde siyah tahtadan, küçük bir tabla vardı. Bu loca da parmaklıklarla çevriliydi, ama parmaklıklar, operada olduğu gibi yaldızlı tahtadan değildi; sıkılmış yumruklara benzeyen büyük takozlarla duvara tutturulmuş, demir çubuklarla örülü, arapsaçı gibi karmakarışık korkunç bir kafesti.
İlk şaşkınlık anları geçip, gözünüz bu giz-leyici karanlığa biraz alışınca, parmaklığın ardına bakmaya çalışır, ama beş altı parmaktan ötesini göremez, ancak san renkte tahta pervazlarla pekiştirilmiş kara kepenkler görürdünüz; bu kepenkler uzun ve dar tahtalardan yapılmıştı. Demir kafesi boydan boya örtüyordu ve sürekli kapalıydı.
Birkaç saniye sonra, bu kepenklerin arkasından size şöyle seslenildiğini duyardınız:
"Buradayım, beni niçin istediniz?"
Bu ses sevilmiş bir insanın sesidir; hatta zaman zaman kendine hayranlık duyulmuş birinin sesidir. Oysa kimseyi göremez ancak zar zor soluk aldığını duyabilirdiniz. Sanki bir
-286-
melek mezarın ötesinden konuşuyormuş gibi. Hani tesadüfen uygun bir zamanda ortaya çıkmışsanız -ki bu çok ender olurdu- karşınızdaki kepengin tahtalarından biri açılır, karşınızda, parmaklığın arkasında, sadece çenesi ve ağzı görünen, her tarafı siyah bir peçeyle kaplı bir baş belirirdi. Bütün gördüğünüz, her yanı siyah örtüler içinde kaybolmuş siyah bir şekilden başka bir şey değildir. Bu baş, söylediklerinize cevap verir, ama bakışlarını yerden hiç ayırmaz ve hiç gülümsemez.
Arkanızdan gelen aydınlık öyle bir ayarlanmıştı ki, siz onu beyaz o da sizi kapkara görürdü. Bu, simgesel bir ışıktı.
Ama bakışlarınız yine de nierakla bütün gözlere kapalı olan bu yerde, karşınızda açılmış olan aralıktan içeriye sızardı.
Matem elbisesi giymiş olan bu varlığın çevresini koyu bir karanlık sarardı. Bakışlarınız bu karanlığı yırtmaya, karşıda görülen bu varlığa erişmeye çalışır, aradan çok geçmeden hiçbir şey göremediğinizi anlardınız. Görülen tek şey, gecenin ta kendisiydi, boşluktu, karanlıklardı, mezardan kalkan dumanlara karışan bir kış sisiydi, korkunç bir sükûnetti. Bu sessizlik dışarıya hiçbir şey vermiyor, iniltiler bile duyulmuyordu; içinde hiçbir şeyin ayırt edilmediği bir karanlıktı, orada hayaletler bile görülmezdi.
Gördüğünüz şey, bir manastırın içiydi. Bernard'm rahibelerinin aralıksız ibadet yeri olan manastır işte bu karanlık ve kasvetli binanın içindeydi. Az önce sözünü ettiğimiz locaya benzeyen yer, konuşma odasıydı. Bi-
-287-
naya girilirken duyulan ilk ses, üzerinde binlerce delik bulunan teneke ile kaplı olan bu penceremsi boşluğun yanında, duvarın öte tarafında, hiç hareket etmeden oturan ve bütün görevi bu soruyu sormak olan rahibenin sesiydi.
Locaya benzeyen yerin karanlığı, burasının manastıra bakan tarafında hiçbir pencere olmaması, sokak tarafında ise bir tek pencere bulunmasından ileri geliyor ve böylece kutsal yer; yani manastır, yabancı gözlerden saklanmış oluyordu.
Ancak, bu karanlığın ardında bir aydınlık, bu ölümün içinde bir hayat vardı. Bu manastır belki de manastırların en kapalısı olmasına rağmen oraya girmeye ve okurlarımızı da içeri sokmaya çalışacak ve bu arada, imkân dahilinde, şimdiye kadar hiçbir hikayecinin görmediği ve bu yüzden anlatmadığı şeyleri açıklamaya çalışacağız.
2. Martin Verga Tarikatı
1824 yılından çok daha önceleri Küçük Picpus Sokağı'nda var olan bu manastır Martin Verga tarikatına bağlı olan Bernardin rahibelerinin manastırıydı.
Dolayısıyla da bu Bemardinler öteki Ber-nardinler gibi Clairvaux'ya değil, Benedikten-ler gibi Citeaux'ya bağlıydılar. Başka bir deyişle; Saint-Bernard kulu değil, Saint Benoit kuluydular.
Eski kitapları karıştırmış olan herkes bilir ki, Martin Verga 1425 yılında Bernardin-Be-nediktenlerden oluşan tarikatın baş manastı-
-288-
n Salamanque'da, buna bağlı küçük manastırın da Alcala'da bulunduğu bir cemaat oluşturmuş ve bu tarikat Avrupa'nın bütün Katolik ülkelerinde dal budak salmıştı.
Bir tarikatın başka bir tarikatla, adeta aşı yapılır gibi birleştirilmesi Latin kilisesinde her zaman rastlanan bir durumdur. Ele aldığımız Saint Benoit 'Benedict' tarikatına şöyle yakından bakacak olursak, Martin Verga tarikatı bir yana, başka dört cemaatle birleşmiş olduğunu görürüz. Bunlardan Mont-Cassin ve Sainte-Justine İtalya'da diğer ikisi Cluny ve Saint-Maur Fransa'dadır. Öte yandan bu tarikata dokuz tarikat daha bağlıdır: Valom-brosa, Grammont, les Celestin,' îes Camaldu-le, les Chartreux, les Humilie, les Olivateur, les Silvestrin ve nihayet Citeaux da Saint Be-noit'dan çıkan ufak bir tarikattan başka bir şey değildir. Öteki tarikatların gövdesi olan Citeaux Saint-Benedict'ın (Benoit'nın) dallarından sadece biridir. Citeaux adı, Molesme Manastırı Başrahibi Aziz Robert'ten gelir ve 1098'de Langres piskoposluğu içinde yer alır. Şeytan'ın, o zamanlar 17 yaşında olan Saint-Benoit ile birlikte yaşadığı eski Apollon Tapı-nağı'ndan kovulup Subiaco çölünde (yaşlı bir adam olarak) inzivaya çekildiği yıl 529'dur.
Daima çıplak ayakla dolaşan, gerdanlarına bir kamış parçası asan ve hiç oturmayan Karmelitlerden sonra en katı kuralları olan tarikat, Martin Verga'nın Bernardin-Benedik-ten tarikatıdır. Bu tarikatın rahibeleri baştan aşağı siyah giyinirler. Giydikleri siyah elbisenin, Saint-Benedict'in kesin bir dille buyur-
-289-
duğu gibi; çeneye kadar çıkması gerekir. Kumaş serjdendir; büyük bir yün atkı taşırlar, çeneye kadar çıkan geniş ve yenli elbise tam göğüste dört köşe kesilmiştir. Başlarındaki rahibelere özgü şapka gözlerine kadar iner. Tarikata yeni girenler de aynı elbisenin beyazını giyerler. Oysa eskilerin, şapkaları dışında giydikleri baştan ayağa siyahtır. Tövbe etmiş olan rahibelerin bir de teşbihi vardır.
Martin Verga'nın Benedikten-Bernardinle-ri kesintisiz ibadeti kabul etmişlerdir. Kendilerine Kutsal Kitap'm kadınları da denilen Be-nediktenler de aynı ibadet şeklini kabul etmişlerdir. Bu rahibeler, bu yüzyılın başında biri Paris'te, Temple'da öteki Neuve-Sainte-Genevieve Sokağı'nda olmak üzere iki manastıra sahiptiler. Ama bu manastırlarda bulunan Kutsal Kitap'm kadınları ile sözünü ettiğimiz Küçük Picpus'un Bernardin-Benedik-tenleri arasındaki kurallar farklıdır. Yaşama kuralları açısından birçok, kıyafetleri açısından da bazı farklar bulunur. Picpus'un rahibeleri siyah elbise giydikleri halde Kutsal Kitap rahibeleri beyaz giyerler ve göğüslerinde üç parmak kalınlığında, yaldızlı bakırdan ya da gümüşten kutsal bir madalyon taşırlar. Picpus rahibeleri bu kutsal
madalyonları takmazlar. Kesintisiz ibadet müşterek olmasına rağmen, Picpus Manastırı ile Temple Manastın arasında bir yığın farklılı_____klar vardır. Öte yandan, birbirine düşman olan bu iki tarikatın; İsa'nın çocukluğuna, hayatına, ölümüne ve Meryem'e ait gerçeklerin incelenmesi ve övülmesi açısından aralarında benzerlikler
-290-
vardır. Bu tarikatların bağlı oldukları kiliselerden İtalya'dakini, Floransa'da, Philippe de Neri; Fransa'dakini, Paris'te Pierre de Berulle kurmuştu. Pierre de Berulle kardinal olduğu için Paris kilisesinin öteki kiliseden daha önemli olduğunu ileri sürüyordu. Neri ise sadece bir azizdi.
Martin Verga'nın katı İspanyol kurallarından söz açalım:
Bu tarikatın rahibeleri bütün bir yıl perhiz yaparlar. Oruç günlerinde ve kendilerine özgü başka günlerde de oruç tutarlar. Geceleyin kalkıp üçe kadar ibadet ve dua ederler. Bütün kış hasır üstünde yatar, çarşaf olarak ince bir örtü kullanırlar. Hiç yıkanmazlar. Ateş yakmazlar. Haftada bir defa kendilerini kamçıyla dövdürürler. Ancak dinlenme sırasında konuşurlar. Bu tatil zamanlan çok kısadır. Kutsal haç günü olan 14 Eylül'den Paskalya'ya kadar; yani altı ay, kaba yünden bir gömlek giyerler. Aslında bu tarikatın ku-rallanna göre bu gömleği bütün bir yıl boyunca giymek gerekir. Ama yazın, havalar sıcak olduğu zaman bu kadar kaba ve kalın bir gömlek hastalık ve nöbet yaptığı için, bu kural hafifletilmiş, gömlek sadece kışın giyilir olmuştur. Buna rağmen, 14 Eylül'de gömlek giyildiği zaman rahibelerden bir bölümünün hastalandığı görülür. Dünyadan el etek çekip uysal, fakir, temiz yaşamak: Bu tarikatın özü budur. Bu öz kurallarla ağırlaştınlmıştır.
Başrahibe, 'koro rahibeleri' denilen ve sesleri güzel olan rahibeleri üç yıl için seçer. Başrahibenin ancak üç defa seçme hakkı
-291-
I
vardır. Şu halde dua okuyan rahibenin görevi dokuz yıldan fazla süremez.
Ayini yöneten papazı göremezler. Dokuz ayak yükseklikteki bir yer, onların papazı görmelerine engel olur. Vaaz sırasında konuşan papaz mihrapta bulunduğu zaman, yüzlerini iyice örterler. Daima alçak sesle konuşmak, gözlerini yerden ayırmamak ve başlarını eğik tutarak yürümek zorundadırlar. Manastıra bir tek erkek girebilir, o da Başpiskopostur.
Manastırda başka bir erkek daha vardır; yaşlı bir adamdır, bahçıvanlık yapar. Rahibeler onun geldiğini anlayınca kaçsınlar diye, bahçıvanın dizine bir çıngırak bağlanmıştır.
Rahibeler, başrahibeye kayıtsız şartsız saygı duyarlar. Bu da, benliğinden vazgeçmenin son sınırına varmaktır. Sesine, İsa'nın sesi gibi kulak verirler. En ufak bir işaretini ka-çırmazlar, hemen, seve seve, sebatla, körü körüne, boyun eğercesine cevap verirler. İşçinin elindeki alet gibidirler. İzin almadan hiçbir şey okuyamaz ve yazamazlar.
Her biri, sırayla 'tövbe' dedikleri duayı ederler. Tövbe, yeryüzünde işlenen bütün günahların, yapılan bütün hataların, bütün düzensizliklerin, bütün şiddet ve haksızlıkların affedilmesi için yapılan bir duadır. Tövbe'yi yapan rahibe, çarmıha gerili İsa'yı temsil eden eşyanın önündeki taşın üstünde, diz çökmüş bir halde durur. Elleri kavuşturulmuştur. Boynunda bir ip vardır. Akşamın dördünden sabahın dördüne ya da sabahın dördünden akşamın dördüne kadar on iki sa-
-292-
at dua edilir. Rahibe yorgunluktan dayanamayacak bir hale geldiği zaman yüzükoyun yere yatar, kollarını haç şeklinde açar, başı zemine dönüktür. Bu durumda yeryüzünün bütün günahkârları için dua eder. Bu dua, üzerinde bir mum yanan bir direğin önünde yapıldığı için hem 'tövbe etmek' hem de 'direkte olmak' diye adlandırılır.
Rahibeler ikinci deyişi tercih ederler. Çünkü bu isim daha alçakgönüllülük ifade etmektedir. Aynı zamanda acı çekildiğini de gösterir.
Tövbe yapılırken insanın bütün ruhu, bütün varlığı duaya verilmiştir. Direğe giden rahibe, yanına yıldırım düşse bile başını çevirip bakmaz.
Öte yandan haçın önünde daima bir rahibe bulunur. Bu, bir tür nöbet gibidir. Bir saat sürer. Böylece haçın önü boş bırakılmamış olur. Aralıksız ibadet ismi buradan gelir. Baş-rahibe ve rahibeler çok özel ve ağırbaşlı isimler alırlar. Bu isimler azizlerin isimleri olmayıp, İsa'mn hayatıyla ilgili ve bu hayatın devrelerini gösteren isimlerdir. 'Doğum ana', 'hamile ana' gibi. Ayrıca aziz isimleri almak da yasak değildir.
Onlara baktığınız zaman ağızlarından başka bir yerlerini göremezsiniz.
Dişleri sapsarı kesilmiştir. Çünkü manastıra tek diş fırçası bile girmemiştir. Dişlerini fırçalamak, ruhunu yavaş yavaş şeytana satmak demektir.
Herhangi bir şeyden söz ederken, hiçbir zaman "ben" ya da "benim" demezler. Kendileri-
-293-
ne ait hiçbir şeyleri yoktur. Ve hiçbir şeye de sahip olmamalan gerekir. "Benim" yerine "bizim" derler. Bazen bir şeyi, örneğin bir dua kitabını, kutsal bir eşyayı, kutsal bir madalyonu kendi mallan gibi görmeye başlarlar; ama bu nesneyi önemsediklerinin farkına vanr varmaz da, o eşyayı hemen başka birine armağan ederler. Böyle bir durumda, örnek olarak Sa-inte Therese'in manastırına kabul edilmek isteyen ve kendisine, "Çok değer verdiğim kutsal bir İncili almama izin verin annemiz," diyen zengin bir kadına söylediklerini hatırlarlar:
"Ya, demek değer verdiğiniz bir nesne var. Öyleyse evimize girmeyin."
Kim olursa olsun, kendini tecrit etmesi ve bir oda sahibi olması yasaktır. Hücreleri daima açıktır. Karşılaştıklan zaman birisi ötekine şöyle der:
"Mihrabın en kutsal ibadetine övgü ve hayranlığın eksik olmasın..." Öteki şöyle cevap verir: "Daima."
Birisi ötekinin kapısını çalınca da bu şekilde konuşurlar. Kapıya vurur vurmaz, öte taraftan yumuşak ve tatlı bir sesin "daima" dediği duyulur. Bütün âdetler gibi bu da tekrar edile edile mekaniklesin Bu yüzden biri, "Mihrabın en kutsal ibadetine..." diye daha söze başlamadan öteki "daima"yı yapıştınr.
Günün her saatinde tarikatın kilise çanından üç ilave çan sesi duyulur. Bu çan sesleri işitilince, başrahibe, anne'ler, tövbekar rahibeler, hizmet eden kardeşler, dine dönüp manastıra girmiş olanlar, yeni gelenler, hepsi
-294-
sözlerini, düşüncelerini, yaptıklannı öylece terk ederek, örneğin saat beş ise, şöyle derler: "Saat beşte ve her saatte mihrabın en kutsal ibadetine övgü ve hayranlığın eksik olmasın."
Saat sekizse, "Saat sekizde ve her saatte..." vb derler. Böylece duaya giriş saate göre değişir.
Bu âdetin amacı, düşünceyi başıboş bırakmaktan kurtarıp onu daima Tann'ya yöneltmektir. Bu, birçok dini toplulukta var olan bir âdettir. Değişen sadece biçimdir. Örneğin başka bir yerde bu duanın şöyle söylendiğini görüyoruz: "Şu saatte ve bütün saatlerde İsa'nın aşkı kalbimi doldursun."
Martin Verga'nın Benedikten-Bernardinle-ri elli yıldan beri Küçük Picpus'a kapanıp kalmışlardır. İlahilerini ağır, hüzünlü bir biçimde hançerelerinin bütün gücü ile söylerler. Saf, doyurucu bir müziktir bu. Dualan okurken herhangi bir ara gelince "İsa-Meryem-Yusuf derler. Cenaze ayinlerinde bu dualan o kadar alçak bir sesle okurlar ki, bu kadın seslerinin mezara kadar gitmesi zordur. Bu biçimde dua okumak, dinleyenler üzerinde trajik ve çarpıcı bir etki yapar.
Picpus rahibelerinin cemaatlerinin ölülerini gömmek için mihrabın altında mezarlık olarak kullanabilecekleri bir bodrumları vardı. Dediklerine göre hükümet bu bodruma ta-butlann konulmasına izin vermemişti. Bu da demektir ki, en fazla üzüldükleri nokta öldükleri zaman manastın terk etmek zorunda kalmalanydı.
-295-
Koparabildikleri bütün izin küçük bir teselliydi ve bu da; kendi tarikatlarının malı olan ve Vaugirard mezarlığında bulunan bir alanın ayrılmış bir yerine ve belli bir saatte gömülebilme imtiyazıydı.
Bu rahibeler, perşembeleri, sanki pazar günüymüş gibi büyük ayini ve diğer ayinleri gerçekleştirirler. Ayrıca, manastırların dışında bulunan insanların bilmedikleri en önemsiz dini günlerin hiçbirini unutmazlar. Eskiden Fransa'da kilise, bu günleri halka bildirirdi. İtalya ve İspanya'da hâlâ böyle yapılmaktadır. Dualarının sayısına ve süresine gelince; bunu en iyi bu rahibelerden birinin şu saflık dolu sözleri dile getirir: "İlk gelenlerin duaları korkunçtur. Yenilerinki daha da beterdir, eskilerinki ise beterin beteridir."
Haftada bir rahibeler bir araya gelir. Bu toplantıda başrahibe toplantıya başkanlık eder; diğerleri ona refakat eder ve rahibeler birer birer taşın üzerine diz çökerek herkesin önünde, hafta boyunca yaptıkları hataları ve işledikleri günahları itiraf ederler. Bu itirafların her birinden sonra toplanıp görüşen rahibeler verilecek cezalan kararlaştınrlar.
Ciddi hatalara ayırdıklan yüksek sesle itiraftan başka önemsiz hatalann ele alındığı bir ceza yöntemi vardır. Bu yöntemde esas olan, ayin sırasında başrahibenin önünde yüzükoyun yatmaktır. 'Annemiz' unvanından başka bir adla çağnlmayan başrahibe, önünde yatan rahibeyi üzerine oturduğu tahta sıraya vurarak işaret verir. Bu işaret, yatan rahibenin kalkabileceğini gösterir. En önemsiz
-296-
bir şey için bile bu ceza uygulanır. Kınlan bir bardak, yırtılmış bir kumaş, elde olmayan nedenlerle bir ayine birkaç saniye geç kalmış olmak, kilisede yanlış bir şey söylemek vb... bunlar ceza almak için yeterli nedenlerdir. Rahibe, kendi hakkında karar verir ve layık gördüğü cezayı kendine uygular. Pazar günleri ve yortularda korodaki dört rahibe, dört köşe bir masanın çevresinde makamla dualar okur. Bir gün bu rahibelerden biri, gece ile başlayan duayı yanlış okuyarak Ecce yerine, mi, sol, si notalannı söylemiş ve bu dalgınlık yüzünden bütün ayin boyunca yerde yüzükoyun yatma cezası almıştı. Dualannı okuyan diğer rahibelerin gülmüş olması bu hatayı daha da ağırlaştırmıştı.
Bir rahibe konuşma odasına çağınldığı zaman -çağnlan başrahibe bile olsa- yukanda anlattığımız gibi yüzünü kapamak zorundadır. Bu durumda, ağzından başka bir yerinin görünmemesi gerekir.
Yabancılarla ancak başrahibe konuşabilir. Ötekiler sadece en yakın akrabalannı görebilirler. Bu izin de nadiren verilir. Örneğin dışandan gelen biri, eskiden tanıyıp dost olduğu bir rahibe ile konuşmak isterse izin almak için uzun süre uğraşmak zorundadır. Bu, bir kadınsa izin verilmesi az da olsa mümkündür. Rahibe konuşma odasına gelince kepenklerin arkasına geçip oturur ve bu kepenkler nadiren açılır. Bu izin de, ancak bir ana ya da bir kız kardeş için verilir. Sanı-nm erkeklere izin verilmediğini söylemeye bile gerek yok.
-297-
Martin Verga'nın daha da ağırlaştınlan, Saint Benedict kuralları işte böyledir.
Bu rahibelerin hayatı öteki tarikatlara mensup kadınlannki kadar neşeli, renkli ve eğlenceli değildir. Benizleri sapsarıdır. Hüzünlüdürler. 1825 ile 1830 yılları arasında bu rahibelerden üçü çıldırmıştır.
3. Katı Kurallar
İlk giren rahibeler iki yıl bekledikten sonra dört yıl acemi rahibelik yaparlar. Yirmi üç ya da yirmi dört yaşından önce tarikata girmek mümkün değildir. Martin Verga'nın Ber-nardine-Benediktenleri aralarına dul kabul etmezler. Hücrelerinde, kimsenin bilmediği ve kimseye söylemedikleri cezalar vererek kendilerini terbiye ederler. Yeni rahibelerden birinin asıl rahibe olacağı gün, kendisine çok güzel pembe elbiseler giydirilir. Saçları parlatılarak düzeltilir. Sonra yeni rahibe yere yatar, üzerine kara bir örtü atılır ve ölüm ayini yapılır. Ayin sırasında rahibeler iki sıra olurlar. Sıralardan her biri yerde yatan yeni rahibenin yanından geçerek: "Kardeşimiz öldü," derler. Öteki sıra cevap verir: "İsa'da yaşıyor." Bu hikâyenin olup bittiği sırada manastıra bağlı bir okul vardı. Soylu kızlara ait özel bir okuldu. Öğrencilerin çoğu zengindi. Aralarında Matmazel de Sainte-Aulaire ve Matmazel de Belissen ile ünlü bir Katolik ismi olan Talbot adında genç bir İngiliz kızı vardı. Dört duvar arasında rahibeler tarafından yetiştirilen bu genç kızlar dünyadan ve içinde yaşadıkları çağdan korkarak büyüyorlardı.
-298-
Bunlardan biri bize şöyle demişti: "Sokağın taşlarını görmek içimi titretiyordu." Mavi bir elbise beyaz bir başlık giyer, göğüslerinde bakırdan ya da gümüşten bir Saint-Esprit haçı taşırlardı. Bazı büyük yortu günlerinde, özellikle Sainte-Marthe yortusunda onlara, büyük bir lütuf olarak rahibe gibi giyinip bütün gün ayinlere katılma iznini verirlerdi. Rahibeler ilk zamanlarda onlara ödünç olarak kendi siyah elbiselerini veriyorlardı. Sonra bunun yanlış olduğu düşünüldü ve başrahibe yasakladı. Bu ödünç verme, ancak yeni rahibelere tanınan bir hak oldu. Bu tür âdetlerin manastırdaki öğrencileri rahibe olmaya teş-vik etmek için yapıldığı belliydi. Oysa, bunun farkında bile olmayan çocuklar için kendilerine rahibe elbisesi verilip ayinlere katılmak gerçek bir mutluluk nedeniydi. Kısacası bundan memnundular. Bu, yeni bir şeydi, bir değişiklikti Zaten saatlerce bir kürsünün önünde ayakta durup dua etmekten büyük bir sevinç duymak o saf, tertemiz çocukluk dönemine ait bir duygudur. Bunu biz büyükler pek anlamayız.
Öğrenciler katı kurallar kadar bütün manastır âdetlerine boyun eğmek zorundaydılar. Bu manastırda yetişmiş, ama oradan çıkalı yıllar geçmiş evli bir kadın, kapısının her vuruluşunda, hemen, "daima" demekten kendini alamazdı. Rahibeler gibi, öğrenciler de anababalarını sadece konuşma odasında görebiliyorlardı. Anneleri bile onlara sarılıp öpme iznini alamıyordu. Bu katı tutumların ne derece ileri gittiğini göstermek için bir örnek
-299-
verelim: Bir gün, annesiyle üç yaşındaki küçük kardeşi genç bir kızı ziyarete geldiler. Küçük kardeşini özleyen genç kız onu kucaklamak istiyordu. Ama bu imkânsızdı. Hiç olmazsa öpmesi için, küçük kardeşinin elini demir parmaklıkların arasından geçirmesine izin verilmesi için yalvardı. Ama bu istek sanki korkunç bir istekmiş gibi reddedildi.
4. Sevinçler
Bu genç kızlar bu hüzünlü ve kasvetli manastırı tatlı anılarla doldurmaktan geri kalmıyorlardı.
Bazı saatlerde, bu dört duvar arasında çocukluğun neşesi parıldardı. Dinlenme zili çaldıktan sonra bir kapının menteşeleri hareket eder; açılır ve kuşlar: "Çok iyi! İşte çocuklar!" derlerdi. Bir gençlik kasırgası, üzerinde yürü-ye yürüye haça benzemiş bu bahçeyi bir kefen gibi sarardı. Aydınlık yüzler, bembeyaz alınlar, neşe ışığıyla parlayan saf gözler, çeşitli gün doğumları bu karanlık yerde sökmeye başlardı. Dualardan, çanların çalmasından, ayinlerden sonra birden küçük kızların bir an vızıltısı kadar tatlı gürültüleri duyulurdu. Bir neşe kovanı açılır, herkes kendi balını getirirdi. Oynar, birbirlerine seslenir, ko-şuşurlardı. Küçücük beyaz dişler köşelerde çıtır çıtır gevezelik eder, uzakta duran rahibeler onları gözetlerdi. Sanki karanlıklar, ışıkları gözlüyorlardı. Ama ne önemi var ki? Hiç aldırış etmeden gülüp oynuyordu çocuklar. Şu asık suratlı dört duvar arasının da neşeli anları vardı. Duvarlar sanki bu neşenin yansı-
-300-
masıyla beyazlaşmış gibi, bu canlılık kasırgasına bakakalıyorlardı. Bu bağırışlar bir matemin içine yağan gül yağmuruydu sanki. Rahibelerin bakışları altında kızlar neşe içinde oynaşıp duruyorlardı; günahsızlığın bakışı, masumiyeti rahatsız etmez. Bu çocuklar sayesinde, katı kurallarla dolu saatlerin arasına saflıkla dolu anlar katılmıştı. Küçükler sıçrıyor, büyükler dans ediyordu. Bu taze ruhlar kadar güzel hiçbir şey yoktur yeryüzünde.
Sanki oraya Perrault ile birlikte gülmek için Homer gelmişti. Bu karanlık bahçede destandakilerden masallardakilere kadar, saraydakilerden izbe kulübelerdekine kadar Hecube'den Büyükanne'ye* bütün nineleri güldürmeye yetecek kadar gençlik, sağlık, gürültü, mutluluk ve insanı şaşırtan birçok şey vardı.
O son derece zarif ve hayal dolu bir gülüşle insanı güldüren çocuk sözleri belki her yerden çok, burada söylenmiştir. Bu mezar gibi dört duvann arasında bir gün, beş yaşında bir çocuk şöyle haykırmıştı: "Anneciğim, büyük bir kız bana, burada ancak dokuz yıl altı ay kalacağımı söyledi. O kadar mutluyum ki!.."
Şu hatırlatmaya değer olan konuşma da orada geçmiştir:
Bir rahibe ağlayan bir küçüğe: "Niye ağlıyorsunuz yavrum?" diye sorar. Altı yaşındaki çocuk hıçkırarak: "Alix'e Fransa tarihini bildiğimi söyledim. O, bilmiyorsun dedi, oysa biliyorum." Dokuz yaşındaki Alix:
* Bazı masal kahramanları.
-301-
"Hayır, bilmiyor işte." Rahibe: "Nerden biliyorsun yavrum?" Alix: "Kitabın herhangi bir sayfasını açıp, orada bulunan bir soruyu sormamı istedi benden. Bileceğini söyledi." "Peki ne oldu?" "Cevap veremedi." "Peki ne sordun ona?" "Söylediği gibi kitabı rastgele açtım ve ilk bulduğum soruyu sordum." "Bu soru neydi?" "Şuydu: 'Daha sonra ne oldu?'" Şu derin gözlem ise, okuldaki yatılı bir bayana ait olan obur bir papağana yönelikti; "Ne kadar ince değil mi; turtasını, bir Leydi gibi üzerinden yiyor."
Yine bu manastırın duvarlarının birine, yedi yaşındaki bir günahkâr tarafından unutulmaması için yazılmış şu cümleler okunuyordu:
Tanrım, kendimi, hırslı ve açgözlü olmakla suçlu ilan ediyorum.'
Tanrım, kendimi zina işlemiş olmakla suçlu ilan ediyorum.'
Tanrım, kendimi, gözlerimi erkeklere çevirmekle itham ediyorum.'
Yine bu manastırın çimenli bahçesinde yedi yaşında bir kız gül pembe ağzından, dört buçuk yaşlarında mavi gözlü bir arkadaşına şu hikâyeyi anlatmıştı:
"Baştan başa çiçek dolu bir ülkede yaşayan üç piliç vardı. Piliçler çiçekleri toplayıp ceplerine koydular. Ardından yaprakları toplayıp oyuncaklarının arasına koydular. Bu
-302-
ülkede ormanlarda yaşayan bir de kurt vardı. Bir gün bu kurt, küçük piliçleri yedi."
Bu şiir de Picpus Manastın'nda yazılmıştır:
Bir sopa indi pat diye
Soytarı vurdu onu kediye
İyi gelmedi ona bu, canını yaktı
Bir hanım da soytarıyı hapse attı.
Aşağıdaki tatlı ve yürek burkan sözleri söyleyen, tarikatın hayırseverlik faaliyetleri bağlamında alıp büyüttüğü kimsesiz bir küçüktü. Diğer çocukların annelerinden söz açtıklarını duyunca orada bulunan bir rahibeye şöyle demişti:
"Bana gelince, ben doğduğumda annem orada değildi."
Koridorlarda sürekli acele koşuştururken görülen ve elinde bir yığın anahtar bulunan bir rahibe vardı. Adı Agathe'ydi. On yaşından büyük olan kızlar ona, Agathocles adını takmışlardı.
Büyük ve dört köşe bir oda olan yemekhane, bahçe seviyesinde olan bir delikten başka hiçbir yerden ışık almıyordu. İçerisi adamakıllı karanlık ve rutubetliydi. Çocukların dediği gibi: Böcek kaynıyordu. Çevredeki bütün odalardan, boşluklardan ne kadar böcek varsa oraya akıyordu. Kızlar, yemekhanenin her köşesine, böcekleri göz önünde tutarak ayrı bir ad takmışlardı: Örümcekler köşesi, salyangozlar köşesi, karafatmalar köşesi ve ağustosböcekleri köşesi. Ağustosböcekleri köşesi mutfağın yakınındaydı ve öğrenciler orasını güzel bir yer olarak görüyorlardı, çünkü en az soğuk olan köşe burasıydı. Bu isimler,
-303-
yemekhaneden okula geçmiş ve bir öğrenci, hangi köşede oturuyorsa o köşenin adıyla adlandırılmıştı. Eski Mazarin Kolej i'nde de böyleydi. Bir gün başpiskopos manastırı ziyarete gelmişti. Girdiği sınıflardan birinin kapısı açılınca içeriye peri kadar güzel, san saçlı küçük bir kız girdi. Piskopos, taze yanaklı esmer güzeli bir başka öğrenciye sordu: "Kim bu kızcağız?" "Bu bir örümcek efendim." "Yok canım, peki şuradaki?" "O da bir cırcırböceği." "Peki ya şu?" "O bir tırtıl."
"Demek öyle! Peki ya sen?" "Ben bir tesbihböceğiyim, efendim." Bu çeşit manastırlann hepsinin kendilerine özgü yanlan vardır. Bu yüzyılın başında, böyle katı disiplinli yerlerden biri de Ecoou-en'dı. Karanlığında bir yığın genç kız yetiştirmiş katı kuralları olan, ama incelik dolu bir yerdi. Kutsal ayinler sırasında bu manastırda kızlar ikiye ayrılır, bunlardan bir gruba 'bakireler' ötekilere 'çiçekler' denirdi. Bu arada bazıları da bir kordon taşır ve diğerleri ellerindeki buhurdanla kutsal eşyayı kokulara boğarlardı. Çiçekler, çiçekçilere sağ taraftan verilir, en
önde dört bakire yürürdü. Bu tür ayinlerin olduğu sabahlar, yatakhanede şu gibi konuşmalar geçerdi: "Kim bakire?"
Madam Campan, yedi yaşındaki bir küçüğün, on altı yaşındaki bir büyüğe şöyle dediğini duymuştu:
-304-
"Sen bakiresin, oysa ben değilim." Büyük, 'bakire' seçildiği için en önde gidiyor, küçük ise arkada yürüyordu.
5. Eğlenceler
Yemekhane kapısının üzerinde kalın, kara harflerle, the white paternoster* denilen ve insanı doğrudan doğruya cennete götürdüğü söylenen bir dua yazılıydı:
"Ben, Tann'nın yaptığı; Tann'nın dediği; Tann'nın cennete soktuğu küçük beyaz paternoster, gece uyumaya hazırlanırken yatağımda yatan üç melek buldum: Biri yatağın ayak tarafında, öteki başucundaydı. İyi kalpli Bakire Meryem de ortadaydı. Meryem bana yatmamı, hiçbir şeyden korkmamamı söyledi. Tann benim babam, Meryem de anamdır. Üç havari erkek kardeşim, üç bakire de kız kardeşimdir. Tann'nın içine doğduğu gömlek, vücudumu sanyor, Aziz Marguerite'in haçı göğsüme işlenmiştir. Kutsal Bakire çayırlardan geçip gidiyor; Tann için gözyaşı dökerek; Aziz Mösyö Yahya'ya rastladı: Ona, 'Yahya Efendi, nereden geliyorsun?' diye sordu. 'Ave Salus'ten geliyorum,' diye cevap verdi Yahya. Tann orada mıydı acaba, belki görmüşsü-nüzdür.' 'Tanrı çarmıh ağacına gerilmiş, ayaklan sallanıyor; başında beyaz dikenden yapılmış küçük bir şapka var, elleri çivilenmiş.' Bu duayı üç defa sabah, akşam okuyan sonunda cennetin yolunu tutar."
1827 yılında bu karakteristik dua üç kat duvar kâğıdının altında kaybolmuştu. Bugün
* İsa'ya ait ünlü Latince bir dua. -305-
de, o zamanlar küçük kız, şimdi yaşlı kadınlar olan birkaç kişinin hafızasından silinip gitmek üzeredir.
Duvara asılı olan büyük bir haç bu yemekhanenin dekorasyonunu tamamlıyordu ve yemekhanenin tek kapısı daha önce de söylediğimizi sandığımız gibi bahçeye açılıyordu. Kenarında iki sıra bulunan uzun, daracık iki masa yemekhanenin bir ucundan öbür ucuna uzanıyordu. Duvarlar beyaz, masalar kapkaraydı. Zaten manastırlarda bu iki matem renginden başkası görülmez. Yemekler pek iyi değildi, çocuklar da bir tür perhiz yapıyorlardı. Sebze ya da tuzlu balık ve etle karıştırılmış bir tabak yemek bütün lüksü oluşturuyordu. Sadece öğrencilere ait olan bu yemek, bir ayrıcalıktı. Çocuklar o haftaki nöbetçi rahibenin gözeten bakışları altında sessizce yemeklerini yer; ara sıra bir sinek uçacak ya da kurallara aykırı olarak vızıldayacak kadar asileşirse, rahibe tahta bir kitabı gürültüyle açıp kapardı. Bu sessizlik, yemekhanenin bir köşesine çarmıha gerilmiş İsa tasvirinin altına konmuş kürsünün üzerinde azizlerin hayatlarıyla ilgili hikâyeler okunurken bozulurdu. Okuyan, o hafta için seçilmiş büyük bir öğrenci olurdu. Örtüsüz masaların üzerine uzun aralıklarla, içinde öğrencilerin kendi bulaşıklarını yıkadıkları büyük toprak kaplar konmuştu. Bazen de yiyemeyecekleri kadar sert bir et parçasını ya da kokmuş bir balığı bu kaplara koydukları oluyor, ama bu davranış hemen cezalandırılıyordu. Bu kaplara su çanakları deniyordu.
-306-
Sessizliği bozup gevezelik eden çocuk, diliyle haç çıkarmak zorundaydı. Bu haçı nereye yapıyordu diyeceksiniz: Yere... Kız yeri yalardı. Bütün neşelerin sonu olan yerdeki toz, cezaya çarpılan bu gül yaprağını andıran çocuklara ıstırap ve acı vermek için yapılmıştı sanki.
Manastırda tek bir kopyası bulunan ve okunması yasak olan bir kitap vardı: Bu, Aziz Benedict kurallarının kitabıydı. Nemo regu-las, seu constitutiones nostras, externis com-municabit.
Bir gün öğrenciler bu kitabı ele geçirmeyi başardılar ve büyük bir açlıkla okumaya koyuldular. Arada bir yakalanacaklarını düşünüp dehşete düşüyor ve telaşla kapatıyorlardı. Bu büyük tehlikeye karşılık, büyük bir zevk alamadılar. Kitapta anlamadıkları ve delikanlıların günahları ile ilgili birkaç bölüm okumuşlardı. Bu konular biricik ilgi çekici bölümlerdi.
Öğrenci kızlar bahçede bir iki cılız meyve ağacının çevrelediği küçük bir yolda oynarlardı. Rüzgâr ağaçlan sarsarak yeşil bir elma, çürümüş bir kayısı ya da kurtlu bir armut düşürdüğü zaman büyük cezalara çarpılacaklarını bile bile onu gizlice alıp saklıyorlardı.
Şimdi size önümde duran bir mektubu aynen okutacağım. Bu mektup yirmi beş yıl önce, o zamanlar Picpus Okulu'nda öğrenci olan ve bugün Paris'in en zarif kadınlarından biri sayılan düşes de... tarafından yazılmıştır: "Birisi, bir elma ya da armut bulduğunda, onu gözü gibi saklar. Yemeği beklerken, ya-
-307-
takhaneye çıkıp yatakların üzeri düzeltildiği sırada, bu meyveler yatağın altına saklanır. Sonra geceleri yatmaya gidilince yatakta yenir. Bu yapılamazsa daha başka yerde de yemeğe çalışılır."
Öğrencilerin en büyük zevklerinden biri de işte buydu.
Yine piskoposun ziyarete geldiği günlerden birinde, genç kızlardan Matmazel Bouchard arkadaşlarıyla, piskopostan bir gün izin koparmayı başarabileceği konusunda iddiaya girdi. Böyle bir girişim, bu kadar katı kuralları olan bir manastırda hiç işitilmemişti. Arkadaşları bahse girdiler, ama hiçbiri iddianın yerine getirileceğine
inanmıyordu. Piskopos tam kızların önünden geçerken, arkadaşları korku içinde, Matmazel Bouchard'ın sıradan çıkıp piskoposa hitap ederek, "Lütfen bir gün izin istiyorum," dediğini duydular. Matmazel Bouchard, dünyanın en güzel yüz ifadesine sahip pespembe bir genç kızdı.
Piskopos Quelen gülerek, "Ne demek bir gün, yavrum. İsterseniz size üç gün izin veriyorum," dedi. Başrahibe hiçbir şey yapamazdı, çünkü izni veren piskopostu. Bu, manastır için bir skandaldi. Ama öğrenciler sevinçlerinden yerlerinde duramıyorlardı. Olayın yaptığı etkiyi hayal etmeye çalışın.
Ne var ki bu manastır dış dünyanın ihtiraslarının, dram ve romanlarının içeri giremeyeceği kadar kapalı bir yer değildi. Bunu göstermek için, size anlattığımız hikâye ile doğrudan doğruya bir ilgisi bulunmayan yaşanmış bir olayı kısaca anlatayım. Okurun
-308-
manasür hakkında tam bir fikir edinebilmesi için anlatılması gerekiyor:
O sıralarda, manastırda rahibe olmayan ama kendisine büyük bir saygı gösterilen Al-bertine adında esrarengiz bir kadın vardı. Kendisi hakkında bilinen tek şey, deli olduğu ve manastırın dışındaki dünyada ölü olduğunun sanıldığıydı. Bunun altında, önemli bir evliliğe bağlı servet pazarlıklarının söz konusu olduğundan söz ediliyordu.
Ancak otuz yaşlarında olan bu esmer kadının epeyce güzel olduğu belli oluyordu. Kocaman siyah gözleriyle durmadan etrafına bakıyordu. Görüyor muydu? Orası şüpheliydi. Acaba yürüyor muyduk Herkes şüphe ediyordu bundan. Sanki yürümüyor, kayıyordu. Kimseyle konuşmazdı. Nefes aldığından bile şüphe ediliyordu. Burun delikleri sanki son nefesini biraz önce vermiş gibi, titrek ve siyahtı. Eline dokunan, bir kar yığınına dokunduğunu sanırdı. Tuhaf bir inceliği vardı; girdiği yere buz gibi bir hava getiriyordu.
Bir gün, onun geçtiğini gören rahibelerden biri, ötekine, "Bu kadını ölü sanıyorlarmış," dedi.
Öteki cevap verdi: "Belki de öyledir." Madam Albertine hakkında yüzlerce hikâye uyduruluyordu. Yatılı öğrencilerin merakına engel olunamaz. Manastırın kilisesinde öküzgözü denilen bir bölüm vardı. Madam Albertine, ayinlere, yuvarlak penceresinden ötürü öküzgözü denen bu balkon gibi yüksek yerden oturarak katılırdı. Oradan ayini idare edenler görülebiliyordu. Albertine daima yal-
-309-
nız olarak oturur, ayini yöneten vaizi ya da rahibi oradan izlerdi. Burası rahibelere yasaktı. Bir gün, genç ve sosyal statüsü yüksek bir rahip vaaz veriyordu. Bu kişi, Fransa ayan meclisi üyesi, 1815'te kırmızı silahşörler subaylarından olan ve 1830'larda Besançon kardinali olarak ölen Dük Rohan'dı ve bu manastırda ilk defa vaaz veriyordu. Ayinler, dualar ve vaazlar sırasında hareket etmeyen ve hiç sesini çıkarmayan Madam Albertine, bu defa, Dük Rohan'ı görünce birden ayağa kalkarak: "Aa! Auguste!.." diye haykırmış, kilisenin sessiz ortamında bu ses tuhaf bir etki yaratmıştı. Bütün cemaat şaşkınlık içinde başını o yana çevirdi, vaiz gözlerini kaldırıp baktı. Ama Madam Albertine eski hareketsizlik ve sessizliğine yeniden dönmüştü. Bu buz tutmuş ve sönmüş varlığın önünden, bir an için dış dünyaya ait bir soluk, hayatla ilgili bir ışık geçip gitmişti sanki. Sonra her şey kaybolmuş, deli kadın yeniden bir ölü haline girmişti.
Ama bu iki kelime, manastırdaki dedikoducuların diline düşmüş, üzerinde uzun uzun konuşulmuştu. Bu, "Aa! Auguste!" sözünde ne sırlar gizliydi kim bilir. Dük Rohan gerçekten Auguste'ün ta kendisiydi. Dük Rohan'ı tanıdığına ve kendisine bu kadar samimi bir şekilde hitap edebileceğine göre herhalde Madam Albertine de yüksek bir aileye mensuptu. Aralarında bir ilişki de vardı şüphesiz. Belki de akrabaydılar. Her ne olursa olsun, Dük Rohan'ın küçük ismini bildiğine göre aralarındaki ilişki pek yakın olmalıydı. Oldukça sert olan iki düşes Madam de Choise-
-310-
ul ile Madam de Serent bu küçük dini topluluğu sık sık ziyarete gelirdi. Magnates mulie-res imtiyazıyla içeri girmekte ve yatılı okulda büyük bir korku yaratmaktaydılar. Bu iki hanımefendi geçerken zavallı kızların hepsi tir tir titrer, gözlerini öne eğerlerdi.
Öte taraftan Dük Rohan farkında olmaksızın öğrencilerin de dikkatini üstüne çekiyordu. O zamanlar Paris Piskoposu yardımcılığına getirilmiş ve Picpus'a gelip ayinlerde ilahi söylemeyi âdet edinmişti. Aralarındaki şayak perde yüzünden öğrencilerden hiçbiri onu göremiyor, ama yumuşak ve tatlı sesini tanımakta güçlük çekmiyorlardı. Daha önce silahşor olarak kralın maiyetinde bulunmuştu. Giyim kuşamına çok düşkün olduğu, güzel kahverengi saçlarını özenle taradığı, güzel siyah bir kuşak taktığı ve cüppesinin çok güzel olduğu söyleniyordu. Bu gibi detayların on altı yaşındaki genç kızların hayal dünyasını nasıl işgal ettiğini bilirsiniz.
Manastırın içine dışarıdan hiçbir gürültü girmezdi. Ama, yılların birinde, bir flüt sesi duyulur olmuştu. Bu, o zamanki öğrencilerin bugün bile hatırladıkları bir olaydır.
Yakınlarda çalınan bir flüttü. Onu çalan, sürekli aynı parçayı tekrarlıyordu. Bugün unutulmuş eski bir parça: 'Benim Zatulbem, gel kalbimin sahibi ol!' Flüt sesi günde bir ya da iki defa duyuluyordu. Genç kızlar, bu sesi saatlerce dinliyor yine de bıkmıyorlardı. Rahibeler ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Kafalarını çalıştırıyor, hiç durmadan cezalar verip etrafa duman attırıyorlardı. Bu durum birkaç
-311-
¦mm
ay sürdü. Öğrencilerin hepsi bu meçhul müzisyene âşık olmuşlardı. Her biri, kendini bir Zatulbe olarak görüyordu. Ses, Droit-Mur Sokağı tarafından geliyordu. Bu adamı bir an için görmek adına yeryüzünde yapamayacakları fedakârlık yoktu. Bu kadar güzel flüt çalan ve bütün kalpleri yerinden oynatan bu adam uğruna her tehlikeyi göze almaya, her şeyi denemeye hazırdılar. Bazıları dışarı çıkmayı başarıp Droit-Mur Sokağı tarafındaki üçüncü kata kadar ulaşmış ama hiçbir şey görememişlerdi. Hatta biri, elini parmaklıkların arasından sokup beyaz bir mendili sallamaya bile çalışmıştı. İçlerinden ikisi, hepsinden daha cesaretli çıkıp bir yolunu bulmuş ve dama kadar tırmanmayı başarmış, kendilerini tehlikeye atıp en sonunda adamı görmüşlerdi. Flüt çalan, bir tavan arasında oturan yaşlı, iflas etmiş, kör bir sığınmacıydı. Sıkıntısını dağıtmak için çalıyordu.
6. Küçük Manastır
Küçük Picpus'ta bulunan bu bina bağımsız üç ayrı bölümden oluşmuştu: Rahibelerin bulunduğu büyük manastır, öğrencilerin bulunduğu yatılı okul ve bir de küçük manastır. Bu küçük manastır, devrim sırasında yıkılmış manastırlardan gelen çeşitli tarikatlara mensup rahibelerin birlikte ibadet ettikleri, kendine ait bir bahçesi olan bir binaydı. Karmakarışık, beyazın, grinin ve siyahın bütün tonlarının ve bütün tarikat çeşitlerinin topluluğuydu burası. Hani şu iki sözcük bir araya getirilebilirse burası bir cümbüş manastırıydı.
-312-
İmparatorluğun ilanından beri sefalete düşmüş ve ortada kalmış olan rahibelere Bernardin-Benediktenlerin kanatlan altına sığınma izni verilmişti. Devlet, kendilerine küçük bir yardım yapıyordu. Picpus rahibeleri sığınan rahibeleri karşılamak için telaşa düşmüşlerdi. Acayip bir kargaşaydı bu. Herkes kendi bildiğine göre hareket ediyordu. Ara sıra öğrencilere, gidip onları ziyaret etme izni veriliyordu. Bu durum nedeniyle öğrenciler birçok rahibeyle tanışma fırsatı bulmuşlardı. Bunların arasında, Sainte Bazile Ana, Sainte Scolastique Ana ve Jacop Ana, öğrencilerin anılarından silinmemiştir.
Bu sığınmacı rahibelerden biri odasından hiç çıkmazdı, Saint-Aure tarikatının tek temsilcisiydi. Saint-Aure tarikatına mensup rahibelerin manastın, XVIII. yüzyılın başında, sözünü ettiğimiz Picpus Manastın'nda bulunuyordu. Bu manastır, Martin-Verga'nın Bene-diktenlerine sonradan geçmişti. Tarikatının beyaz bir elbiseyle al şaldan oluşan şahane elbisesini giyemeyecek kadar fakir olan bu rahibe, oyuncak bebek yapmış, bu kıyafeti dini bir huşu içinde o bebeğe giydirmişti. Bunu herkese derin bir tatminle gösteriyordu. Öldüğü zaman bu bebeği manastıra bıraktı. 1824'te bu tarikattan ancak bir tek rahibe kalmıştı, bugün ise sadece manken-bebek kalmıştır.
Bu değerli analardan başka, rahibe olmayan bazı kadınlar da Madam Albertine gibi başrahibeden manastırda kalabilme iznini almışlardı. Bunlann arasında, Madam de Bea-
-313-
ufort ve Markiz Dufresne de vardı. Kadınlardan bir başkası da burnunu silerken çıkardığı korkunç gürültüyle tanınmıştı. Ona Madam Vacarminı adını takmışlardı.
1820 ya da 1821 yıllarına doğru, bir dergi çıkaran Madam de Genlis manastıra girmek istediğini bildirmişti. Dük de Orleans aracı olmuştu. Rahibeleri bir korkudur aldı. Madam Genlis romanlar yazmış bir kadındı. Ama o, bu romanlarından nefret ettiğini, o zamandan bu yana çok değiştiğini ve koyu dindarlık dönemine girdiğini söylüyordu. Tanrı'nın ve dükün yardımıyla, manastıra girmeyi başardı. Bahçede gölgelik bir yer olmadığını bahane ederek, yedi sekiz ay sonra manastırdan ayrıldı. Rahibeler buna çok sevindiler. Çünkü yaşlı olmasına rağmen, Madam Genlis oldukça güzel harp çalıyordu.
Gittiği zaman hücresine işaretini bırakmaktan geri kalmadı. Madam Genlis, Latin dili ve edebiyatında üstattı, üstelik batıl inanışları vardı. Bu iki kelime onun hakkında yeterli derecede bilgi verir sanırım. Daha birkaç yıl öncesine kadar, içinde parasını ve mücevherlerini sakladığı dolap kapısının içine yapıştırılmış san kâğıt üzerine kırmızı mürekkep kullanarak yazdığı Latince bir şiiri okumak mümkündü. Kadına kalacak olursa bu şiirin özelliği hırsızlan başansızlığa uğra tmakmış.
Şiir VI. yüzyıl Latincesiyle yazılmıştı ve İsa'nm çarmıha gerildiği Golotha dağındaki
Fransız Vacarme sözcüğü gürültü patırtı anlamına gelmektedir. Burada bir sözcük oyunu yapılıyor.
-314-
i
iki hırsızın adlarının Dimas ve Gestas mı yoksa, Dismas ve Gesmas mı olduğu sorusunu ele alıyordu. Eğer bu ad Gesmas ise, geçen yüzyılda, Vikont de Gestas'ın bu hırsızın soyundan geldiğine ait iddialar asılsızdı.
Yukanda sözü geçen üç binanın tam ortasında bulunan kilise; büyük manastır, küçük manastır ve okulun ortak kullandığı ibadet yeriydi. Yola açılan bir kapı aracılığıyla içeriye halk bile kabul ediliyordu. Ama büyük binanın içinde bulunanlar kilisede oldukları zaman dışardan girenleri görmemeleri için ne gerekirse yapılmıştı. Kilisede koronun olduğu yer başka kiliselerde olduğu gibi mihrabın arkasında değil, ayini yöneten papazın sağ tarafında uzanan bir mahzen ya da zindan gibi bir yerdi. Daha önce sözünü ettiğimiz yedi ayak yüksekliğindeki perde
burayı öteki taraflardan ayınyordu. Bu perdenin ardında, tahta sıralara oturmuş rahibeler, sol tarafta öğrenciler, sağ tarafta tövbekarlar ve dipte yeniler yer alırlardı. Koro yeri denilen bu mağara, bir koridorla manastınn bulunduğu binaya bitişikti. Kiliseye ışık bahçeden geliyordu. Sessizlik gereken ayinlere katıldıklarında halk onlann varlığından, oturup kalktıktan zaman ses çıkaran sıralann gürültüsünden haberdar olabiliyordu.
7. Bu Karanlıktan Birkaç Siluet
1819'dan 1825'e kadar altı yıl boyunca Picpus'un başrahibesi Matmazel de Bleme-ur'du. Dini unvanı: Masum Ana'ydı.
Saint Benoit Tarikatına Mensup Azizlerin
-315-
Hayatı adındaki kitabın yazan Marguerite de Blemeur'ün ailesinden geliyordu. Altmış yaşlarında, kısa boylu toplu bir kadındı. Az önce sözünü ettiğimiz mektup onun, 'çatlak zurna gibi' şarkı söylemekten başka bir kusuru olmadığını yazıyor. Bütün manastır, oradaki tek neşeli insan olan bu kadına sevgi ve hayranlık duyardı.
Masum Ana da, ata soyu olan Marguerite gibi bilime düşkündü. Çok okumuş, Latince'yi yutmuştu. Tarih konularında derin bir bilgisi vardı. Yunanca ve İbranice bilirdi. Bir Benedict rahibesinden çok, bir Benedict rahibiydi.
Başrahibe yardımcısı yaşlı bir İspanyol'du. İsmi Cineres Ana'ydı. Gözleri hemen hemen hiç görmüyordu.
Seçici rahibelerin arasında en önemlileri para işlerine bakan Sainte-Honorine Ana'ydı. Sainte-Gertrude yeni rahibelere bakardı. Sa-inte-Ange sağlık işleriyle ilgilenirdi; manastırdaki tek kötü kalpli rahibe de oydu. Sainte Mechtilde çok gençti ve sesi çok güzeldi. Presentation Ana 1847'de başrahibe olmuş, bu rahibelerden ikisi, Sainte-Celigne ve Sainte-Chantal ise delirmişlerdi.
Bir de en güzelleri arasında, yirmi üç yaşında sevimli bir genç kız vardı. Bu genç rahibe, Bourbon Adası'ndan Şövalye Roze'un torunlarındandı.
Şarkı ve korodan sorumlu olan Sainte-Mechtilde Ana, öğrencilere gönül rızasıyla şarkı söyletiyordu. Her yaştan bir çocuk alır, onları boy sırasıyla, yan yana dizip ayakta şarkı söyletirdi. Adeta, genç kızlardan oluşan
-316-
bir kaval, meleklerden yapılmış canlı bir flüt görüntüsü veriyordu bu.
Tövbekar rahibeler arasında öğrencilerin en fazla sevdikleri Sainte-Euphrasie Ana'ydı. Sainte-Marguerite Ana'yı da seviyorlardı. Bir de kocaman burnuyla kendilerini güldüren Sainte-Michel Ana. Bu kadınların hepsi çocuklara karşı müşfik davranıyorlardı. Ancak kendilerine karşı serttiler. Ateş, sadece okulda yakılıyordu ve okulun yemekleri manastı-nnkilere göre çok iyiydi. Her yönden çocuklarla ilgileniyorlardı. Ne var ki, bir rahibenin yanından geçen çocuk onunla konuşmak isterse rahibe ona asla cevap vermiyordu.
Bu sessizliğin sonucu olarak, konuşma becerisi manastırda insanlardan alınıp, cansız eşyaya aktarılmıştı. Ya çınar ya da bahçıvanın çıngırağıydı artık konuşanlar. İç kapıdaki rahibelerin yanı başında duran tiz sesli ve bütün binadan duyulan zil, bir tür sesli telgraf denebilecek çalışlarla buradaki hayata ait yapılacak işleri haber verir; gerektiğinde içeridekilerden birini görüşmeye çağırırdı. Yapılacak her iş için başka bir zil sesi vardı. Orada yaşayanları çağırmak için de böyleydi. Örneğin başrahibeyi çağıran zil iki, başrahibe yardımcısını çağıran üç defa çalıyordu. Sınıfa girme zili altıydı. Bu yüzden öğrenciler, sınıfa girmek değil, altıya girmek diyorlardı. Dört defa çalan zil Madam de Genlis'in ziliydi. On dokuz vuruş, büyük bir olayın olduğunu gösterirdi. Bu, dış kapının açıldığına işaretti. Üstü kilitlerle dolu bu korkunç kapı ancak piskopos geldiği zaman açılırdı.
-317-
Piskopos ile bahçıvan hariç, manastıra hiçbir erkeğin girmemiş olduğunu söylemiştik. Öğrencilerin gördüğü iki erkek daha vardı: Biri, koroda bir kafes ardından seyretme imkânını buldukları manastırın özel rahibi ihtiyar ve çirkin Rahip Banes, öteki de, resim hocası Mösyö Ansiaux. Yukarda sözü geçen mektup, ondan "Mösyö Anciot, o korkunç ve yaşlı kambur" olarak söz ediyordu.
8. Post Çorda Lapides*
Manastırın manevi yüzünü kabataslak çizdikten sonra, maddi yönünü de kısaca ele almak faydalı olacak. Okurların bu konularda zaten epey bilgisi bulunmaktadır.
Picpus-Saint-Antoine Manastın, Polonceau, Droit-Mur ve Küçük Picpus Sokağı ile eski şehir planlarında, Aumarais Sokağı diye adlandırılan sokağın meydana getirdiği dört köşeli alanı baştan başa kaplar. Bu sokaklar, sözü geçen alanı bir hendek gibi çepeçevre sarmaktadır.
Ana bina çeşitli yapılardan oluşuyor ve kuşbakışı bakıldığında toprağa yatırılmış bir darağacını andırıyordu. Darağacının uzun kolu Droit-Mur Sokağı'nın Polonceau Sokağı ile Küçük Picpus Sokağı arasında kalan kısmını boydan boya kaplıyordu. Darağacının kısa kolu, yüksek, gri renkli, demir parmaklıklı hüzünlü bir cepheydi, Picpus Sokağı'ndaki 62 numara, bu kolun son noktasıydı. Bu cephenin ortasında, örümceklerin ağ kurduğu toz ve külden beyazlaşmış alçak, eski bir kapı vardı.
Lat.: Kalpten sonra taşlar.
-318-
Bu kapı ancak pazar günleri bir iki saat kadar ve bir de ara sıra manastırdan bir rahibenin cenazesi çıktığı zaman açılırdı. Darağacının dirseğinde, kare şeklinde bir odada ayinler yapılırdı. Uzun kolda rahibelerin odaları, küçük kolda mutfakla, yemekhane ve kilise bulunuyordu. 62 numara ile kapalı olan Küçük Aumarais Sokağı'nın arasında yatılı okul yer almıştı. Dışardan görülmüyordu. Dörtgenin geri kalan kısmını Polonceau Sokağı'ndan çok, daha aşağı seviyede olan bahçe oluşturuyordu. Bu yüzden bahçe duvarları dışarıya oranla içeride çok daha yüksekti. Hafifçe tümsek olan bahçenin tam ortasındaki bir tepeciğin üstünde güzel bir çam ağacı vardı. Muntazam olmayan duvarlarla sona eren bahçe yollan, eşit uzunlukta değillerdi. Kenarlannda kısa boylu ağaçlar vardı. Büyük kavaklarla çevrili bir yol bahçenin ta dibindeydi ve Droit-Mur Sokağı'nın köşesinde bulunan yıkık manastırdan küçük manastır binasına doğru uzanıyordu. Küçük manastır Aumarais Sokağı'nın köşesin-deydi ve önünde küçük bahçe denilen bölüm yer almıştı.
Bütün bu söylediklerimize, bir avluyu, çeşitli dönemeçleri, hapishane duvarlan gibi duvarlan, uzayıp giden damlan ve Polonceau Sokağı'nın öbür tarafını pervazlayan evlerin damlannı da ilave etmek gerekir. Böylece bundan kırk beş yıl önce Bernardinlerin Küçük Picpus Manastın'nın nasıl bir yer olduğu hakkında tam bir fikir edinilebilir.
Öte yandan, bütün bu sokaklar Paris'in en eski sokaklanndandı. Droit-Mur ve Aumarais
-319-
isimleri çok eski isimlerdi. Sokaklar, isimlerinden de eskidirler. Aumarais Sokağı'na Maugo-ut Sokağı, Droit-Mur Sokağı'na Eglantiers Sokağı deniyordu. Çünkü insanlar taşlan yontmaya başlamadan, Tanrı yollan açmıştı.
9. Rahibe Başlığı Altında Bir Yüzyıl
Mademki Picpus Manastırı'nın eski durumuna ait ayrıntıları anlatıyoruz, mademki bu gözlerden uzak sığınma yuvasına bir pencere açıp burayı okurlarımıza tanıtma cüretini gösteriyoruz; o halde burasıyla ilgili bir başka olaydan söz açmamıza izin verilsin. Bu kitapla doğrudan doğruya ilgisi olmasa da manastırı daha iyi anlatması açısından, kendine özgü ilginç simaları bulunduğunu göstermek çok önemli ve yararlıdır.
Manastırda, Fontevrault Manastın'ndan gelmiş olan yüz yaşında bir rahibe vardı. Bu kadın devrimden önce, sosyetedeydi sürekli, XVI. Louis'nin Mühürdarı Mösyö de Miromes-nil'den söz ederdi hep ve bir de çok iyi tanıdığını söylediği Duplat adındaki bir başkanın hanımının ismini ağzından düşürmezdi.
Neden söz ederse etsin sözü döndürüp dolaştırıp mutlaka bu iki insana getirmekten büyük haz duyardı. Fontevrault'nun harikulade şehir gibi bir yer olduğunu ve içinde yollar bulunduğunu söylerdi.
Taşralı aksanıyla konuşuyor; bu da, kendisini dinleyen öğrencileri neşelendiriyordu. Her yıl tarikata olan bağlılığını göstermek için yemin ederek iman tazelerdi. Bu yemin sırasında o kadar komik sözler söylüyordu
-320-
ki, öğrenciler saklanarak gülmekten kendilerini alamıyorlardı. "Aziz Fransuva bunu Aziz Julien'e, Aziz Julien, Aziz Eusebe'ye, Aziz Eu-sebe Aziz Procope'a verdi. Ben de size veriyorum," derdi.
Bernardin rahiplerinin ne kadar cesur olduklarından ve silahşörlerden hiç de aşağı kalmadıklarından söz ederdi. Kadının kimliğinde bir yüzyıl konuşuyordu, ancak anlattıkları geçen yüzyılın hikâyeleriydi. Devrimden önceki âdetleri biliyordu. Bir mareşal, prens ya da dük geçtiği zaman, Champagne ve Bourgogne taraflarında, onlara dört çeşit şarap vermek adetmiş. Halk gösteriler yaptıktan sonra, gümüş kupalar içinde verilirmiş bu şaraplar. Birinci kupanın üstünde, maymun şarabı, ikincide aslan şarabı, üçüncüde koyun şarabı, dördüncüde domuz şarabı yazılıymış. Bu dört yazı, sarhoşluğun dört dönemini ifade edermiş. Birincisi neşelendiren sarhoşluk, ikincisi öfkelendiren, üçüncüsü ahmaklaştıran, dördüncüsü de saçmalatan sarhoşluk.
Daima kilitli duran aynalı bir dolapta canı gibi sevdiği bir şey saklıyordu; Fontevrault Manastırı'nın kuralları böyle bir şey yapmasına engel değildi. Sakladığı şeyi kimseye göstermek istemez, onu bakmak istediği zaman kendisini odasına kilitlerdi. Tarikatının kuralları buna da izin veriyordu. Koridorda birisinin ayak seslerini duyunca, yaşlı elleriyle dolabı mümkün olduğu kadar hızla kapatıyordu. Kendisine bundan söz açıldığı zaman, konuşmayı o kadar seven yaşlı kadın tek bir söz söylemiyordu. Onun bu sükûtu ve inatçılığı karşı-
-321-
sında en meraklı ve en dik kafalı insanlar bile pes demişlerdi. Manastırda canı sıkılan ve yapacak işi olmayanlar, yaşlı kadının bu esrarengiz eşyasını dillerine dolamışlardı. Bu kadar değerli ve esrarengiz eşya acaba neydi? Belki kutsal bir kitap, eşi bulunmaz bir teşbih... Belki de azizlere ait gerçek bir eşya. Herkes bir tahmin ileri sürüyordu. Yaşlı kadın ölür ölmez, gerekli sürenin geçmesini bile beklemeden hemen dolabı açtılar. Bu porselen bir tabaktı. Üzerinde, ellerindeki şırıngalarla, kaçışan melekleri kovalayan birtakım eczacı çıraklarının tasviri olan bir tabak. Kaçan melekler gülünçtüler. Sevimli, küçük aşk meleklerinden biri şişlenmişti bile. Kıssadan hisse: Karın ağrısı aşkı yener.
Bu yaşlı kadın, manastırın konuşma odasını çok hüzünlü bulduğu için, hiçbir ziyaretçiyi kabul etmezdi.
10. Aralıksız İbadetin Kaynağı
ha ölmüştü. Biri yirmi sekiz, öteki yirmi üç yaşındaydı. Bu zorluklar yüzünden manastır, kızlar okulunu kapatmak zorunda kalmıştı.
Bu olağandışı, meçhul, karanlık eve girmeden, bize eşlik edenlerin ve bazı kimselerin yararına, Jean Valjean'ın melankolik öyküsünü derleyenleri oraya sokup onlara kılavuzluk etmeden manastırın önünden geçip gidemezdik. İşte, bugün artık bu kadar yeni hissini veren o eski âdetlerle dolu manastıra girdik. Burası kapalı bir bahçeydi. Hortus conc-lusus. Bu garip, yalnız yerin en ince ayrıntılarını konuştuk, ama saygısızlık etmedik. Ayrıntıları açıklarken saygı duymak ne kadar mümkünse o kadar duyduk. Burayla ilgili her şeyi anladığımızı iddia etmiyoruz, ama hiçbir şeyi de küçümsemiyoruz. Her şeye rağmen celladını kutsayacak kadar ileri giden Joseph de Maistre'in Tann'ya şükredişinden de, çarmıha gerilen İsa ile alay eden Voltai-re'den de aynı derecede uzağız.
Yeri gelmişken Voltaire'in yanıldığını söylemeden geçmeyelim. Voltaire'in İsa'yı, Ca-las'ı savunduğu gibi savunması gerekirdi. İnsan üstü biçimlenmeleri inkâr edenler bile, İsa'nın öldürülmüş bir bilgin olduğunu kabul ederler.
On dokuzuncu yüzyılda dini düşüncede bir bunalım baş gösterdi ve bazı şeyleri artık kimse öğrenmek istemez oldu. Böyle bir durum faydasız değildir, ama öğrenilmeyen şeylerin yerine öğrenilmesi gereken yenilerinin konması gerekir. İnsan kalbinde boşluğa yer yoktur. Kimi biçimler reddedilebilir; reddedil-
-326-
meleri de gerekir; ancak bunların yeniden inşa edilmesi şartıyla.
Bu arada artık ortadan kalkmış olan şeyleri inceleyelim. Onlardan kaçınmak için bile olsa, onları anlamak şarttır. Geçmişte yapılan sahte özenli şeylerin bazıları isimlerini değiştirip kendilerini gelecek gibi göstermeye çalışıyorlar. Hayalet, geçmiş zaman pasaportunda sık sık sahtekârlık yapar. Tuzaklara dikkat edelim, her şeyden kuşkulanalım, kanmayalım, maskeyi çekip çıkaralım. Geçmişin takındığı çehrenin ismi batıl inançtır. Maskesinin ismi de ikiyüzlülüktür.
Manastırlara gelince, çözülmesi zor bir konudur. Uygarlık bir yandan onları mahkûm eder, öbür yandan uygarlığın güvencesinde-dir, onları korur. Özgürlük ise hâlâ koruyor. Bu yüzden güç bir konu.
|^
-327-
YEDİNCİ KİTAP
PARANTEZ
1. Soyut Bir Düşünce Olarak Manastır
Bu kitap, başkişisi sonsuzluk olan bir dramın kitabıdır...
İnsan, bu dramda ikinci kişidir...
Hal böyleyken, yolumuz bir manastırın önünden geçer geçmez.içeri girmek zorunda kaldık. Bunun nedeni, manastırın hem Do-ğu'da hem Batı'da, hem eski hem yeni çağlarda, hem putperestlikte hem İslamiyet'te, hem Budizm'de hem de Hıristiyanlık'ta rastlanılan ve insanoğlu tarafından sonsuzluğun görülmesi için kullanılan optik aletlerden biri olmasıdır.
Burada konunun dışına çıkıp, bazı düşünceleri enine boyuna irdeleyecek değiliz. Ancak, itirazlarımızı kendimize saklayarak, ifade sınırlarımızı hatta tepki veren duygularımızı koruyarak söylememiz gerekir: İster yanlış ister doğru anlamış olsun, insanın içinde sonsuzluğu gördüğümüz her defasında ona saygı duyuyoruz. Sinagogda, camide, tiksindiğimiz, nefret ettiğimiz, iğrenç bir yan vardır; Uzakdoğu tapınaklarında ve kuzey yerlilerinin çadırlarında ise hayranlık duyduğumuz yüce bir yan vardır; Tann'nın insan
-329-
duvarlarına yansıması, aklın derin düşüncelere dalması için ne büyük bir neden, hayal âlemine dalmak için ne de sınırsız kaynak bulunmaktadır.
İnsan denilen duvarın üzerinde Tanrı aydınlığının yaptığı oyunları seyretmek, düşünce için büyük bir zevk ve uçsuz bucaksız buruyadır.
2. Tarihi Bir Olgu Olarak Manastır
Tarih, akıl ve doğrular, manastır hayatını mahkûm etmişlerdir.
Bir ulusta gereğinden çok manastır olması demek, dolaşımın engellenmesi sanayi merkezleri yerine, engelleyici unsurlar, miskinlik merkezleri anlamına gelir. Büyük sosyal topluluk yanında, manastırlar, kayın ağacına göre ökse otu; insan vücuduna göre siğildirler. Manastırların zenginleşip gelişmesi, semirmesi, ülkelerin yoksullaşması demektir. Uygarlığın ilk çağlarında insandaki hayvani şiddetin manevi güç ve inanç sayesinde bastırılmasını sağladığı için faydalı olan manastırlar; canlanmış ulusların boynunda birer boyunduruk olurlar. Manastırlar bir defa yoldan çıkıp bozuldu mu, (bugün bunu görüyoruz) eski çağlarda onları birer kurtarıcı yapmış olan aynı nedenler, birden kötülüğünün nedeni olmaya başlar.
Dış âleme kapanmanın artık çağı geçti. Modern uygarlığa ilk dersleri vererek ona faydalı olmuş olan manastırlar, aynı uygarlığın büyüme ve gelişmesini engellediler. İnsanın eğitimine faydalı olmaları açısından X. yüzyıl-
-330-
da iyi, XV. yüzyılda üzerinde konuşulabilir, XIX. yüzyılda tiksinti verici kurumlar olmuşlardır. Manastır denilen cüzam, yüzyıllar boyu, biri Avrupa'nın ışığı, diğeri ihtişamı olan şahane iki ülkeyi yiyip bitirmiştir: İtalya ve İspanya. İçinde yaşadığımız çağda bu ülkeler biraz düzelebilmişlerse, bunun nedeni 1789'un güçlü ve sağlam, tedavi edici biliminin onları canlandırmış olmasıdır.
Özellikle kadın manastırları, örneğin bu yüzyılın başında İtalya, Avusturya ve İspanya'da görüldüğü gibi, ortaçağdan kalmış olan en kasvetli ve karanlık topluluklardandır. Bu manastırlar, bütün dehşetlerin bir araya geldiği yerlerdir. Katolik manastırları baştan başa ölümün kara ışıklarıyla doludur.
İspanyol manastırlarının durumu, tam bir mezarı anımsatır. Bu manastırlarda, karanlığın hâkimiyetinde belirsizleşmiş sisli kubbelerin altında Babilvari katedraller gibi yüksek ve masif mihraplar yükselir. Bu manastırlarda, karanlıkların içinde uzun zincirlere bağlanmış olan, kocaman İsa heykelleri sallanır, siyah abanoz zemin üzerinde yine fildişi İsa heykelleri görülür. Bu heykeller sanki kanlı değil, kanlar içindedirler; korkunç ve yücedirler. Dirseklerinden kemikleri belli olur, dizleri soyulmuştur, yaralarından etleri görünür, başlarına gümüşten dikenli taç konmuş, bedene altın çiviler çakılmıştır. Almlardaki kan damlaları yakuttandır, gözlerinde elmastan gözyaşları vardır... Yakutlar ve elmaslar sanki ıslanmışlardır. Karanlık bir köşede aşağılarda bir yerde duran peçeli yaratıklar ağlamakta-
-331-
dırlar. Böğürleri kaba kumaştan yapılmış gömlek ve demir düğümlü kırbaçlarla paralanmış, göğüsleri çürümüş, ibadetten dizleri soyulmuş varlıklardır bunlar, eş olduklarını sanan kadınlar, melek olduklarını sanan hayaletler. Bu kadınlar düşünürler mi? Hayır. Arzulan var mıdır? Hayır. Severler mi? Hayır. Canlı mıdırlar? Hayır. Sinirleri kemik, kemikleri taş olmuştur. Peçeleri gecenin kumaşından örülmüştür. Peçenin altında soludukça, ölümün trajik soluğunu duyduğunuzu sanırsınız. İnsanlara eziyet etmek için yeryüzünde dolaşan hortlağa benzeyen bir başrahibe on-lan bir yandan takdis eder bir yandan da dehşete boğar. Orada acımasız koşullarda saf ve temiz kalınır. İspanya'nın eski manastırları böyledir. Dayanılmaz ibadet; bakirelerin ma-ğarasıdır manastırlar; zulüm yerleridir.
Katolik İspanya, Roma'dan daha Romalıydı. İspanyol manastın Katolik manastırlan-nın en halisiydi. Orada Doğu'yu hissederdiniz. Piskopos sanki kızlar ağası gibi, Tann'ya adanmış olan bu yaratıklar sarayını kilit ve gözaltında tutardı. Başrahibe odalık, rahip harem ağasıydı. Gece olunca yakışıklı, genç, çıplak adam haçtan iner ve hücreye neşe getirirdi. Çarmıhta can vermiş olan sultana, sultanlık edeni bütün eğlencelerden yüksek duvarlarla korurdu. Dışanya şöyle bir göz atmak ihanet sayılıyordu. Zindana kapatılmak deri torbanın yerini alıyordu. Doğu'da denize atılıyor, Batı'da toprağa gömülüyordu. Her iki yerde de korkunç kurallar vardı: Birinde dalgalar, ötekinde çukur; birinde boğulmak, öte-
-332-
kinde gömülmek. İğrenç bir paralelliktir bu.
Geçmişten yana çıkanlar, artık bunlan inkâr edemiyorlar. Sadece bunlardan söz edilince gülüp geçmek istiyorlar. Tarihin öğrettiklerini ortadan kaldırmak, felsefenin gösterdiklerini bir yana atmak, bütün can sıkıcı olaylan ve karanlık sorunlan silip geçmek için yeni bir yöntem gözde şimdi. Bu yöntemi kullananlar bu olayların hep abartıldığını ileri sürüyorlar. Jean Jacques Rousseau, Diderot ve Voltaire; bu filozofların hepsi de bu konuyu abartıyorlarmış. Son zamanlarda, birisi, Tacitius'un abartarak Neron'u yanlış tanıttığını söyleyecek kadar işi ileri götürdü. Zavallı Holophernes'e acımamız gerekirmiş.
Ne var ki olgulan olduğundan başka türlü göstermek zordur; gerçekler direnir. Bu kitabın yazan kendi gözleriyle Brüksel'den kırk kilometre ötede bulunan, Villers Manastı-n'nda evvelce manastır avlusu olan çayırlığın ortasındaki zindan deliklerini ve Thil Neh-ri'nin kıyısında bu tür zindan çukurlarını görmüştü. Bu zindanların yansı suyun yansı toprağın içindeydi. Taştan yapılmış dört odada birer demir kapı, bir hela çukuru ve bir de demir parmaklıklı kapı vardı...
Nehrin seviyesinden iki ayak, iç taraftan, yani zeminden altı ayak yukandaydı. Demek ki dış tarafta, duvarın dört ayaklık kısmı suyun altında kalıyordu. Zemin daima nemliydi. Zindanda bulunan insanın yatacağı yer, işte bu ıslak topraktı. Bu odalann birinde, duvarda bir lale parçası görülüyordu. Başka birinde, dört granit taşından yapılmış kutuya
-333-
benzer dört köşe bir şey vardı; ne yatılacak kadar uzun, ne de oturulacak kadar yüksekti. Buraya bir insan konuyor, üstüne de bir taş kapak örtülüyordu. Bütün bunlar inkâr edilemez. Gün gibi açık. Gözle görülüyor, elle tutulabiliyor. Bu hücreler, bu zindanlar, demir kapılar, laleler, tabanından su akan mazgallar, taştan yapılmış
kutular -içlerine insanların canlı canlı konulduğu mezarlar- bu çamur gibi zemin, hela çukurları, çürümüş duvarlar, bunların hepsi gerçekti. Demek bütün bunlar abartı!..
3. Geçmişe Hangi Şartlarda Saygı Duyulabilir
Manastırlar, İspanya'da da Tibet'te de hep aynı olduklarından, uygarlık için bir tür verem hastalığından başka bir şey değildir. Hayatı durdurur, insanları ölüme mahkûm ederler; Avrupa'da korkunç bir felaket haline gelmişlerdir. Bunlara bir de, vicdanlara sıkça baskı yapan iç acılarını, zorla rahiplik, rahibelik mesleğine sokulup manastırlara kapatılanları, özgürlükleri sınırlanan insanları, manastıra sırtını dayamış olan derebeylerini, büyük kardeşlerin istemedikleri nüfus fazlası akrabalarını manastırlara hapsetmelerini, biraz önce sözü geçen zulümleri, zindan hücrelerini, kapatılmış ağızlan, kilitlenmiş düşünceleri, ebedi yeminle manastıra kapanan talihsiz zekâları, canlı gönüllülerin toprağa gömülmesini ekleyin ve ruhban sınıfına katılmaları, kişisel acıların yanında ulusların gerilemesini de düşünün. O zaman, kim olursanız
-334-
olun, bir tabutu ya da kefeni hatırlatan insan icadı bu iki kefenin, papaz cüppesi ve rahibe elbisesinin önünde dehşetten titrersiniz.
Gelgeldim, felsefeye ve ilerlemelere rağmen bazı yerlerde, manastırlara kapanma zihniyeti XIX. yüzyılın ortasında hâlâ sürmekte; hatta, dünyadan el ayak çekmeye karşı şu günlerde duyulan garip bir rağbet insanların çoğunu şaşırtmaktadır. Eskimiş kurumların hâlâ var olmakta devam etmeleri, saçımızda çoktan beri duran bir kokunun çıkmak istememesine, kokmuş balığın nefis bir yiyecek olduğunu iddia etmeye, çocuk elbiselerinin büyüklere uyabileceğinin düşünülmesine, canlı insanları kucaklamak isteyen ölülerin sevgisine benzer.
Çocuk elbisesi şöyle der: "Nankör, seni zamanında kötü günlerde soğuktan korumadım mı? Artık beni niye istemiyorsun?" Balık: "Engin denizden geliyordum," der. Koku, "Ben önceden güldüm," der. Ceset, "Seni sevmiştim," der. İşte manastır da böyle diyor: "Sizi uygarlık yoluna sokan benim."
Buna verilecek tek cevap var: Evet ama eskiden...
Ölüp gitmiş olan şeylerin yeniden hayata gelip insanları yönetmelerini, kötü inançları yeniden canlandırmayı, mumyalan yaldızlamayı, manastırlan tamir etmeyi, batıl inançları ortaya çıkarmayı, militarizmi ve dünyadan el etek çekmeyi savunmayı, asalaklan çoğaltarak toplumu kurtarmanın mümkün olacağını, geçmişi şimdiye zorla kabul ettirmeyi düşünmek; bütün bunlar insana çok
-335-
garip geliyor. Ama bu teorileri savunan teo-risyenler de yok değil. Akıllı kişiler kolay bir yol bulmuşlar: Geçmişin üzerine, toplumsal düzen, tanrısal hukuk, ahlak ve aile dedikleri bir boya çekmek. Geçmişte büyüklere saygı, baş eğme, dini gelenekler, meşruluk ve din bulunduğunu söyleyen bu kişiler: "İşte namuslu insanın peşinden gideceği şeyler!" diye bağırıyorlar. Bu mantık, eskilerin çok iyi bildiği bir mantıktır. Eski kâhinler, siyah bir dana yavrusunu beyaz tebeşirle boyayıp, "Bu dana beyazdır," derlerdi. Bos cretatus.
Bize gelince, biz geçmişin şu ya da bu yanına saygı duyar, onu bütün olarak koruruz; yeter ki, geçmiş artık öldüğünü kabul etsin. Eğer hâlâ yaşadığında ısrar edip direnirse, üzerine saldırıp onu öldürmeye çalışmalıyız.
Batıl inanç, softalık, yobazlık, peşin hükümler, yaşayanlara eziyet etmek için hâlâ ortalıkta dolaşan hayaletlerdir; buna rağmen hayata sıkı sıkıya bağlıdırlar; dumandan varlıkları içinde dişlerini ve tırnaklarını çıkarırlar, onları yakalamak için yanlarına yaklaşmak, göğüs göğüse savaşmak ve bu savaşı bir an bile bırakmamak gerekir. Çünkü, hayaletlerle durup dinlenmeden ve ebediyen çarpışmak insanlığın alın yazısıdır. Bir gölgeyi yakalayıp yere sermek güç iştir.
Fransa'da, XIX. yüzyılın tam ortasında ortaya çıkan bir manastır, gün ışığına direnen bir baykuş yuvasından başka bir şey değildir. 1789, 1830 ve 1848'lerin kenti Paris'in göbeğinde apaçık yobazlığın ve keşişliğin görülmesi, Roma'nın Paris'e getirilmesi gibi tarihe ay-
-336-
kın bir durumdur, bir anakronizmadır. Normal zamanlarda, miadı dolmuş bir durumu ortadan kaldırmak için bu durumu yaratan şeye, içinde bulunulan tarihin rakamlarını söyletmek yeter. Ama normal bir zamanda bulunmuyoruz.
Öyleyse saldıralım.
Saldıralım, ama yanlışlık yapmayalım. Gerçeğin belirgin özelliği şiddete yer vermemesidir. Şiddet ve aşırılıktan gerçekler ne kazanabilir ki?.. Bir yanda yıkılması gerekenler, öbür yanda aydınlatılıp bakılması gerekenler var. Hem iyi niyetli, hem ağırbaşlı bir inceleme olağanüstü bir güçtür. Işığın yeterli olduğu yere alev götürmeye kalkmayalım.
Öyleyse, XIX. yüzyıl göz önünde tutulunca, genel olarak bütün manastırlara karşıyız. Bu gibi dünyadan el ayak çekmeye, yuvaları ister Hindistan'da, ister Türkiye'de olsun, karşıyız. Manastır demek, bataklık demektir. Kokuşmuşlukları apaçıktır, rutubetleri insanı hasta eder, çürürken insanları da yıldızları da kirletirler. Çoğalırlarsa
veba gibi ortalığı kasıp kavururlar. Hint fakirlerinin, dervişlerin vb bir böcek yuvası gibi kaynaştıkları ülkeleri dehşete kapılmadan düşünemeyiz.
Bunları söylemekle din sorununu çözmüş olmuyoruz. Bu sorunun, belli birtakım anlaşılmaz esrarlı tarafları vardır, insanı korkutur. Dolayısıyla şimdi bu sorunu incelememize izin verilsin.
-337-
4. İlkeler Açısından Manastır
İnsanlar birleşerek topluluk halinde yaşarlar. Hangi hak onlara bu imkânı verir? Birleşebilme hakkı...
Bazen evlerine kapanırlar, hangi hakla? Her insanın kapısını kapama ya da açık tutabilme hakkı dolayısıyla.
İsterseler dışarı çıkmazlar. Hangi hakla? Evinde kalabilme hakkının içine aldığı gidip gelme hakkıyla...
Peki, orada ne yapıyorlar?
Onlar, alçak sesle konuşuyor ve çalışıyorlar. Dünyadan, şehirlerden, zevklerden, gösterişlerden, gururlanmalardan ve çıkarlardan yüz çevirmişlerdir. Kaba yünden ya da bezden elbiseler giymişlerdir. Hiçbirinin dikili bir ağacı yoktur. Oraya girince, zengin olan birden fakirleşir; bütün malını dağıtır. Asil olan, seçkin olan; köylü olanın eşiti olur. Hücre herkes için aynıdır. Hepsi aynı biçimde tıraş olur, aynı cüppeyi giyer, aynı kara ekmeği yer, aynı hasır üstünde yatar ve hepsi aynı yerde ölürler. Sırtlanndaki torba da, boyun-lanndaki ip de bir örnektir. Tarikatları yalınayak yürümelerini buyuruyorsa yalınayak yürürler. Aralarında bir prens olabilir, o da ötekilere benzeyen bir gölgeden başka bir şey değildir. Hiçbir lakapları yoktur. Aile isimleri bile silinip gitmiştir. Sadece küçük isimleriyle çağrılırlar. Vaftiz isimlerinin ağırlığı hepsinin sırtına çökmüştür. Kan bağı ile bağlandıkları ailelerini yıkmış, manevi bir aile kurmuşlardır. Bütün insanlardan başka akrabaları yoktur. Fakirlerin yardımına koşar, has-
-338-
talan tedavi ederler. Boyun eğdikleri kişileri kendileri seçerler. Birbirlerine "kardeşim" diye hitap ederler.
Burada sözümü kesip, "Ama bu sizin anlattığınız ideal bir manastır," diyeceksiniz.
Bu gerçekte olmayan, hayali bir manastır olsa da bu bile, üzerinde durmam için yeterli bir nedendir.
Bundan önce ele aldığım manastırdan saygıyla söz etmemin nedeni budur. Ortaçağı, Asya'yı, tarihi ve siyasi konulan, taraf tutmaları bir yana bırakarak ve manastırlara girişin, girenlerin gönül rızasıyla olduğunu kabul ederek sorunu sırf felsefi olarak ele alsam bile, manastırlara kapananları daima dikkat ve ciddiyetle ele alacağım. Hatta sempati bile göstereceğim. Topluluğun bulunduğu yerde birlikte yaşamak, birlikte yaşamanın bulunduğu yerde hukuk vardır. Manastırlar eşitlik ve kardeşlik formülünden türemişlerdir. Özgürlük ne yüce bir şey. Ne güzel bir değişim bu. Özgürlük, manastırları Cumhuriyete çevirmeye yetiyor. Devam edelim...
Dört duvarın içine girmiş olan bu erkek ve kadınlar aynı elbiseyi giyiyor, aynı haklara sahip oluyor, birbirlerini "kardeşim" diye çağırıyorlar. Peki, bütün yaptıkları bu mu? Hayır. Başka bir şey daha yapıyorlar. Ne yapıyorlar?
Karanlığa bakıyorlar. Diz çöküyorlar. Ellerini birleştiriyorlar.
Peki, bu, ne demektir?
-339-
5. Dua
Dua ediyorlar. Kime? Tann'ya.
Tann'ya dua etmek ne demektir? Bizim dışımızda bir sonsuz var mı? Bu sonsuz olan tek, ebedi ve ezeli midir? Sonsuz olduğu için zorunlu olarak tözsel midir? Ve bu sonsuz olan maddeden yoksun olsaydı, bu yönden sınırlı olur; sonsuz olduğu için zorunlu olarak akıllı olurdu ve eğer akıldan yoksun olsaydı, bu ölçüde sınırlı olmaz mıydı? Bizler kendimize sadece özellik olarak varlık idesini eklediğimize göre, bu sonsuz olan, bizde özsel varlık idesini (fikrini) mi uyandırıyor? Başka deyişle, o sonsuz olan mutlak, bizler ise ona bağımlı olan görece (varlıklar) değil miyiz?
Dışımızda bir sonsuzluk olduğu gibi, içimizde de bir sonsuzluk yok mudur? Bu iki sonsuzluk, (korkutucu çoğul hali), birbiriyle çakışmıyor mu? İkincisi, birincisinin üzerinde durmuyor mu? Onun aynası, yansıması, onunla merkezi aynı olan bir boşluk değil mi? Bu ikinci sonsuzluk da mı akıl sahibi? Düşünür mü, sever mi, arzu eder mi? Bu iki sonsuzluk da akıl sahibiyse, her birinin ayrı ayrı iradeleri, ayrı ayrı benlikleri var demektir. İkinci sonsuzun benliği, ruh; birincininki Tanrı'dır.
İkinci sonsuzu düşünce yoluyla birinci sonsuzla ilişkilendirmeye ibadet denir.
İnsan zihnini hiçbir şeyden mahrum etmeyelim. Ortadan kaldırmak kötü bir şeydir.
-340-
f
Yapılacak iş, yenileştirmek ve değiştirmektir. Düşünce, rüya, ibadet gibi bazı insan faaliyetleri, meçhule çevrilmiştir. Meçhul, bir okyanusa benzer. Peki vicdan nedir? Vicdan, meçhulü gösteren bir pusuladır. Düşünce, rüya, ibadet, bunlar büyük ve esrarlı ışımalardır. Onlara saygı duyalım. Ruh, bu yüce aydınlık nereye gider? Karanlığa; yani aydınlığa gider.
Demokrasinin büyüklüğü, insanın elinde-kileri ve eline geçecek şeyleri reddetmemesi ve yasak etmemesindedir. İnsan haklarının yanı başında, ruhun haklarını da kabul eder. Yobazlığı yıkıp sonsuzluğa tapınmak, işte kanun bu. Yaradılış ağacının altına sığınıp tapınmakla, yıldızlarla dolu uçsuz bucaksız dallarını seyretmekle yetinmiyoruz. Bizim bir görevimiz var: İnsan ruhunu yüceltmeye çalışmak, mucizelere karşı sırlan savunmak, anlaşılmayanı sevip, saçma olanı kenara atmak, açıklanamayan bir şeyi ancak zorunlu olduğu zaman kabul etmek, inancı büyütmek, batıl inançların yükünü dinin üzerinden kaldırmak, Tanrı'yı belirtmek.
6. İbadetteki Mutlak İyilik
İbadet ve dua etme şekillerinin hepsi iyidir; yeter ki samimiyetle yapılmış olsun. Kitabınızı ters çevirin ve sonsuzun içinde olun.
Sonsuzu inkâr eden bir felsefe olduğunu biliyoruz. Bir de güneşi inkâr eden, bir hastalık olarak sınıflandırılmış olan bir başka felsefe var: Körlük.
Kendimizde eksik olan bir duyuyu gerçe-
-341-
I
ğin, doğrunun kaynağı düzlemine yerleştirmek, ancak bir köre yakışır.
İşin garibi, el yordamıyla yolunu bulmaya çalışan bu felsefe, Tann'yı gören felsefenin karşısında ukalalık eder, ona açıyormuş gibi davranır, yüksekten bakar. Sanki bir köstebek şöyle bağırmaktadır: "Bir güneşleri varmış gibi boş laf etmelerine çok acıyorum."
Ünlü ve güçlü tanrıtanımazlar da bulunduğunu biliyoruz. Aslında, zekâlarının gücüyle gerçekle yüz yüze geldiklerinde de tanrıtanımaz olduklanndan iyice emin değillerdir. Bütün sorun, onlara kalacak olursa tariflerde anlaşmazlık olmasındandır. Gerçi onlar Tann'ya inanmazlar, ama büyük insanlar oldukları için Tann'nın var olduğunu ispatlamaya çalışırlar.
Felsefelerini sevmesek bile, onları filozof olarak kabul ediyoruz. Devam edelim:
Hayran olunacak bir şey de, kelime değişiklikleriyle yetinmenin sağladığı kolaylıktır. Kuzeyin biraz sisli bir felsefe ekolü 'kuvvet' kelimesini 'irade' kelimesinin yerine koyarak insan düşüncesinde büyük bir değişiklik yaptığını sandı.
Bitki büyüyor yerine, bitki istiyor demek, elverişli bir çözüm gibi görünüyor. Gelgele-lim; evren istiyor ve bunun elverişli olmasının nedeni de şu: Bitki istiyor, şu halde bitkinin bir ben'i var, evren istiyor, o halde evreni yaratan bir ben, yani Tanrı var.
Bu okulun söylediklerine katılmayan bizler, hiçbir şeyi incelemeden reddetmiyoruz,
-342-
ancak bitkinin bir iradesi olduğu görüşünü benimsemek, bu okulun reddettiği evrenin bir iradesi olduğu görüşünü benimsemekten daha zor geliyor bize.
Sonsuzun iradesini yani Tann'yı inkâr etmek için, sonsuzun kendisini inkâr etmek gerekir. Bunu ispatlamıştık.
Sonsuzun reddedilmesi, doğrudan doğruya nihilizme götürür. O zaman her şey zihnin (aklın) bir tasanmı, bir kavrayış olup çıkar.
Nihilizmle tartışma yapılamaz. Çünkü mantıksal nihilist, karşısındakinin varlığından şüphe duyar, ama o, kendi varlığından da emin değildir.
Bir nihilist, kendi varlığının, "zihnin bir kavrayışından, bir tasanmından başka bir şey olmadığını' düşünebilir.
Sadece 'akıl, zihin' dediği anda inkâr ettiği şeylerin hepsini bir anda ve birden kabul ettiğinin farkında değildir.
Kısacası, her şeyi tek bir 'hayır'la karşılayan filozof, düşünceye hiçbir açık yol bırakmayan bir filozoftur.
'Hayır'a verilecek tek cevap 'evet'tir.
Nihilizmin ufku yoktur. Hiçlik yoktur. Sıfır mevcut değildir. Her şey bir şeydir. Hiçbir şey, hiçbir şeydir.
Herhangi bir şeyi, evet'lemek, insanoğluna ekmekten daha fazla gereklidir.
Görmek ve göstermek bile yetmez. Felsefenin bir güç olması, çaba ve etkilerinin insan hayatını düzeltmeye yönelmiş olması gerekir. Sokrat'ın, Adem'in içine girip Marc Aurele'ü ortaya çıkarması; yani zevkin, hazzın insa-
-343-
nmdan bilge insanı yaratması gerekir. Cennetini okul haline getirmeli. Bilim bir ilaç olmalı. Eğlenmek denilen şey ne hüzünlü bir amaç, ne karanlık bir tutkudur. Hayvanın özelliğidir bu. Ruhun gerçek zaferi düşünmede görülür. Gerçek felsefenin amacı, insanların susuzluğuna düşünceyi sunmak; Tanrı kavramını hepsine bir iksir gibi içirmek, vicdan ile bilimi bunların içinde uzlaştırmak, onlara bu uzlaştırmayı anlatarak doğru insanlar olmalarına çalışmak; işte felsefenin asıl görevi budur. Ahlak, tam çiçek açmış hakikatten başka bir şey değildir. Derin düşünce, hareket etmeye götürür. Mutlak pratik olmalıdır. İdeal, insan zekâsının havası, suyu, yiyeceği olmalıdır. "Alın, bu benim etim, bu benim kanım" deme hakkı ancak ideal'indir. Bilgelik, kutsal topluluktur. Ancak bu şartla bilgelik kısır bir bilim sevgisi olmaktan çıkarak, insanların birbirine bağlanışlarının tek ve hâkim şekli haline girebilir. Bu yüzden birçok bilgeliklerin felsefeyken din haline gelmiş olduklarını görüyoruz.
hava vardı. Zaten Fauchelevent kendi kendine, "Bir azize soru sorulmaz," diyor ve Mösyö Madeleine'e saygı duyuyordu. Yalnızca, Jean Valjean'ın ağzından kaçan birkaç
-352-
kelime, Fauchelevent'e, Mösyö Madeleine'in son zamanlarda işlerinin bozulduğunu, iflas ettiğini düşündürmüştü. Belki de alacaklılar peşindeydi ya da siyasi bir işe bulaştığı için saklanmak zorundaydı. Böyle bir ihtimal, çoğu kuzeyli köylülerimiz gibi yaşlı ve bir Bona-partist yüreği taşıyan Fauchelevent'i sonuçta pek de rahatsız etmiyordu. Mösyö Madeleine kaçarken saklanacak yer olarak manastın seçmiş olmalıydı, burada kalmasından doğal ne olabilirdi? Ancak Fauchelevent'in sürekli olarak kafasına takılan ve beynini işgal eden soru, Mösyö Madeleine'in şu anda, kızla birlikte karşısında oluşunun yarattığı esrarengiz durumdu. Fauchelevent onları görüyor, onlara değiyor, onlarla konuşuyordu ama bir türlü onların yanında olduğuna inanamıyordu. Bir tutarsızlık, bir tuhaflık kulübesine girmişti. Fauchelevent bir sürü tahminlerde bulunup duruyordu; ama net olarak gördüğü tek şey vardı: Mösyö Madeleine hayatını kurtarmıştı. Bu tek kesinlik, yeterliydi. Şimdi benim sıram diyor, sonra şöyle ilave ediyordu: Beni kurtarmak için, Mösyö Madeleine arabanın altına girerken bu kadar uzun boylu düşünmemişti. Sonunda Mösyö Madeleine'i kurtarmaya karar verdi.
Ne var ki, kendi kendine yine sorular soruyor ve bunlara cevap veriyordu. Peki bir hırsızsa, benim hayatımı kurtardı diye, şimdi benim de onu kurtarmam gerekir mi? Peki katil olsaydı, onu yine kurtarır mıydım? Evet. Bir aziz olduğuna göre onu kurtarmam gerekiyor mu? Evet, kurtaracağım.
-353-
Gelgeldim, onu manastırda saklamak çok önemli bir sorundu. Bir hayal ürününe benzeyen böyle bir girişim karşısında Fauchelevent gerilemedi bile. Bu fakir köylünün bağlılığından, iyi niyetinden, dağlılara özgü o sınırlı inceliğinden başka bir şeyi yoktu. Bütün bu özellikler, bir zamanlar yüce bir amacın emrine verilmiş, manastırın imkânsızlıklarının ve Saint Benedict'in kurallarının oluşturduğu zahmetli yokuşun üstesinden gelmekte işe yaramıştı. Fauchelevent bütün hayatı boyunca bencil bir adam olmuştu. Son günlerinde topal, hasta bir insan olarak artık dünya ile ilgisini kesince, birisine karşı bağlılığını ödemek ve iyilik etmek imkânını bulduğuna çok sevinmişti. Karşısında yararlı bir eylem yapma imkânı görünce, ölmek üzereyken elinde, hayatında hiç tatmadığı değerli bir şarap bardağı bulan ve onu ihtirasla içen bir adama benziyordu. Birkaç yıldır bu manastırda soluduğu havanın, onun kişiliğini yıkmış olduğunu da söyleyelim. Bu hava, onun iyi bir hareket yapmasını adeta gerekli kılmıştı.
İşte böylece vardığı sonucu kafasında şekillendirdi: Kendini Mösyö Madeleine'e adayarak, ona sadık kalacaktı.
Fauchelevent'in zavallı bir köylü olduğunu söylemiştik. Bu tanımlama doğru, ama eksiktir. Anlattığımız hikâyenin şu an ulaştığımız noktasında bu yaşlı adam hakkında daha fazla bilgi vermemiz gerekli görülmektedir: Fauchelevent köylüydü ama aynı zamanda köy noteriydi. Bu da, inceliğine bir alaycılık, saflığı-
-354-
na ve sadeliğine etkileyici bir yan katıyordu. Birçok nedenden ötürü işleri kötü gidince noterlikten arabacılığa ve işçiliğe kadar düşmüştü. Ama atlar için gerekli görünen sözlerin, küfürlerin yanı sıra, içinde noterlikten de bir şey kalmıştı; doğal bir zekâsı vardı; dilbilgisi hataları yapmaz, uzun sohbetler sürdürebilirdi. Bu özellik köylülerde nadiren görülür. Öteki köylüler onun için, "Okuyup yazmış bir beyefendi gibi konuşuyor," derlerdi.
Fauchelevent gerçekten de son yüzyılın küstah, argo sözlüğündeki terimlerle, yan-fe-odal küçük toprak sahibi, yan-hödük denenlerdendi. Yine saraydan ahıra yönelik meta-forlarla tanımlanan şu, yarı-köylü, yan-yurt-taş, karabiber ve tuz'du; hayata şiddetle asılıp uğraştığı halde kaderin de onu şiddetle kullandığı Fauchelevent bir tür zavallı, yaşlı, yorgun, pejmürde kılıklı biriydi. Yine de etkileyici bir adamdı ve arzu dolu, iyi bir yüreği vardı; insanları incitmekten korkan kaliteli biriydi, sahip olduğu hatalar, kusurlar ve kötü huylar, alabildiğine önemsizdiler. Yüz ifadesi dikkat çekiciydi. O yaşlı yüzünde, zayıflık ya da çılgınlık belirtisi olan ürkütücü, çirkin çizgiler yoktu.
Geceleyin müthiş rüyalar görmüş olan Fauchelevent sabaha doğru gözlerini açınca karşısında uyuyan Cosette'i seyreden Mösyö Madeleine'i saman yatağının üzerinde otururken gördü.
Fauchelevent yerinde doğrularak, "Şimdi burada olduğunuza göre acaba içeri nasıl girmeyi düşünüyorsunuz?" dedi.
-355-
Durumu olduğu gibi özetleyen bu kelimeler, Jean Valjean'ı daldığı düşüncelerden uyandırdı.
Birlikte bu sorunu görüşmeye başladılar. Fauchelevent, "Öncelikle, bahçeye adımınızı bile atmamalısınız. Çocuk da hiç dışarı çıkmamalı. Görüldünüz mü mahvolduk demektir," dedi.
"Haklısınız."
"Mösyö Madeleine," diye devam etti yaşlı adam. "Çok iyi bir anda, yani çok kötü bir an demek istedim, geldiniz. Kadınlardan biri ağır hasta. Bu yüzden bizim tarafa pek dikkat etmeyeceklerdir. Sanırım kadın ölüyor. Kırk saattir dua ediliyor. Herkes bununla meşgul; cemaat karmakarışık. Ölmek üzere olan, bir azize. Zaten burada biz
"Sadece sık sık dedim."
"Doğrusu ne dediğinizi anlamıyorum."
"Siz söylediniz ben de tekrar ettim."
"Ben sık sık demedim ki..."
Tam bu sırada saat dokuzu çalmaya başlamıştı.
Başrahibe hemen, "Sabahın dokuzunda bütün saatlerde, Tann'ya hamd ve ibadet olsun," dedi.
Fauchelevent, "Amin!" diye cevap verdi.
Saat tam zamanında çalmıştı. Bu da sık sık kelimesinin doğuracağı anlaşmazlıkları kökünden kesip attı. Yoksa ikisi de bu tartışmanın sonunu getiremeyeceklerdi.
Fauchelevent alnını kuruladı.
Başrahibe bu defa, gizli olması muhtemel olan bir duayı içinden okudu, omuzlarını silkti.
"Canlıyken, Çarmıh Ana yola getirme işlemlerini yaptırıyordu. Öldükten sonra mucizeler yaratacak."
Fauchelevent toplanarak ve bir daha saç-
-368-
malamamaya çalışarak, "Mutlaka yapar," dedi.
"Mösyö Fauvent, Çarmıh Ana'nın sayesinde manastırımız takdis edilmiştir. Şüphesiz, ölürken dua okumak ve ruhunu Tann'ya teslim ederken kutsal sözler söylemek sadece Kardinal Berulle'e nasip olmuştur. Herkese nasip olmaz. Böyle bir mutluluğa erişmemesine rağmen, Çarmıh Ana'nın ölümü de çok imrenilecek bir ölüm oldu. Son dakikaya kadar hepimizi tanıyor, bizimle konuşuyordu, sonra birden meleklerle konuşmaya başladı. Eğer biraz daha fazla inancınız olsaydı ve onun hücresine girebilseydiniz, size dokunarak ayağınızdaki topallığı geçirebilirdi. Ölürken gülüyordu. Tann'nın yamfidaki hayata başladığını görüyorduk. Bu ölüm, sanki cennetten bir parçaydı."
Fauchelevent, vaaz dinliyor gibi, "Amin!" dedi.
"Mösyö Fauvent, ölülerin isteklerini yerine getirmek gerekir."
Sonra teşbihini yokladı. Fauchelevent sesini çıkarmıyordu. Başrahibe devam etti:
"Bu konuda din uğruna her şeylerini vererek çalışmış olan büyük insanlann kitaplan-na başvurdum."
"Buradan çanlar, bahçedekinden çok daha iyi duyuluyor efendim."
"Zaten o sadece bir ölü değil, aynı zamanda bir azizedir."
"Siz de öylesiniz efendim."
"Yirmi yıldan beri bir tabutta yatıyordu. Bu izni, aziz babamız, VII. Pie vermişti."
"Bonaparte, imparatorluk tacını giydi..."
-369-
Fauchelevent gibi usta birisi için bu sözü ağzından kaçırmak yanlış bir hareketti. İyi ki, kendi düşüncelerine dalmış olan başrahibe, onun söylediğini duymamıştı. Devam etti:
"Fauvent Baba!"
"Buyurun saygıdeğer efendim."
"Cappadoce Piskoposu Saint-Diodore, mezarının üzerine şu tek sözcüğün yazılmasını istemişti: Acarus. Bu kelime toprak solucanı demektir. İsteği yerine getirildi. Doğru değil mi?"
"Evet efendim."
"Aquila papazı olan, Tanrı'nın sevgili kulu Mezzocane bir darağacının altına gömülmek istedi, bu istek de yerine getirildi."
"Doğrudur efendim."
"Saint-Terence de mezarının üzerine, ka-tillerinkine konulan işaretin konulmasını istemişti. Böylece gelip geçenlerin, mezarına tüküreceklerini umuyordu. Bu da yerine getirildi. Ölülerin isteklerini yerine getirmek gerekir."
"Amin!.."
"Roche-Abeille'in yakınlarında, Fransa'da doğmuş olan Bernard Guidonis'nin ölüsü, kendisinin istediği şekilde kralın iradesine karşı gelinerek Limoge'a Dominikenlerin kilisesine nakledilmişti. Oysa Bernard Guidonis İspanya'da Tuy Piskoposu'ydu. Bunun aksi söylenebilir mi?"
"Doğrusu söylenemez efendim."
"Bu olay, Plantavit tarafından da doğrulanmıştır."
Başrahibe tekrar teşbihini çekmeye başladı. Sözüne devam etti:
-370-
"Mösyö Fauvent, Çarmıh Ana yirmi yıldır yattığı tabutunun içinde gömülecek."
"Bu doğru bir hareket olur."
"Bu da, onun uykusunun bir devamı olacak."
"Öyleyse ben onun tabutunu çivileyeceğim."
"Evet."
"Demek ki dışardan gelen tabutu kullanmayacağız."
"Şüphesiz."
"Siz nasıl isterseniz öyle yaparım."
"Dört rahibe, size yardım edecekler."
'Tabutu çivilemek için onların yardımına ihtiyaç yok."
"Çivilemek için değil indirmek için..."
"Nereye indirmek için?"
"Mahzene..."
"Hangi mahzene?"
"Mihrabın altındaki mahzene."
"Ama..."
"Demir bir kaldıracınız olacak."
"Evet ama..."
"Halkadan faydalanarak bu kaldıraç yardımıyla taşı kaldıracaksınız."
"Ama..."
"Ölülerin isteklerini yerine getirmek gerekir. Kilise mihrabının altındaki mahzene gömülmek, yabancı topraklara gitmemek, canlı iken ibadet ettiği yerde ölüyken bulunmak; Çarmıh Ana'nın son istekleri işte bunlardı."
"Ama bu ya... sak..."
"İnsanların yasak ettiği, Tann'nın istediği bir şey bu."
-371-
"Ya bu öğrenilirse?"
"Size güveniyoruz."
"Benim, duvardaki bir taş kadar güvenil-meye layık bir insan olduğumdan emin olabilirsiniz."
"Ayini yapacak olanlar toplandılar. Onlarla konuştum, şimdi bu konuyu konuşmakta olan rahibeler Çarmıh Ana'nın isteğine uygun olarak mihrabın altına gömülmesini kararlaştırdılar. Düşünün, burada gömülü olup da mucizeler yaparsa ne iyi olur. Böyle bir şey, bizim topluluğumuz için, Tann'nın bir lütfü olur. Mezardan mucizeler çıkar."
"Peki ama ya defin işleriyle uğraşan polisler?"
"II. Saint Benoit, mezar sorununda Cons-tantin Pogonat'ya karşı direnmişti."
"Ama Emniyet Müdürü?"
"Constantinus'un yönetimindeki Galya'ya giren Alman krallarından biri olan Chonode-maire, din adamlarının dini bir şekilde defnedilmelerine, yani mihrabın altına gömülmelerine izin vermişti."
"Ama polis müfettişi?.."
"Haçın önünde dünyanın hiçbir değeri yoktur. Chartreux'lerin on birinci ruhani reisi Martin bu konuyu iyice anlatmıştır."
Başrahibe Latince bir dua okudu, Fauc-helevent, hemen, "Amin!" dedi.
Zaten her Latince duada böyle diyerek işin içinden sıyrılıyordu.
Uzun zaman susan biri, kendini dinleyen bir başkasını bulunca konuşmaya başlar. Ünlü hatip Gymnastoras, hapishaneden çık-
-372-
tığı gün, uzun hapishane günlerinde düşündüğü çeşit çeşit ikna etme oyunlarını, ilk rastladığı ağaca anlatmaya başlamış ve ağacı ikna etmek için bir hayli ter dökmüştü. Sessizliğe, kimseyle konuşmamaya alışmış olan başrahibe de karşısında birisini bulunca, içinde toplanmış olan bilgi ve düşünceleri sayıp dökmeye başlamıştı.
"Sağımda Saint Benoit, solumda Saint Bernard var. Bernard kimdir? Bernard, Clair-vaux'nun ilk papazıdır. Fontaines en Bour-gogne ülkesi onun doğumuyla şeref kazanmıştır. Babasının adı Tecelin, anasınınki Alethe'ydi. Châlon-sur-Saöne Piskoposu tarafından papazlığa tayin edilmişti. Yedi yüz din adamı yetiştirdi ve 160 manastır kurdu. 1140 yılında, Sens konseyinde Abeilard'la Pierre de Bruys'ı, yardımcısı Henry'yi ve bir de Apostoliques adı verilen yoldan çıkmışları ya ikna etti ya da mahkûm ettirdi. Arnaud de Brexe'i susturdu. Yahudileri katleden keşiş Raoul'u şaşırttı. 1148 Reims konseyinde yönetime hâkim oldu. Poitiers Piskoposu Gilbert de la Poree'yi mahkûm ettirdi, Eon de l'Etoile'ı mahkûm ettirdi, prensler arasındaki anlaşmaları çözüme bağladı, Kral Genç Lo-uis'ye doğru yolu gösterdi, Papa III. Eugene'e öğüt verdi, Temple'ı düzeltti. Haçlı seferlerinin düzenlenmesini önerdi. Peki ya Saint Benoit kim?.. Mont-Cassin patriği, Sainte Cla-ustral'in ikinci kurucusuydu. Batı dünyasının Basil'idir. Onun tarikatından 40 papa, 200 kardinal, 50 patrik, 1600 arşevek, 4 imparator, 12 imparatoriçe, 46 kral, 41 kraliçe,
-373-
3600 aziz çıkmıştır. 1400 yıldan beri varlığını sürdürüyor. Bir yanda Saint Benoit, bir yanda polis memurları, bir yanda Saint Bernard, bir yanda komiserler. Devletmiş, cenaze işle-riymiş, yönetimmiş tanıyor muyuz biz bunları? Bize yapılanları sokaktan gelip geçenler görse onları kınarlardı. Tozlarımızı, Hazreti İsa'ya sunma hakkından bile yoksunuz. Şu sizin sağlık komisyonunuz, devrimin uydurduğu bir şey. Tanrı, polis komiserine bağımlı oluyor, içinde yaşadığımız yüzyıl işte böyle. Susun Fauvent..."
Fauvent bu kadar söz karşısında şaşırmıştı, olduğu yerde duramıyordu.
"Manastırın, ölüler konusunda özgür olduğundan kimse şüphe edemez. Bunu ancak çılgınlar reddedebilir. Yaşadığımız çağ karmakarışık bir çağ. Bilinmesi gereken bilinmiyor da bilinmemesi gereken biliniyor. İnançsız bir çağ bu. Yüce Saint Bernard ile XIII. yüzyılın bir din adamı olan ve fakir Katoliklerin Bernard'ı diye anılan şahsı birbirine karıştıran cahillere bile rastlanıyor. Bazıları da, XVI. Louis'nin darağacı ile Hazreti İsa'nın çarmıhını birbirine karıştırıyorlar. Louis, bir kraldan başka bir şey değildi. Tann'dan korkmamız gerekir. Artık haklıyla haksız ayırt edilemez oldu. Cesar de Bus'ün ismi bilinmiyor ama Voltaire'in ismi biliniyor. Oysa Cesar de Bus Tann'nın sevgili kulu, Voltaire bedbahtın biridir. Son arşevek, kardinal Perigord; Charles de Condren'in Berulle'e; Francois Bourgo-in'un Condren'e; Jean Francois Senault'un Bourgoin'a ve Sainte Marthe'in Senaut'ya ha-
-374-
lef olduğunu bile bilmiyordu. Coton ismi, bir din okulu kuranlardan biri olması dolayısıyla değil de IV. Henri'nin küfürlerinde ismi geçen birisi olması dolayısıyla tanınır. Saint Francois de Sales'in dünya işlerine düşkün olanlar tarafından sevilmesi, oyun oynarken hile yapmasındandır. Sonra da dine saldırırlar. Neden? Çünkü kötü papazlar ortaya çıkmıştır, çünkü Sagittaire, Gap Piskoposu Salo-ne'un kardeşiydi, o da Embrun Piskoposu'ydu ve her ikisi Mommol'ün peşinden gitmişlerdi. Bu ne ifade eder ki? Martin de To-ur'un bir aziz olmadığını ve paltosunun yansını yoksullara vermediğini mi kanıtlar? Azizlere hakaret ediliyor. Gerçekler kabul edilmek istenilmiyor. En korkunç hayvanlar kör hayvanlardır. Kimse böyle bir cehennemi aklından geçirmiyor. Ah, kötü insanlar... Kralın iradesiyle demek, bugün devrimin isteğiyle demektir. İnsanlar artık neyin yaşayanın, neyin ölünün hakkı olduğunu bilmiyor. Bir aziz gibi ölmek bile yasak edildi. Mezar, medeni kanuna giren bir sorun oldu, bu korkunç bir şey. Saint Leon II, biri Pierre Notaire'e, öteki Vizigotlar kralına iki mektup yazmıştı. Bu mektuplarda, ölülerle ilgili sorunlarda her ikisinin de karar verme konusunda yetkisinin olmadığını söylüyordu. Châlon Piskoposu Gautier, Bourgogne Dükü Othon'a bu konuda karşı gelmişti. Bir zamanlar bizim dünya sorunlarında bile fikrimiz sorulurdu. Tarikatın piri olan Citeaux papazı, Bourgogne meclisinde müşavirdi. Biz ölülerimizi ne istersek onu yaparız. Saint Benoit, Fransa'da Fleury
-375-
Manastın'nda yatmıyor mu? Oysa 543 yılının Mart ayının 21. cumartesi günü, İtalya'da Mont-Cassin'de ölmüştü. Buna hiç şüphe yok. Bundan şüphe edenden her şeyden daha fazla nefret ederim. İsteyen, Arnoul'u, Gabriel Bucelin'i, Tritheme'i, Maurolicus'u ve Luc d'Achery'i okuyabilir."
Başrahibe derin bir nefes aldı, sonra Fa-uchelevent'e sordu:
"Anlaştık mı?"
"Evet efendim."
"Size güvenebiliriz, değil mi?"
"Şüphesiz."
"Çok güzel."
"Manastıra bütün varlığımla bağlıyım."
"Anlaşıldı. Tabutu kapayacaksınız. Rahibeler onu kiliseye götürecekler. Ölü için ayin yapılacak ve sonra manastıra dönülecek. Saat on bir ile gece yansı arasında demir çubuğu alıp geleceksiniz. Her şey büyük bir gizlilik içinde geçecek. Kilisede dört rahibeden başka kimse olmayacak. Bir de Miraç Ana ve siz olacaksınız."
"Peki dua eden rahibe?"
"Sizin tarafınıza bakmayacak."
"Ama sesleri duyacak."
"Ama dinlemeyecek, zaten manastınn bildiğini dış dünya bilemez."
Bir sessizlik oldu. Başrahibe devam etti:
"Çıngırağınızı çıkaracaksınız. Duasını eden rahibenin sizin orada olduğunuzu fark etmesine gerek yok."
"Efendim?"
"Evet, Mösyö Fauvent?"
-376-
"Doktor geldi mi?"
"Bugün saat dörtte gelecek. Kendisini çağıracak çanı çaldık. Siz hiçbir çan sesini duymuyorsunuz demek..."
"Kendi çan sesimden başkasına dikkat etmiyorum."
"Beraber içmedikçe tanışılmış sayılmaz. Kadehini boşaltan kalbini de boşaltır. Hadi içelim. Bunu
reddedemezsiniz."
"Önce iş."
Fauchelevent, 'Eyvah yandım,' diye düşündü.
İçinde bulundukları yoldan, rahibelerin gömüldüğü yere kadar bir iki metre kalmıştı.
Mezarcı tekrar başladı:
"Köylü dostum. Evde yedi kişi beni bekliyor. Onların yemek yemesi için benim içmemem gerekir."
Güzel laf ettiğini sanan birinin ciddiyetiyle ilave etti:
"Onların açlığı, benim susuzluğumun düşmanıdır."
Araba, bir sıra selvinin yanından döndü, anayolu terk edip küçük bir yola girdi, toprak zemini geçti; bir fidanlıkta
kayboldu. Mezarlığın çok yakınına gelindiğini gösteriyordu bu. Fauchelevent sallana sallana yürüyor, ama
arabanın ağır ilerlemesini bir türlü sağlaya-mıyordu. Neyse ki, yağmurlarla ıslanmış olan toprak tekerlekleri
tutuyor, arabanın ilerlemesini zorlaştınyordu.
Mezarcının yanına yaklaştı:
"Öyle güzel bir Argenteuil şarabı var ki," diye mırıldandı.
-392-
Adam, "Dostum," diye söze başladı, "ben mezarcı olacak adam değildim. Babamın hali vakti yerindeydi.
Edebiyatçı olmamı istiyordu, ama iflas etti. Bu yüzden yazar olmaktan vazgeçtim. Ama yine de yazı yazarım."
"Demek mezarcı değilsiniz."
Bunu söyleyerek adamı zayıf, duyarlı tarafından yakalamak istiyordu.
"Biri, ötekine engel değildir," dedi, "ben öyle düşünüyordum."
Fauchelevent tekrar etti.
"Haydi içelim."
Burada bir gözlemden söz etmemiz gerekir: Ne kadar sıkıntılı bir durumda olursa olsun içki ısmarlayan
Fauchelevent, parayı kimin vereceğini bir an bile aklından geçilmiyordu. Önceden, Fauchelevent ısmarlar,
Mestienne Baba öderdi.
Mezarcı gülerek devam etti:
"Hayatımızı kazanmamız gerekir. Bu yüzden bu işi kabul ettim. İnsan biraz okumuş olunca ister istemez filozof
olur. El işine, kol işini eklemek zorunda kaldım. Dükkânım Sevres Sokağı'ndaki pazardadır: Orada sevgililer için
mektuplar yazarım. Sabahlan aşk mektupları, akşamları mezar kazmak, hayat bu işte."
Araba ilerliyor, ne yapacağını bilemeyen Fauchelevent çaresiz, dört bir yanına bakmıyordu. Alnında iri ter
damlaları birikmişti.
"Ama insan iki efendiye kulluk edemez," dedi adam. "Ya kalemi ya da kazmayı seçmem gerekir. Kazma ellerime
pek uygun gelmiyor."
-393-
Araba durdu.
Önce çocuk, sonra papaz indiler.
Arabanın ön tekerlekleri bir toprak yığınına girmişti. Yığının ardında mezar çukuru görülüyordu.
"İşte bir komedi," dedi Fauchelevent. Şaşkındı.
6. Dört Duvar Arasında
Tabutta kim vardı? Bilindiği gibi Jean Val-jean.
Tabutun içinde yaşayabilmek için elinden geleni yapıyor, hâlâ nefes alıyordu.
İnsandaki vicdan huzurunun kendisine ne kadar güç verdiğini görmek şaşılacak bir şeydir. Jean Valjean'ın
düşündüğü her şey o ana kadar aksamadan yürümüştü. O da Fauchelevent gibi Mestienne Baba'ya
güveniyordu. Sonuca ulaşacağından hiç şüphesi yoktu. Bu kadar kritik bir durumda hiç kalmamış; hiçbir zaman
böylesine sakin olmamıştı.
Tabutun dört yanından korkunç bir huzur yayılıyordu. Sanki, ölülerin sessizliğinden bir şey Jean Valjean'ın o
sakin benliğine girmişti.
Bu tabutun içinden, ölümle oynadığı oyunun bütün evrelerini takip edebiliyordu ve etmişti.
Fauchelevent kapağı çiviledikten sonra, önce yerden kaldırıp götürüldüğünü ve sonra bir arabaya konulduğunu
hissetmişti. Sarsılmalar azalınca, taş yoldan toprak yollara geçildiğini, yani sokaklardan bulvarlara varıldığını
anlıyordu. Boğuk bir gürültü duyunca, Austerlitz Köprüsü'nü geçtiklerini fark
-394-
etmişti. Birinci duruş, mezarlığın kapısıydı; ikincisi, mezar çukuru.
Aniden çabucak tabutu yerden kaldırdıklarını hissetti. Derken sert bir çarpma sesi duydu. Bunun, çukura
indirmek için tabuta sardıkları ipin sesi olduğu sonucuna vardı.
Başı dönmüştü.
Hamallar ve mezar kazıcılar, büyük olasılıkla tabutun dengesini bozmuş ve baş tarafını ayak tarafından önce
indirmiş olmalıydılar. Yatay, dümdüz ve hareketsiz bir hale gelince birden kendine geldi. Dibe ulaşmıştı.
Bir tür üşüme hissediyordu.
Dışardan, derinden gelen bir ses yükseldi; duygusuz, soğuk, duayı andırır kutsal bir ses. Anlamadığı kimi
Latince sözler duydu; öyle yavaş telaffuz ediliyorlardı ki, onları tek tek duyabiliyordu: 'Oui dormlunt in terrae pulvere,
evigüabımt; alii in vitam aeternam, et alii in opprobrium, ut videant semper.'
Bir çocuk sesi:
"De profundis."
Derin ses tekrarladı:
"Requiem aeternam dona ei, Domtne."
Çocuk sesi cevap verdi:
"Et lux perpetua luceat ei."
Kapağın üzerine yağmur damlası gibi düşen bir şeyler duydu. Herhalde kutsal suydu. Tuhaf bir ürperti ve titreme
hissetti.
"Tamam, artık sona eriyor," diye düşündü. "Biraz sabır. Rahip şimdi gider. Fauchelevent, Mestienne'i içmeye
davet eder. Sonra Fauchelevent gelip beni çıkarır. Bir saatlik iş."
Derin ses hâlâ devam ediyordu.
-395-
Jean Valjean uzaklaşan ayak sesleri duyar gibi oldu. "Gidiyorlar işte yalnızım," diye düşündü. Birden tam
tepesinde, gök gürültüsü gibi bir ses duydu. Bir kürek dolusu toprak parçası tabutun üzerine düşmüş, nefes
aldığı deliklerden birisi tıkanmıştı. İki kürek toprak parçası daha tabutun üzerine düştü. Sonra bir dördüncü. En
güçlü insandan bile daha güçlü şeyler vardır. Jean Valjean kendinden geçti.
7. 'Kartı Kaybetmemek' Deyimi Nereden Geliyor
Jean Valjean'ın içinde olduğu tabutun ba-şucunda bakın neler oluyordu:
Papaz ve çocuk, cenaze arabasına binip uzaklaştıkları zaman mezarcıdan gözlerini ayırmayan Fauchelevent,
onun eğilip toprağa saplı küreğini aldığını gördü.
O zaman Fauchelevent olağanüstü bir karar verdi. Kollarını kavuşturarak, "Ben ödeyeceğim," dedi.
Mezarcı şaşkınlıkla ona bakıp, "Neyi?" dedi.
Fauchelevent tekrar etti:
"Ben ödeyeceğim."
"Neyi?"
"Şarabı."
"Hangi şarabı?"
"Argenteuil şarabını."
"Nerede bu?"
"Bon Coing'de."
"Defol be adam!" dedi mezarcı.
Sonra tabutun üzerine bir kürek toprak attı.
Tabut boş bir şeye çarpmış gibi ses çıkar-
-396-
dı. Fauchelevent neredeyse çukura düşecekti. Şaşkınlıkla bağırmaya başladı:
"Arkadaş yoksa meyhane kapanacak."
Mezarcı küreğine biraz daha toprak doldurdu. Fauchelevent tekrar etti, "Ben ısmarlıyorum." Sonra mezarcının
kolunu tuttu. "Bana bak arkadaş ben manastırın mezarcı-sıyım, size yardım etmeye geldim, bu işi gece de
yaparız. Şimdi içmeye gidelim."
Bir yandan ısrar ederken bir yandan da, "İçerse acaba sarhoş olur mu?" diye düşünmekten kendini alamıyordu.
"Bu kadar istiyorsan içeriz, ama işten sonra, önce olmaz," dedi mezarcı.
Sonra küreğine sarıldı. Fauchelevent onun kolunu tuttu.
"Argenteuil şarabı içeceğiz."
"Yeter be!" dedi mezarcı. "Amma da konuştun. Bırak beni!"
Bir kürek daha attı.
Fauchelevent artık ne dediğini bilmez bir haldeydi.
"Canım gel içelim. Nasılsa ben ısmarlıyorum," diye tekrarladı.
"Hele çocuğu önce bir uyutalım," dedi mezarcı.
Bir kürek daha attı. Sonra küreği toprağa saplayarak devam etti:
Fauchelevent'in saçları bir anda dimdik oldu, ayağa kalktı, sırtını mezarın kenarına çarptı; tabutun üzerine
düşmek üzereydi; Jean Valjean'a baktı.
Jean Valjean sapsarı olmuş, hâlâ hareketsiz yatıyordu.
Fauchelevent alçak sesle, "Ölmüş!" dedi.
Ardından yeniden doğruldu, ellerini çaprazlamasına omuzlarına şiddetle vurdu.
"İşte benim kurtarmam bu kadar olur," diye bağırdı.
Çaresiz adam kendini tutamayıp ağlamaya başladı. Bir yandan da kendi kendine konuşuyordu. Kendi kendine
konuşmak normal bir şeydir. Güçlü heyecanlar genel olarak yüksek sesle dile gelirler.
"Bu Mestienne Baba'nın hatası. Sersem herif. Beklenilmedik zamanda ölünür mü? Mösyö Madeleine'i o öldürdü.
O şu anda ta-
-400-
butun içinde. Göçüp gitti işte. Onun gibi bir adam böyle ölsün, iyi de, ne anlamı var bu olup bitenin? Tanrım,
Tanrım! O öldü ve şu küçük kız, onu ne yapacağım? Meyveci kadın ne diyecek? Böyle bir adam ölür mü hiç?
Benim arabamın altına girmiş hayatımı kurtarmıştı. Mösyö Madeleine! Mösyö Madeleine. Boğuldu, zaten
söylemiştim, inanmamıştı bana. Bu adam insanların en iyisiydi, öldü. Ya küçük çocuk? Ben oraya gitmem.
Burada kalırım. Başıma bunlar geldikten sonra, ikimiz de ne kafasızmışız. Bir de yaşlı olacağız. Peki ama
manastıra nasıl girmişti? Böyle şeyler yapmamak gerekir. Mösyö Madeleine! Madeleine Baba! Madeleine Baba!
Mösyö Madeleine! Mösyö Madeleine! Duymuyor beni. Ne olursunuz, buradan hemen çıkın. N'olursunuz!"
Saçlarını yolmaya başladı.
Uzaklardan, bir gıcırtı duyuldu. Mezarlığın kapısı kapanıyordu.
Fauchelevent, Jean Valjean'm üzerine yeniden eğildi. Birden yerinden sıçrayıp, mümkün olduğu kadar geriye
gitti. Jean Valjean gözlerini açmış, ona bakıyordu.
Bir ölüyle yüz yüze gelmek dehşet vericidir, ama birisinin ansızın canlandığını görmek de en az o kadar
ürkütücüdür. Fauchelevent buz kesip sapsarı olmuş, bu yoğun duygusal olayların etkisiyle tamamen dikkati
dağılmıştı. Karşısındaki bir ölü mü yoksa diri mi ayırt edemeyecek bir halde Jean Valjean'a, o da kendisine
bakıyordu.
"Uyuyakalmışım," dedi Jean Valjean.
Sonra doğrulup oturdu.
-401-
Fauchelevent dizlerinin üzerine çöktü.
"Aman Tanrım, beni çok korkuttunuz!"
Ardından tekrar ayağa sıçrayıp sevinçle haykırdı:
"Yaşasın Mösyö Madeleine!"
Jean Valjean sadece bayılmıştı. Temiz hava onu kendine getirmişti.
Neşe, korkuya tepkidir. Fauchelevent'in de aynen Jean Valjean gibi kendine gelmesi için belli bir sürenin
geçmesi gerekti.
"Demek ölmediniz. Ne kadar akıllısınız; size o kadar yüksek sesle bağırdım ki, sonunda kendinize geldiniz.
Gözlerinizin kapalı olduğunu görünce kendi kendime 'işte ölmüş' dedim, neredeyse delirecektim. Hani, deli
gömleğini giyecek kadar. Sizin ölmüş olduğunuzu görünce ne yapabilirdim ki? Sonra şu küçük kız var. O meyve
satan kadına ne demeli? Olup bitene bir türlü akıl erdiremeyecekti. Çocuğu veriyoruz, sonra büyükbabası öldü
diyoruz. Ne acayip bir hikâye olacaktı. Ey, benim cennetlik azizlerim. Neyse yaşıyorsunuz ya."
"Üşüyorum," dedi Jean Valjean.
Fauchelevent bu kelimeyi duyunca birden içinde bulunduğu durumu hatırladı. Kendilerine gelmiş olmalarına
rağmen, pek farkında olmasalar da her ikisi de tedirginlik duyuyordu. Bulundukları yerin tuhaf kasvetinden
kaynaklanıyordu bu tedirginlik.
"Buradan hemen çıkalım!" diye bağırdı Fauchelevent.
Ceplerini karıştırıp daha önce yanına aldığı bir matarayı çıkardı.
-402-
"Önce biraz boğazımızı ıslatalım," dedi.
Açık havanın yaptığı etkiyi içki tamamladı. Şişeden bir yudum alan Jean Valjean tamamen kendine geldi.
Tabuttan çıktı ve kapağı yeniden çivilemesi için Fauchelevent'e yardım etti.
Üç dakika sonra çukurdan çıkmışlardı.
Fauchelevent artık rahatlamıştı. Acele etmiyordu. Mezarlık kapanmıştı. Mezarcı Gribi-er'in geri gelmesi
imkânsızdı. Bu 'acemi çaylak,' şu anda, evinde hani hani kartını arıyor olmalıydı ama bulamayacaktı. Çünkü kart
Fauchelevent'in cebindeydi ve kartı olmadan mezarlığa yeniden giremezdi.
Fauchelevent küreği, Jean Valjean kazmayı aldı. İkisi birden boş tabutu gömdüler.
insanlar arasındaki eski isimleri unutulmuş, isimlerin yerini münzevi lakaplan almıştı. Hiç et yemiyor ve hiç şarap
içmiyorlardı, çoğu zaman gece yanlanna kadar bir şey yemeden duruyorlardı. Kırmızı kılık kıyafetten
yoksundular; yaz için kalın, kış için ince ve hafif siyah yünden çuhalar giyerlerdi; bunların ne bir parçasını
-415-
kısaltabilir ne uzatabilirlerdi; hatta mevsimine göre keten bir bez elbise ya da yün bir yeleğe sahip olma
ayrıcalığından bile yoksundular; altı ay boyunca ateş nöbetleri geçirmelerine neden olan kaim, şayak fanilalar
giyiyorlardı. Oturdukları yerler kışın en soğuk aylarında bile ısıtılmıyordu. Odalarına ateş denen şey girmemişti.
Mahkûmlar gibi iki parmak kalınlığında şilte üzerinde değil hasır üzerinde yatıyorlardı. Uyku uyuyacak vakit bile
bırakmıyorlardı. Bütün bir gün çalıştıktan sonra, geceleyin tam dinlenmeye geçip uykuya dalacakları sırada
kalkıp bitkin bir halde soğuk kilisenin taşlarına diz çökerek dua ediyorlardı.
Bazı günler, her birinin sırası gelince, diz çökmüş ya da yüzüstü yere yatıp kollarını haç şeklinde açmış, secdeye
varmış bir halde on iki saat durması gerekiyordu.
Ötekiler erkek, bunlar kadındı.
O erkekler ne yapmışlardı? Hırsızlık, dolandırıcılık, yağmalama yapmış, adam öldürmüş, ırza geçmişlerdi. Onlar
haydutlar, zehirleyiciler, yangın çıkaranlar, katillerdi... Peki bu kadınlar ne yapmışlardı? Hiçbir şey
yapmamışlardı.
Bir yanda haydutluk, sahtekârlık, cinayet gibi her tür kötülük, öte yanda tek bir şey vardı: Masumiyet.
Bir yanda alçak sesle itiraf edilen cinayetler, öbür yanda yüksek sesle itiraf edilen suçlar. Bir yanda cinayetler,
öbür yanda önemsiz hatalar.
Bir yanda leş gibi bir koku, öbür yanda
-416-
anlatılmaz güzel kokular. Bir yanda silahların altında tutulan topla tüfekle kuşatılmış ve kurbanlarını yavaş yavaş
yiyip bitiren bir manevi veba hastalığı, öte yanda bütün ruhların aynı ocakta, namuslu, masum bir şekilde
kucaklaşması. Orada zulüm; burada karanlık; ama aydınlıkla dolu bir karanlık, dalga dalga, ışık yayan
aydınlıklar.
İki esaret yuvası: Birincisinde affa uğramak ya da kaçıp kurtulmak mümkün. İkincisinde ölüme kadar devam
etmek, bütün umut geleceğin uzak ucunda, insanların ölüm dedikleri o zayıf özgürlük ışığından ibaret.
Birincide zincirlerle, ikincide inançla bağlıydılar.
Birinciden ne kokusu tütüyor? Korkunç bir lanetlenmişlik, diş gıcırtıları, nefret, umutsuz bir kötülük, insan
topluluğuna karşı bir kuduz köpek haykırışı, gökyüzüne acı bir baş kaldırma.
İkinciden çıkan neydi? Kutsallık ve sevgi.
Birbirlerine bu kadar benzeyen ve benzemeyen bu iki yerde de, birbirinden bu kadar ayrı olan insanların
yaptıkları iş aynıydı: Kefaret ödemek.
Jean Valjean birincilerin kefaretlerini ödemelerini anlıyordu, ama ötekilerinkini anla-yamıyordu. Bu masum ve
temiz varlıklara bakıp dehşet içinde kendi kendine şöyle düşünüyordu: 'Niçin ceza çekiyorlar? Neyin kefareti?
Hangi kefaret?' Vicdanında bir ses ona cevap veriyordu: İnsanın yüce ruhluluğunun en büyüğünü göstererek,
başkasının günahının kefaretini ödüyorlar.
-417-
Burada biz, kendi bakış tarzlarımızı ileri sürmüyoruz. Olup bitenlere Jean Valjean'ın gözüyle bakıp, sadece onun
hissettiklerini anlatıyoruz.
Jean Valjean'ın gözlerinin önünde özverinin en kutsalı, erdemliliğin erişebileceği en yüksek nokta bulunuyordu.
Bu, başkalarını affeden ve onların hatalarının kefaretini çeken bir günahsızlıktı: Gönül rızasıyla kabul edilmiş
esirlik, bilerek kendine işkence etmek, işlenmemiş suçların cezasını çekmek, eziyeti kabul etmek, sırf günahkâr
ruhları bu günahlarından kurtarmak için... Bu, Tanrı sevgisi içinde ortaya çıkan insan sevgisiydi, yüzlerinde hem
acı çekenlerin, hem mükâfat görenlerin izi vardı.
Ve birden, aklına kendi durumundan ara sıra yakındığı geldi.
Çoğu zaman gece yansı kalkıyor, katı şartlar altında ezilen bu masum ve acı çeken insanların şükran şarkılarını
dinliyor; forsada ceza çekenlerin çoğunun Tann'ya karşı geldiklerini, küfür etmek için seslerini gökyüzüne
yükselttiklerini, bir zamanlar kendisinin bile gökyüzüne yumruklarını kaldırdığını düşündükçe iliklerine kadar
ürperip delire-cek gibi oluyordu.
Şimdiye kadar başına gelenler ilahi takdirin ona bir İhtan olmalıydı; bu da onu derin düşüncelere sürüklüyordu.
Bütün o tırmanışlar, tehlikeli serüvenler, duvarlan aşmalar, yükseklere tırmanışlar; öteki kefaret ödeme yerinden
kurtulmak için katlandığı onca zahmete, buraya girmek için katlanmıştı.
-418-
Acaba kaderin bir göstergesi miydi bu?
KÜÇÜK PICPUS MANASTIRI
1. Küçük Picpus Sokağı, No. 62
Bundan yarım yüzyıl önce, Küçük Picpus Sokağı'ndaki 62 numaralı binanın avlu kapısı, avam tarzı porte-cochere kapıları hatırlatan en güzel örnekti. Genel olarak davet edici bir şekilde hep yarı açık durur ve bu aralıktan hiç de sıkıcı, hüzünlü olmayan iki şey görünürdü; asmaların çevrelediği bir duvar ve yüzünden aptallık akan bir kapıcı... Arkada, duvarın üzerinden büyük geniş gövdeli ağaçlar göze çarpıyordu. Avluya bir demet güneş ışığı düşüp orasını cıvıl cıvıl yaptığında ve bir iki kadeh şarap içen kapıcı neşelendiğinde, 62 numaranın önünden, oranın çok hoş bir yer olduğunu düşünmeden geçmek çok zordu. Gelgeldim, şöyle göz ucuyla birazını gördüğünüz yer, aslında hüzün dolu, kasvetli bir yerdi.
Eşik, gülümser gibiydi ama, bina gözyaşları ve dualar içindeydi.
Eğer kapıcıyı atlatmanız mümkün olsa -bu iş hiç de kolay bir iş değildi, hatta imkânsızdı, çünkü kapıcıyı atlatmak için bir tür 'açıl susam açıl' demek gerekiyordu- o zaman sağda dar bir koridora girilirdi. Bu koridora
-283-
açılan iki duvar arasına sıkışıp kalmış bir merdiven vardı ve bu merdiven o kadar dardı ki, aynı anda ancak tek bir kişi inip çıkabilirdi. Çikolata rengi merdiven boyunca duvara yayılan san duvar kâğıdından korkmadan, merdivenden çıkmaya cesaret edebilirseniz, önce birinci sonra da ikinci bir geniş merdiveni geçer ve sizi ısrarla takip eden sarı ve çikolata renkleriyle kaplı ikinci kata ulaşırdınız. Merdiven ve koridor, iki güzel pencereyle süslenmişti. Koridor biraz gittikten sonra birdenbire kıvrılıyor ve karanlık oluyordu. Burası da geçildikten sonra kapalı olmamasının, esrarını bir kat daha artırdığı garip bir kapıya geliniyordu. Kapıyı şöyle bir itince, altı ayak kadar genişliğinde bir odaya giriliyor ve taş döşeli, yeni yıkanmış gibi tertemiz olan bu oda insana bir resmiyet duygusu veriyordu. Duvarlara, topu on beş meteliğe satılan çiçekli kâğıtlar kaplanmıştı. Küçük dört köşe parçalardan yapılmış olan ve sol tarafta, oda boyunca uzayan geniş bir pencereden mat ve beyaz bir aydınlık içeri giriyordu. Etrafa göz gezdirilince tek bir insan görülmüyor, kulak kabartınca ne bir ayak sesi, ne de bir insan fısıltısı duyuluyordu. Duvarlar bomboştu, odanın içinde tek bir mobilya, hatta oturacak bir sandalye bile yoktu.
Tekrar odaya bakacak olursanız, kapının tam karşısındaki duvarda, bir ayak büyüklüğünde dört köşe bir boşluk. Bu boşluk, çapraz kalın düğümlü, kapkara demir çubuklarla kaplıydı, bu demirler de karelerden ibaretti. Hatta bunlar bir zincirin halkalarına ben-
-284-
ziyordu demek daha doğru olur. Çaplan bir buçuk parmaktan daha fazla değildi. Duvar kâğıdının yeşil renkte küçük çiçekleri düzenli bir şekilde ve düzenlerini bozmadan bu demir parmaklıklara kadar geliyor, ama bu kasvet verici buluşmadan hiçbir yılgınlık ve korku duymuyorlardı. Bu boşluktan geçebilecek kadar ince ve zayıf bir insanın içeri girmesinden korkulmuş olmalı ki, üstelik bir de parmaklık konmuştu. Hiçbir beden bu parmaklıktan içeri giremez, ancak bakışlar; yani düşünce buradan geçebilirdi. Bu da düşünülmüş olmalı ki, boşluğun iç tarafına bir de teneke çivilenmişti. Bu tenekenin üzerinde bir süzgecin deliklerinden bile ufak binlerce delik vardı. Bu teneke levhanın altında da mektup kutularının ağzına benzeyen geniş bir yarığın sağ tarafından, bir çıngırağa bağlı olan bir ip sallanıyordu.
Bu ipi çekecek olursanız bir çıngırağın çaldığı ve çok yakından gelen titrek bir sesin cevap verdiğini duyardınız. "Kim o?"
Bu, bir kadın sesidir. Hem de çok tatlı bir kadın sesi. Bu ses, tatlı olduğu kadar da hüzünlüdür.
Cevap verebilmek için, sihirli bir kelimeyi bilmek gerekir. Eğer bilmiyorsanız, o ses cevap vermez, susar ve duvar sanki öbür yanında endişeli bir mezar karanlığı varmışçasına, yeniden eski sessizliğine bürünür.
Şayet cevap yerine geçen kelime biliniyorsa, bu ses tekrar duyulurdu: "Sağ tarafa girin!"
-285-
O zaman, pencerenin karşısında sağ tarafta, üzerinde gri boyalı camlı bir pencere bulunan yine camlı bir kapının olduğunu fark eder, kapının tokmağını çevirip içeri girdiğinizde, parmaklıkla ayrılmış bir locada, avizeleri yanmamış bir tiyatroda olduğunuz duygusuna kapılırdınız. Gerçekten de, bir tür tiyatro locasıydı burası ve camlı kapıdan giren ışıkla yarım yamalak aydınlanıyordu. İçerde iki iskemle ve sökülmüş bir hasırdan başka eşya yoktu. Tıpkı localardaki gibi dayanılacak yeri ve bu dayanılacak yerin üzerinde siyah tahtadan, küçük bir tabla vardı. Bu loca da parmaklıklarla çevriliydi, ama parmaklıklar, operada olduğu gibi yaldızlı tahtadan değildi; sıkılmış yumruklara benzeyen büyük takozlarla duvara tutturulmuş, demir çubuklarla örülü, arapsaçı gibi karmakarışık korkunç bir kafesti.
İlk şaşkınlık anları geçip, gözünüz bu giz-leyici karanlığa biraz alışınca, parmaklığın ardına bakmaya çalışır, ama beş altı parmaktan ötesini göremez, ancak san renkte tahta pervazlarla pekiştirilmiş kara kepenkler görürdünüz; bu kepenkler uzun ve dar tahtalardan yapılmıştı. Demir kafesi boydan boya örtüyordu ve sürekli kapalıydı.
Birkaç saniye sonra, bu kepenklerin arkasından size şöyle seslenildiğini duyardınız:
"Buradayım, beni niçin istediniz?"
Bu ses sevilmiş bir insanın sesidir; hatta zaman zaman kendine hayranlık duyulmuş birinin sesidir. Oysa kimseyi göremez ancak zar zor soluk aldığını duyabilirdiniz. Sanki bir
-286-
melek mezarın ötesinden konuşuyormuş gibi. Hani tesadüfen uygun bir zamanda ortaya çıkmışsanız -ki bu çok ender olurdu- karşınızdaki kepengin tahtalarından biri açılır, karşınızda, parmaklığın arkasında, sadece çenesi ve ağzı görünen, her tarafı siyah bir peçeyle kaplı bir baş belirirdi. Bütün gördüğünüz, her yanı siyah örtüler içinde kaybolmuş siyah bir şekilden başka bir şey değildir. Bu baş, söylediklerinize cevap verir, ama bakışlarını yerden hiç ayırmaz ve hiç gülümsemez.
Arkanızdan gelen aydınlık öyle bir ayarlanmıştı ki, siz onu beyaz o da sizi kapkara görürdü. Bu, simgesel bir ışıktı.
Ama bakışlarınız yine de nierakla bütün gözlere kapalı olan bu yerde, karşınızda açılmış olan aralıktan içeriye sızardı.
Matem elbisesi giymiş olan bu varlığın çevresini koyu bir karanlık sarardı. Bakışlarınız bu karanlığı yırtmaya, karşıda görülen bu varlığa erişmeye çalışır, aradan çok geçmeden hiçbir şey göremediğinizi anlardınız. Görülen tek şey, gecenin ta kendisiydi, boşluktu, karanlıklardı, mezardan kalkan dumanlara karışan bir kış sisiydi, korkunç bir sükûnetti. Bu sessizlik dışarıya hiçbir şey vermiyor, iniltiler bile duyulmuyordu; içinde hiçbir şeyin ayırt edilmediği bir karanlıktı, orada hayaletler bile görülmezdi.
Gördüğünüz şey, bir manastırın içiydi. Bernard'm rahibelerinin aralıksız ibadet yeri olan manastır işte bu karanlık ve kasvetli binanın içindeydi. Az önce sözünü ettiğimiz locaya benzeyen yer, konuşma odasıydı. Bi-
-287-
naya girilirken duyulan ilk ses, üzerinde binlerce delik bulunan teneke ile kaplı olan bu penceremsi boşluğun yanında, duvarın öte tarafında, hiç hareket etmeden oturan ve bütün görevi bu soruyu sormak olan rahibenin sesiydi.
Locaya benzeyen yerin karanlığı, burasının manastıra bakan tarafında hiçbir pencere olmaması, sokak tarafında ise bir tek pencere bulunmasından ileri geliyor ve böylece kutsal yer; yani manastır, yabancı gözlerden saklanmış oluyordu.
Ancak, bu karanlığın ardında bir aydınlık, bu ölümün içinde bir hayat vardı. Bu manastır belki de manastırların en kapalısı olmasına rağmen oraya girmeye ve okurlarımızı da içeri sokmaya çalışacak ve bu arada, imkân dahilinde, şimdiye kadar hiçbir hikayecinin görmediği ve bu yüzden anlatmadığı şeyleri açıklamaya çalışacağız.
2. Martin Verga Tarikatı
1824 yılından çok daha önceleri Küçük Picpus Sokağı'nda var olan bu manastır Martin Verga tarikatına bağlı olan Bernardin rahibelerinin manastırıydı.
Dolayısıyla da bu Bemardinler öteki Ber-nardinler gibi Clairvaux'ya değil, Benedikten-ler gibi Citeaux'ya bağlıydılar. Başka bir deyişle; Saint-Bernard kulu değil, Saint Benoit kuluydular.
Eski kitapları karıştırmış olan herkes bilir ki, Martin Verga 1425 yılında Bernardin-Be-nediktenlerden oluşan tarikatın baş manastı-
-288-
n Salamanque'da, buna bağlı küçük manastırın da Alcala'da bulunduğu bir cemaat oluşturmuş ve bu tarikat Avrupa'nın bütün Katolik ülkelerinde dal budak salmıştı.
Bir tarikatın başka bir tarikatla, adeta aşı yapılır gibi birleştirilmesi Latin kilisesinde her zaman rastlanan bir durumdur. Ele aldığımız Saint Benoit 'Benedict' tarikatına şöyle yakından bakacak olursak, Martin Verga tarikatı bir yana, başka dört cemaatle birleşmiş olduğunu görürüz. Bunlardan Mont-Cassin ve Sainte-Justine İtalya'da diğer ikisi Cluny ve Saint-Maur Fransa'dadır. Öte yandan bu tarikata dokuz tarikat daha bağlıdır: Valom-brosa, Grammont, les Celestin,' îes Camaldu-le, les Chartreux, les Humilie, les Olivateur, les Silvestrin ve nihayet Citeaux da Saint Be-noit'dan çıkan ufak bir tarikattan başka bir şey değildir. Öteki tarikatların gövdesi olan Citeaux Saint-Benedict'ın (Benoit'nın) dallarından sadece biridir. Citeaux adı, Molesme Manastırı Başrahibi Aziz Robert'ten gelir ve 1098'de Langres piskoposluğu içinde yer alır. Şeytan'ın, o zamanlar 17 yaşında olan Saint-Benoit ile birlikte yaşadığı eski Apollon Tapı-nağı'ndan kovulup Subiaco çölünde (yaşlı bir adam olarak) inzivaya çekildiği yıl 529'dur.
Daima çıplak ayakla dolaşan, gerdanlarına bir kamış parçası asan ve hiç oturmayan Karmelitlerden sonra en katı kuralları olan tarikat, Martin Verga'nın Bernardin-Benedik-ten tarikatıdır. Bu tarikatın rahibeleri baştan aşağı siyah giyinirler. Giydikleri siyah elbisenin, Saint-Benedict'in kesin bir dille buyur-
-289-
duğu gibi; çeneye kadar çıkması gerekir. Kumaş serjdendir; büyük bir yün atkı taşırlar, çeneye kadar çıkan geniş ve yenli elbise tam göğüste dört köşe kesilmiştir. Başlarındaki rahibelere özgü şapka gözlerine kadar iner. Tarikata yeni girenler de aynı elbisenin beyazını giyerler. Oysa eskilerin, şapkaları dışında giydikleri baştan ayağa siyahtır. Tövbe etmiş olan rahibelerin bir de teşbihi vardır.
Martin Verga'nın Benedikten-Bernardinle-ri kesintisiz ibadeti kabul etmişlerdir. Kendilerine Kutsal Kitap'm kadınları da denilen Be-nediktenler de aynı ibadet şeklini kabul etmişlerdir. Bu rahibeler, bu yüzyılın başında biri Paris'te, Temple'da öteki Neuve-Sainte-Genevieve Sokağı'nda olmak üzere iki manastıra sahiptiler. Ama bu manastırlarda bulunan Kutsal Kitap'm kadınları ile sözünü ettiğimiz Küçük Picpus'un Bernardin-Benedik-tenleri arasındaki kurallar farklıdır. Yaşama kuralları açısından birçok, kıyafetleri açısından da bazı farklar bulunur. Picpus'un rahibeleri siyah elbise giydikleri halde Kutsal Kitap rahibeleri beyaz giyerler ve göğüslerinde üç parmak kalınlığında, yaldızlı bakırdan ya da gümüşten kutsal bir madalyon taşırlar. Picpus rahibeleri bu kutsal
madalyonları takmazlar. Kesintisiz ibadet müşterek olmasına rağmen, Picpus Manastırı ile Temple Manastın arasında bir yığın farklılı_____klar vardır. Öte yandan, birbirine düşman olan bu iki tarikatın; İsa'nın çocukluğuna, hayatına, ölümüne ve Meryem'e ait gerçeklerin incelenmesi ve övülmesi açısından aralarında benzerlikler
-290-
vardır. Bu tarikatların bağlı oldukları kiliselerden İtalya'dakini, Floransa'da, Philippe de Neri; Fransa'dakini, Paris'te Pierre de Berulle kurmuştu. Pierre de Berulle kardinal olduğu için Paris kilisesinin öteki kiliseden daha önemli olduğunu ileri sürüyordu. Neri ise sadece bir azizdi.
Martin Verga'nın katı İspanyol kurallarından söz açalım:
Bu tarikatın rahibeleri bütün bir yıl perhiz yaparlar. Oruç günlerinde ve kendilerine özgü başka günlerde de oruç tutarlar. Geceleyin kalkıp üçe kadar ibadet ve dua ederler. Bütün kış hasır üstünde yatar, çarşaf olarak ince bir örtü kullanırlar. Hiç yıkanmazlar. Ateş yakmazlar. Haftada bir defa kendilerini kamçıyla dövdürürler. Ancak dinlenme sırasında konuşurlar. Bu tatil zamanlan çok kısadır. Kutsal haç günü olan 14 Eylül'den Paskalya'ya kadar; yani altı ay, kaba yünden bir gömlek giyerler. Aslında bu tarikatın ku-rallanna göre bu gömleği bütün bir yıl boyunca giymek gerekir. Ama yazın, havalar sıcak olduğu zaman bu kadar kaba ve kalın bir gömlek hastalık ve nöbet yaptığı için, bu kural hafifletilmiş, gömlek sadece kışın giyilir olmuştur. Buna rağmen, 14 Eylül'de gömlek giyildiği zaman rahibelerden bir bölümünün hastalandığı görülür. Dünyadan el etek çekip uysal, fakir, temiz yaşamak: Bu tarikatın özü budur. Bu öz kurallarla ağırlaştınlmıştır.
Başrahibe, 'koro rahibeleri' denilen ve sesleri güzel olan rahibeleri üç yıl için seçer. Başrahibenin ancak üç defa seçme hakkı
-291-
I
vardır. Şu halde dua okuyan rahibenin görevi dokuz yıldan fazla süremez.
Ayini yöneten papazı göremezler. Dokuz ayak yükseklikteki bir yer, onların papazı görmelerine engel olur. Vaaz sırasında konuşan papaz mihrapta bulunduğu zaman, yüzlerini iyice örterler. Daima alçak sesle konuşmak, gözlerini yerden ayırmamak ve başlarını eğik tutarak yürümek zorundadırlar. Manastıra bir tek erkek girebilir, o da Başpiskopostur.
Manastırda başka bir erkek daha vardır; yaşlı bir adamdır, bahçıvanlık yapar. Rahibeler onun geldiğini anlayınca kaçsınlar diye, bahçıvanın dizine bir çıngırak bağlanmıştır.
Rahibeler, başrahibeye kayıtsız şartsız saygı duyarlar. Bu da, benliğinden vazgeçmenin son sınırına varmaktır. Sesine, İsa'nın sesi gibi kulak verirler. En ufak bir işaretini ka-çırmazlar, hemen, seve seve, sebatla, körü körüne, boyun eğercesine cevap verirler. İşçinin elindeki alet gibidirler. İzin almadan hiçbir şey okuyamaz ve yazamazlar.
Her biri, sırayla 'tövbe' dedikleri duayı ederler. Tövbe, yeryüzünde işlenen bütün günahların, yapılan bütün hataların, bütün düzensizliklerin, bütün şiddet ve haksızlıkların affedilmesi için yapılan bir duadır. Tövbe'yi yapan rahibe, çarmıha gerili İsa'yı temsil eden eşyanın önündeki taşın üstünde, diz çökmüş bir halde durur. Elleri kavuşturulmuştur. Boynunda bir ip vardır. Akşamın dördünden sabahın dördüne ya da sabahın dördünden akşamın dördüne kadar on iki sa-
-292-
at dua edilir. Rahibe yorgunluktan dayanamayacak bir hale geldiği zaman yüzükoyun yere yatar, kollarını haç şeklinde açar, başı zemine dönüktür. Bu durumda yeryüzünün bütün günahkârları için dua eder. Bu dua, üzerinde bir mum yanan bir direğin önünde yapıldığı için hem 'tövbe etmek' hem de 'direkte olmak' diye adlandırılır.
Rahibeler ikinci deyişi tercih ederler. Çünkü bu isim daha alçakgönüllülük ifade etmektedir. Aynı zamanda acı çekildiğini de gösterir.
Tövbe yapılırken insanın bütün ruhu, bütün varlığı duaya verilmiştir. Direğe giden rahibe, yanına yıldırım düşse bile başını çevirip bakmaz.
Öte yandan haçın önünde daima bir rahibe bulunur. Bu, bir tür nöbet gibidir. Bir saat sürer. Böylece haçın önü boş bırakılmamış olur. Aralıksız ibadet ismi buradan gelir. Baş-rahibe ve rahibeler çok özel ve ağırbaşlı isimler alırlar. Bu isimler azizlerin isimleri olmayıp, İsa'mn hayatıyla ilgili ve bu hayatın devrelerini gösteren isimlerdir. 'Doğum ana', 'hamile ana' gibi. Ayrıca aziz isimleri almak da yasak değildir.
Onlara baktığınız zaman ağızlarından başka bir yerlerini göremezsiniz.
Dişleri sapsarı kesilmiştir. Çünkü manastıra tek diş fırçası bile girmemiştir. Dişlerini fırçalamak, ruhunu yavaş yavaş şeytana satmak demektir.
Herhangi bir şeyden söz ederken, hiçbir zaman "ben" ya da "benim" demezler. Kendileri-
-293-
ne ait hiçbir şeyleri yoktur. Ve hiçbir şeye de sahip olmamalan gerekir. "Benim" yerine "bizim" derler. Bazen bir şeyi, örneğin bir dua kitabını, kutsal bir eşyayı, kutsal bir madalyonu kendi mallan gibi görmeye başlarlar; ama bu nesneyi önemsediklerinin farkına vanr varmaz da, o eşyayı hemen başka birine armağan ederler. Böyle bir durumda, örnek olarak Sa-inte Therese'in manastırına kabul edilmek isteyen ve kendisine, "Çok değer verdiğim kutsal bir İncili almama izin verin annemiz," diyen zengin bir kadına söylediklerini hatırlarlar:
"Ya, demek değer verdiğiniz bir nesne var. Öyleyse evimize girmeyin."
Kim olursa olsun, kendini tecrit etmesi ve bir oda sahibi olması yasaktır. Hücreleri daima açıktır. Karşılaştıklan zaman birisi ötekine şöyle der:
"Mihrabın en kutsal ibadetine övgü ve hayranlığın eksik olmasın..." Öteki şöyle cevap verir: "Daima."
Birisi ötekinin kapısını çalınca da bu şekilde konuşurlar. Kapıya vurur vurmaz, öte taraftan yumuşak ve tatlı bir sesin "daima" dediği duyulur. Bütün âdetler gibi bu da tekrar edile edile mekaniklesin Bu yüzden biri, "Mihrabın en kutsal ibadetine..." diye daha söze başlamadan öteki "daima"yı yapıştınr.
Günün her saatinde tarikatın kilise çanından üç ilave çan sesi duyulur. Bu çan sesleri işitilince, başrahibe, anne'ler, tövbekar rahibeler, hizmet eden kardeşler, dine dönüp manastıra girmiş olanlar, yeni gelenler, hepsi
-294-
sözlerini, düşüncelerini, yaptıklannı öylece terk ederek, örneğin saat beş ise, şöyle derler: "Saat beşte ve her saatte mihrabın en kutsal ibadetine övgü ve hayranlığın eksik olmasın."
Saat sekizse, "Saat sekizde ve her saatte..." vb derler. Böylece duaya giriş saate göre değişir.
Bu âdetin amacı, düşünceyi başıboş bırakmaktan kurtarıp onu daima Tann'ya yöneltmektir. Bu, birçok dini toplulukta var olan bir âdettir. Değişen sadece biçimdir. Örneğin başka bir yerde bu duanın şöyle söylendiğini görüyoruz: "Şu saatte ve bütün saatlerde İsa'nın aşkı kalbimi doldursun."
Martin Verga'nın Benedikten-Bernardinle-ri elli yıldan beri Küçük Picpus'a kapanıp kalmışlardır. İlahilerini ağır, hüzünlü bir biçimde hançerelerinin bütün gücü ile söylerler. Saf, doyurucu bir müziktir bu. Dualan okurken herhangi bir ara gelince "İsa-Meryem-Yusuf derler. Cenaze ayinlerinde bu dualan o kadar alçak bir sesle okurlar ki, bu kadın seslerinin mezara kadar gitmesi zordur. Bu biçimde dua okumak, dinleyenler üzerinde trajik ve çarpıcı bir etki yapar.
Picpus rahibelerinin cemaatlerinin ölülerini gömmek için mihrabın altında mezarlık olarak kullanabilecekleri bir bodrumları vardı. Dediklerine göre hükümet bu bodruma ta-butlann konulmasına izin vermemişti. Bu da demektir ki, en fazla üzüldükleri nokta öldükleri zaman manastın terk etmek zorunda kalmalanydı.
-295-
Koparabildikleri bütün izin küçük bir teselliydi ve bu da; kendi tarikatlarının malı olan ve Vaugirard mezarlığında bulunan bir alanın ayrılmış bir yerine ve belli bir saatte gömülebilme imtiyazıydı.
Bu rahibeler, perşembeleri, sanki pazar günüymüş gibi büyük ayini ve diğer ayinleri gerçekleştirirler. Ayrıca, manastırların dışında bulunan insanların bilmedikleri en önemsiz dini günlerin hiçbirini unutmazlar. Eskiden Fransa'da kilise, bu günleri halka bildirirdi. İtalya ve İspanya'da hâlâ böyle yapılmaktadır. Dualarının sayısına ve süresine gelince; bunu en iyi bu rahibelerden birinin şu saflık dolu sözleri dile getirir: "İlk gelenlerin duaları korkunçtur. Yenilerinki daha da beterdir, eskilerinki ise beterin beteridir."
Haftada bir rahibeler bir araya gelir. Bu toplantıda başrahibe toplantıya başkanlık eder; diğerleri ona refakat eder ve rahibeler birer birer taşın üzerine diz çökerek herkesin önünde, hafta boyunca yaptıkları hataları ve işledikleri günahları itiraf ederler. Bu itirafların her birinden sonra toplanıp görüşen rahibeler verilecek cezalan kararlaştınrlar.
Ciddi hatalara ayırdıklan yüksek sesle itiraftan başka önemsiz hatalann ele alındığı bir ceza yöntemi vardır. Bu yöntemde esas olan, ayin sırasında başrahibenin önünde yüzükoyun yatmaktır. 'Annemiz' unvanından başka bir adla çağnlmayan başrahibe, önünde yatan rahibeyi üzerine oturduğu tahta sıraya vurarak işaret verir. Bu işaret, yatan rahibenin kalkabileceğini gösterir. En önemsiz
-296-
bir şey için bile bu ceza uygulanır. Kınlan bir bardak, yırtılmış bir kumaş, elde olmayan nedenlerle bir ayine birkaç saniye geç kalmış olmak, kilisede yanlış bir şey söylemek vb... bunlar ceza almak için yeterli nedenlerdir. Rahibe, kendi hakkında karar verir ve layık gördüğü cezayı kendine uygular. Pazar günleri ve yortularda korodaki dört rahibe, dört köşe bir masanın çevresinde makamla dualar okur. Bir gün bu rahibelerden biri, gece ile başlayan duayı yanlış okuyarak Ecce yerine, mi, sol, si notalannı söylemiş ve bu dalgınlık yüzünden bütün ayin boyunca yerde yüzükoyun yatma cezası almıştı. Dualannı okuyan diğer rahibelerin gülmüş olması bu hatayı daha da ağırlaştırmıştı.
Bir rahibe konuşma odasına çağınldığı zaman -çağnlan başrahibe bile olsa- yukanda anlattığımız gibi yüzünü kapamak zorundadır. Bu durumda, ağzından başka bir yerinin görünmemesi gerekir.
Yabancılarla ancak başrahibe konuşabilir. Ötekiler sadece en yakın akrabalannı görebilirler. Bu izin de nadiren verilir. Örneğin dışandan gelen biri, eskiden tanıyıp dost olduğu bir rahibe ile konuşmak isterse izin almak için uzun süre uğraşmak zorundadır. Bu, bir kadınsa izin verilmesi az da olsa mümkündür. Rahibe konuşma odasına gelince kepenklerin arkasına geçip oturur ve bu kepenkler nadiren açılır. Bu izin de, ancak bir ana ya da bir kız kardeş için verilir. Sanı-nm erkeklere izin verilmediğini söylemeye bile gerek yok.
-297-
Martin Verga'nın daha da ağırlaştınlan, Saint Benedict kuralları işte böyledir.
Bu rahibelerin hayatı öteki tarikatlara mensup kadınlannki kadar neşeli, renkli ve eğlenceli değildir. Benizleri sapsarıdır. Hüzünlüdürler. 1825 ile 1830 yılları arasında bu rahibelerden üçü çıldırmıştır.
3. Katı Kurallar
İlk giren rahibeler iki yıl bekledikten sonra dört yıl acemi rahibelik yaparlar. Yirmi üç ya da yirmi dört yaşından önce tarikata girmek mümkün değildir. Martin Verga'nın Ber-nardine-Benediktenleri aralarına dul kabul etmezler. Hücrelerinde, kimsenin bilmediği ve kimseye söylemedikleri cezalar vererek kendilerini terbiye ederler. Yeni rahibelerden birinin asıl rahibe olacağı gün, kendisine çok güzel pembe elbiseler giydirilir. Saçları parlatılarak düzeltilir. Sonra yeni rahibe yere yatar, üzerine kara bir örtü atılır ve ölüm ayini yapılır. Ayin sırasında rahibeler iki sıra olurlar. Sıralardan her biri yerde yatan yeni rahibenin yanından geçerek: "Kardeşimiz öldü," derler. Öteki sıra cevap verir: "İsa'da yaşıyor." Bu hikâyenin olup bittiği sırada manastıra bağlı bir okul vardı. Soylu kızlara ait özel bir okuldu. Öğrencilerin çoğu zengindi. Aralarında Matmazel de Sainte-Aulaire ve Matmazel de Belissen ile ünlü bir Katolik ismi olan Talbot adında genç bir İngiliz kızı vardı. Dört duvar arasında rahibeler tarafından yetiştirilen bu genç kızlar dünyadan ve içinde yaşadıkları çağdan korkarak büyüyorlardı.
-298-
Bunlardan biri bize şöyle demişti: "Sokağın taşlarını görmek içimi titretiyordu." Mavi bir elbise beyaz bir başlık giyer, göğüslerinde bakırdan ya da gümüşten bir Saint-Esprit haçı taşırlardı. Bazı büyük yortu günlerinde, özellikle Sainte-Marthe yortusunda onlara, büyük bir lütuf olarak rahibe gibi giyinip bütün gün ayinlere katılma iznini verirlerdi. Rahibeler ilk zamanlarda onlara ödünç olarak kendi siyah elbiselerini veriyorlardı. Sonra bunun yanlış olduğu düşünüldü ve başrahibe yasakladı. Bu ödünç verme, ancak yeni rahibelere tanınan bir hak oldu. Bu tür âdetlerin manastırdaki öğrencileri rahibe olmaya teş-vik etmek için yapıldığı belliydi. Oysa, bunun farkında bile olmayan çocuklar için kendilerine rahibe elbisesi verilip ayinlere katılmak gerçek bir mutluluk nedeniydi. Kısacası bundan memnundular. Bu, yeni bir şeydi, bir değişiklikti Zaten saatlerce bir kürsünün önünde ayakta durup dua etmekten büyük bir sevinç duymak o saf, tertemiz çocukluk dönemine ait bir duygudur. Bunu biz büyükler pek anlamayız.
Öğrenciler katı kurallar kadar bütün manastır âdetlerine boyun eğmek zorundaydılar. Bu manastırda yetişmiş, ama oradan çıkalı yıllar geçmiş evli bir kadın, kapısının her vuruluşunda, hemen, "daima" demekten kendini alamazdı. Rahibeler gibi, öğrenciler de anababalarını sadece konuşma odasında görebiliyorlardı. Anneleri bile onlara sarılıp öpme iznini alamıyordu. Bu katı tutumların ne derece ileri gittiğini göstermek için bir örnek
-299-
verelim: Bir gün, annesiyle üç yaşındaki küçük kardeşi genç bir kızı ziyarete geldiler. Küçük kardeşini özleyen genç kız onu kucaklamak istiyordu. Ama bu imkânsızdı. Hiç olmazsa öpmesi için, küçük kardeşinin elini demir parmaklıkların arasından geçirmesine izin verilmesi için yalvardı. Ama bu istek sanki korkunç bir istekmiş gibi reddedildi.
4. Sevinçler
Bu genç kızlar bu hüzünlü ve kasvetli manastırı tatlı anılarla doldurmaktan geri kalmıyorlardı.
Bazı saatlerde, bu dört duvar arasında çocukluğun neşesi parıldardı. Dinlenme zili çaldıktan sonra bir kapının menteşeleri hareket eder; açılır ve kuşlar: "Çok iyi! İşte çocuklar!" derlerdi. Bir gençlik kasırgası, üzerinde yürü-ye yürüye haça benzemiş bu bahçeyi bir kefen gibi sarardı. Aydınlık yüzler, bembeyaz alınlar, neşe ışığıyla parlayan saf gözler, çeşitli gün doğumları bu karanlık yerde sökmeye başlardı. Dualardan, çanların çalmasından, ayinlerden sonra birden küçük kızların bir an vızıltısı kadar tatlı gürültüleri duyulurdu. Bir neşe kovanı açılır, herkes kendi balını getirirdi. Oynar, birbirlerine seslenir, ko-şuşurlardı. Küçücük beyaz dişler köşelerde çıtır çıtır gevezelik eder, uzakta duran rahibeler onları gözetlerdi. Sanki karanlıklar, ışıkları gözlüyorlardı. Ama ne önemi var ki? Hiç aldırış etmeden gülüp oynuyordu çocuklar. Şu asık suratlı dört duvar arasının da neşeli anları vardı. Duvarlar sanki bu neşenin yansı-
-300-
masıyla beyazlaşmış gibi, bu canlılık kasırgasına bakakalıyorlardı. Bu bağırışlar bir matemin içine yağan gül yağmuruydu sanki. Rahibelerin bakışları altında kızlar neşe içinde oynaşıp duruyorlardı; günahsızlığın bakışı, masumiyeti rahatsız etmez. Bu çocuklar sayesinde, katı kurallarla dolu saatlerin arasına saflıkla dolu anlar katılmıştı. Küçükler sıçrıyor, büyükler dans ediyordu. Bu taze ruhlar kadar güzel hiçbir şey yoktur yeryüzünde.
Sanki oraya Perrault ile birlikte gülmek için Homer gelmişti. Bu karanlık bahçede destandakilerden masallardakilere kadar, saraydakilerden izbe kulübelerdekine kadar Hecube'den Büyükanne'ye* bütün nineleri güldürmeye yetecek kadar gençlik, sağlık, gürültü, mutluluk ve insanı şaşırtan birçok şey vardı.
O son derece zarif ve hayal dolu bir gülüşle insanı güldüren çocuk sözleri belki her yerden çok, burada söylenmiştir. Bu mezar gibi dört duvann arasında bir gün, beş yaşında bir çocuk şöyle haykırmıştı: "Anneciğim, büyük bir kız bana, burada ancak dokuz yıl altı ay kalacağımı söyledi. O kadar mutluyum ki!.."
Şu hatırlatmaya değer olan konuşma da orada geçmiştir:
Bir rahibe ağlayan bir küçüğe: "Niye ağlıyorsunuz yavrum?" diye sorar. Altı yaşındaki çocuk hıçkırarak: "Alix'e Fransa tarihini bildiğimi söyledim. O, bilmiyorsun dedi, oysa biliyorum." Dokuz yaşındaki Alix:
* Bazı masal kahramanları.
-301-
"Hayır, bilmiyor işte." Rahibe: "Nerden biliyorsun yavrum?" Alix: "Kitabın herhangi bir sayfasını açıp, orada bulunan bir soruyu sormamı istedi benden. Bileceğini söyledi." "Peki ne oldu?" "Cevap veremedi." "Peki ne sordun ona?" "Söylediği gibi kitabı rastgele açtım ve ilk bulduğum soruyu sordum." "Bu soru neydi?" "Şuydu: 'Daha sonra ne oldu?'" Şu derin gözlem ise, okuldaki yatılı bir bayana ait olan obur bir papağana yönelikti; "Ne kadar ince değil mi; turtasını, bir Leydi gibi üzerinden yiyor."
Yine bu manastırın duvarlarının birine, yedi yaşındaki bir günahkâr tarafından unutulmaması için yazılmış şu cümleler okunuyordu:
Tanrım, kendimi, hırslı ve açgözlü olmakla suçlu ilan ediyorum.'
Tanrım, kendimi zina işlemiş olmakla suçlu ilan ediyorum.'
Tanrım, kendimi, gözlerimi erkeklere çevirmekle itham ediyorum.'
Yine bu manastırın çimenli bahçesinde yedi yaşında bir kız gül pembe ağzından, dört buçuk yaşlarında mavi gözlü bir arkadaşına şu hikâyeyi anlatmıştı:
"Baştan başa çiçek dolu bir ülkede yaşayan üç piliç vardı. Piliçler çiçekleri toplayıp ceplerine koydular. Ardından yaprakları toplayıp oyuncaklarının arasına koydular. Bu
-302-
ülkede ormanlarda yaşayan bir de kurt vardı. Bir gün bu kurt, küçük piliçleri yedi."
Bu şiir de Picpus Manastın'nda yazılmıştır:
Bir sopa indi pat diye
Soytarı vurdu onu kediye
İyi gelmedi ona bu, canını yaktı
Bir hanım da soytarıyı hapse attı.
Aşağıdaki tatlı ve yürek burkan sözleri söyleyen, tarikatın hayırseverlik faaliyetleri bağlamında alıp büyüttüğü kimsesiz bir küçüktü. Diğer çocukların annelerinden söz açtıklarını duyunca orada bulunan bir rahibeye şöyle demişti:
"Bana gelince, ben doğduğumda annem orada değildi."
Koridorlarda sürekli acele koşuştururken görülen ve elinde bir yığın anahtar bulunan bir rahibe vardı. Adı Agathe'ydi. On yaşından büyük olan kızlar ona, Agathocles adını takmışlardı.
Büyük ve dört köşe bir oda olan yemekhane, bahçe seviyesinde olan bir delikten başka hiçbir yerden ışık almıyordu. İçerisi adamakıllı karanlık ve rutubetliydi. Çocukların dediği gibi: Böcek kaynıyordu. Çevredeki bütün odalardan, boşluklardan ne kadar böcek varsa oraya akıyordu. Kızlar, yemekhanenin her köşesine, böcekleri göz önünde tutarak ayrı bir ad takmışlardı: Örümcekler köşesi, salyangozlar köşesi, karafatmalar köşesi ve ağustosböcekleri köşesi. Ağustosböcekleri köşesi mutfağın yakınındaydı ve öğrenciler orasını güzel bir yer olarak görüyorlardı, çünkü en az soğuk olan köşe burasıydı. Bu isimler,
-303-
yemekhaneden okula geçmiş ve bir öğrenci, hangi köşede oturuyorsa o köşenin adıyla adlandırılmıştı. Eski Mazarin Kolej i'nde de böyleydi. Bir gün başpiskopos manastırı ziyarete gelmişti. Girdiği sınıflardan birinin kapısı açılınca içeriye peri kadar güzel, san saçlı küçük bir kız girdi. Piskopos, taze yanaklı esmer güzeli bir başka öğrenciye sordu: "Kim bu kızcağız?" "Bu bir örümcek efendim." "Yok canım, peki şuradaki?" "O da bir cırcırböceği." "Peki ya şu?" "O bir tırtıl."
"Demek öyle! Peki ya sen?" "Ben bir tesbihböceğiyim, efendim." Bu çeşit manastırlann hepsinin kendilerine özgü yanlan vardır. Bu yüzyılın başında, böyle katı disiplinli yerlerden biri de Ecoou-en'dı. Karanlığında bir yığın genç kız yetiştirmiş katı kuralları olan, ama incelik dolu bir yerdi. Kutsal ayinler sırasında bu manastırda kızlar ikiye ayrılır, bunlardan bir gruba 'bakireler' ötekilere 'çiçekler' denirdi. Bu arada bazıları da bir kordon taşır ve diğerleri ellerindeki buhurdanla kutsal eşyayı kokulara boğarlardı. Çiçekler, çiçekçilere sağ taraftan verilir, en
önde dört bakire yürürdü. Bu tür ayinlerin olduğu sabahlar, yatakhanede şu gibi konuşmalar geçerdi: "Kim bakire?"
Madam Campan, yedi yaşındaki bir küçüğün, on altı yaşındaki bir büyüğe şöyle dediğini duymuştu:
-304-
"Sen bakiresin, oysa ben değilim." Büyük, 'bakire' seçildiği için en önde gidiyor, küçük ise arkada yürüyordu.
5. Eğlenceler
Yemekhane kapısının üzerinde kalın, kara harflerle, the white paternoster* denilen ve insanı doğrudan doğruya cennete götürdüğü söylenen bir dua yazılıydı:
"Ben, Tann'nın yaptığı; Tann'nın dediği; Tann'nın cennete soktuğu küçük beyaz paternoster, gece uyumaya hazırlanırken yatağımda yatan üç melek buldum: Biri yatağın ayak tarafında, öteki başucundaydı. İyi kalpli Bakire Meryem de ortadaydı. Meryem bana yatmamı, hiçbir şeyden korkmamamı söyledi. Tann benim babam, Meryem de anamdır. Üç havari erkek kardeşim, üç bakire de kız kardeşimdir. Tann'nın içine doğduğu gömlek, vücudumu sanyor, Aziz Marguerite'in haçı göğsüme işlenmiştir. Kutsal Bakire çayırlardan geçip gidiyor; Tann için gözyaşı dökerek; Aziz Mösyö Yahya'ya rastladı: Ona, 'Yahya Efendi, nereden geliyorsun?' diye sordu. 'Ave Salus'ten geliyorum,' diye cevap verdi Yahya. Tann orada mıydı acaba, belki görmüşsü-nüzdür.' 'Tanrı çarmıh ağacına gerilmiş, ayaklan sallanıyor; başında beyaz dikenden yapılmış küçük bir şapka var, elleri çivilenmiş.' Bu duayı üç defa sabah, akşam okuyan sonunda cennetin yolunu tutar."
1827 yılında bu karakteristik dua üç kat duvar kâğıdının altında kaybolmuştu. Bugün
* İsa'ya ait ünlü Latince bir dua. -305-
de, o zamanlar küçük kız, şimdi yaşlı kadınlar olan birkaç kişinin hafızasından silinip gitmek üzeredir.
Duvara asılı olan büyük bir haç bu yemekhanenin dekorasyonunu tamamlıyordu ve yemekhanenin tek kapısı daha önce de söylediğimizi sandığımız gibi bahçeye açılıyordu. Kenarında iki sıra bulunan uzun, daracık iki masa yemekhanenin bir ucundan öbür ucuna uzanıyordu. Duvarlar beyaz, masalar kapkaraydı. Zaten manastırlarda bu iki matem renginden başkası görülmez. Yemekler pek iyi değildi, çocuklar da bir tür perhiz yapıyorlardı. Sebze ya da tuzlu balık ve etle karıştırılmış bir tabak yemek bütün lüksü oluşturuyordu. Sadece öğrencilere ait olan bu yemek, bir ayrıcalıktı. Çocuklar o haftaki nöbetçi rahibenin gözeten bakışları altında sessizce yemeklerini yer; ara sıra bir sinek uçacak ya da kurallara aykırı olarak vızıldayacak kadar asileşirse, rahibe tahta bir kitabı gürültüyle açıp kapardı. Bu sessizlik, yemekhanenin bir köşesine çarmıha gerilmiş İsa tasvirinin altına konmuş kürsünün üzerinde azizlerin hayatlarıyla ilgili hikâyeler okunurken bozulurdu. Okuyan, o hafta için seçilmiş büyük bir öğrenci olurdu. Örtüsüz masaların üzerine uzun aralıklarla, içinde öğrencilerin kendi bulaşıklarını yıkadıkları büyük toprak kaplar konmuştu. Bazen de yiyemeyecekleri kadar sert bir et parçasını ya da kokmuş bir balığı bu kaplara koydukları oluyor, ama bu davranış hemen cezalandırılıyordu. Bu kaplara su çanakları deniyordu.
-306-
Sessizliği bozup gevezelik eden çocuk, diliyle haç çıkarmak zorundaydı. Bu haçı nereye yapıyordu diyeceksiniz: Yere... Kız yeri yalardı. Bütün neşelerin sonu olan yerdeki toz, cezaya çarpılan bu gül yaprağını andıran çocuklara ıstırap ve acı vermek için yapılmıştı sanki.
Manastırda tek bir kopyası bulunan ve okunması yasak olan bir kitap vardı: Bu, Aziz Benedict kurallarının kitabıydı. Nemo regu-las, seu constitutiones nostras, externis com-municabit.
Bir gün öğrenciler bu kitabı ele geçirmeyi başardılar ve büyük bir açlıkla okumaya koyuldular. Arada bir yakalanacaklarını düşünüp dehşete düşüyor ve telaşla kapatıyorlardı. Bu büyük tehlikeye karşılık, büyük bir zevk alamadılar. Kitapta anlamadıkları ve delikanlıların günahları ile ilgili birkaç bölüm okumuşlardı. Bu konular biricik ilgi çekici bölümlerdi.
Öğrenci kızlar bahçede bir iki cılız meyve ağacının çevrelediği küçük bir yolda oynarlardı. Rüzgâr ağaçlan sarsarak yeşil bir elma, çürümüş bir kayısı ya da kurtlu bir armut düşürdüğü zaman büyük cezalara çarpılacaklarını bile bile onu gizlice alıp saklıyorlardı.
Şimdi size önümde duran bir mektubu aynen okutacağım. Bu mektup yirmi beş yıl önce, o zamanlar Picpus Okulu'nda öğrenci olan ve bugün Paris'in en zarif kadınlarından biri sayılan düşes de... tarafından yazılmıştır: "Birisi, bir elma ya da armut bulduğunda, onu gözü gibi saklar. Yemeği beklerken, ya-
-307-
takhaneye çıkıp yatakların üzeri düzeltildiği sırada, bu meyveler yatağın altına saklanır. Sonra geceleri yatmaya gidilince yatakta yenir. Bu yapılamazsa daha başka yerde de yemeğe çalışılır."
Öğrencilerin en büyük zevklerinden biri de işte buydu.
Yine piskoposun ziyarete geldiği günlerden birinde, genç kızlardan Matmazel Bouchard arkadaşlarıyla, piskopostan bir gün izin koparmayı başarabileceği konusunda iddiaya girdi. Böyle bir girişim, bu kadar katı kuralları olan bir manastırda hiç işitilmemişti. Arkadaşları bahse girdiler, ama hiçbiri iddianın yerine getirileceğine
inanmıyordu. Piskopos tam kızların önünden geçerken, arkadaşları korku içinde, Matmazel Bouchard'ın sıradan çıkıp piskoposa hitap ederek, "Lütfen bir gün izin istiyorum," dediğini duydular. Matmazel Bouchard, dünyanın en güzel yüz ifadesine sahip pespembe bir genç kızdı.
Piskopos Quelen gülerek, "Ne demek bir gün, yavrum. İsterseniz size üç gün izin veriyorum," dedi. Başrahibe hiçbir şey yapamazdı, çünkü izni veren piskopostu. Bu, manastır için bir skandaldi. Ama öğrenciler sevinçlerinden yerlerinde duramıyorlardı. Olayın yaptığı etkiyi hayal etmeye çalışın.
Ne var ki bu manastır dış dünyanın ihtiraslarının, dram ve romanlarının içeri giremeyeceği kadar kapalı bir yer değildi. Bunu göstermek için, size anlattığımız hikâye ile doğrudan doğruya bir ilgisi bulunmayan yaşanmış bir olayı kısaca anlatayım. Okurun
-308-
manasür hakkında tam bir fikir edinebilmesi için anlatılması gerekiyor:
O sıralarda, manastırda rahibe olmayan ama kendisine büyük bir saygı gösterilen Al-bertine adında esrarengiz bir kadın vardı. Kendisi hakkında bilinen tek şey, deli olduğu ve manastırın dışındaki dünyada ölü olduğunun sanıldığıydı. Bunun altında, önemli bir evliliğe bağlı servet pazarlıklarının söz konusu olduğundan söz ediliyordu.
Ancak otuz yaşlarında olan bu esmer kadının epeyce güzel olduğu belli oluyordu. Kocaman siyah gözleriyle durmadan etrafına bakıyordu. Görüyor muydu? Orası şüpheliydi. Acaba yürüyor muyduk Herkes şüphe ediyordu bundan. Sanki yürümüyor, kayıyordu. Kimseyle konuşmazdı. Nefes aldığından bile şüphe ediliyordu. Burun delikleri sanki son nefesini biraz önce vermiş gibi, titrek ve siyahtı. Eline dokunan, bir kar yığınına dokunduğunu sanırdı. Tuhaf bir inceliği vardı; girdiği yere buz gibi bir hava getiriyordu.
Bir gün, onun geçtiğini gören rahibelerden biri, ötekine, "Bu kadını ölü sanıyorlarmış," dedi.
Öteki cevap verdi: "Belki de öyledir." Madam Albertine hakkında yüzlerce hikâye uyduruluyordu. Yatılı öğrencilerin merakına engel olunamaz. Manastırın kilisesinde öküzgözü denilen bir bölüm vardı. Madam Albertine, ayinlere, yuvarlak penceresinden ötürü öküzgözü denen bu balkon gibi yüksek yerden oturarak katılırdı. Oradan ayini idare edenler görülebiliyordu. Albertine daima yal-
-309-
nız olarak oturur, ayini yöneten vaizi ya da rahibi oradan izlerdi. Burası rahibelere yasaktı. Bir gün, genç ve sosyal statüsü yüksek bir rahip vaaz veriyordu. Bu kişi, Fransa ayan meclisi üyesi, 1815'te kırmızı silahşörler subaylarından olan ve 1830'larda Besançon kardinali olarak ölen Dük Rohan'dı ve bu manastırda ilk defa vaaz veriyordu. Ayinler, dualar ve vaazlar sırasında hareket etmeyen ve hiç sesini çıkarmayan Madam Albertine, bu defa, Dük Rohan'ı görünce birden ayağa kalkarak: "Aa! Auguste!.." diye haykırmış, kilisenin sessiz ortamında bu ses tuhaf bir etki yaratmıştı. Bütün cemaat şaşkınlık içinde başını o yana çevirdi, vaiz gözlerini kaldırıp baktı. Ama Madam Albertine eski hareketsizlik ve sessizliğine yeniden dönmüştü. Bu buz tutmuş ve sönmüş varlığın önünden, bir an için dış dünyaya ait bir soluk, hayatla ilgili bir ışık geçip gitmişti sanki. Sonra her şey kaybolmuş, deli kadın yeniden bir ölü haline girmişti.
Ama bu iki kelime, manastırdaki dedikoducuların diline düşmüş, üzerinde uzun uzun konuşulmuştu. Bu, "Aa! Auguste!" sözünde ne sırlar gizliydi kim bilir. Dük Rohan gerçekten Auguste'ün ta kendisiydi. Dük Rohan'ı tanıdığına ve kendisine bu kadar samimi bir şekilde hitap edebileceğine göre herhalde Madam Albertine de yüksek bir aileye mensuptu. Aralarında bir ilişki de vardı şüphesiz. Belki de akrabaydılar. Her ne olursa olsun, Dük Rohan'ın küçük ismini bildiğine göre aralarındaki ilişki pek yakın olmalıydı. Oldukça sert olan iki düşes Madam de Choise-
-310-
ul ile Madam de Serent bu küçük dini topluluğu sık sık ziyarete gelirdi. Magnates mulie-res imtiyazıyla içeri girmekte ve yatılı okulda büyük bir korku yaratmaktaydılar. Bu iki hanımefendi geçerken zavallı kızların hepsi tir tir titrer, gözlerini öne eğerlerdi.
Öte taraftan Dük Rohan farkında olmaksızın öğrencilerin de dikkatini üstüne çekiyordu. O zamanlar Paris Piskoposu yardımcılığına getirilmiş ve Picpus'a gelip ayinlerde ilahi söylemeyi âdet edinmişti. Aralarındaki şayak perde yüzünden öğrencilerden hiçbiri onu göremiyor, ama yumuşak ve tatlı sesini tanımakta güçlük çekmiyorlardı. Daha önce silahşor olarak kralın maiyetinde bulunmuştu. Giyim kuşamına çok düşkün olduğu, güzel kahverengi saçlarını özenle taradığı, güzel siyah bir kuşak taktığı ve cüppesinin çok güzel olduğu söyleniyordu. Bu gibi detayların on altı yaşındaki genç kızların hayal dünyasını nasıl işgal ettiğini bilirsiniz.
Manastırın içine dışarıdan hiçbir gürültü girmezdi. Ama, yılların birinde, bir flüt sesi duyulur olmuştu. Bu, o zamanki öğrencilerin bugün bile hatırladıkları bir olaydır.
Yakınlarda çalınan bir flüttü. Onu çalan, sürekli aynı parçayı tekrarlıyordu. Bugün unutulmuş eski bir parça: 'Benim Zatulbem, gel kalbimin sahibi ol!' Flüt sesi günde bir ya da iki defa duyuluyordu. Genç kızlar, bu sesi saatlerce dinliyor yine de bıkmıyorlardı. Rahibeler ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Kafalarını çalıştırıyor, hiç durmadan cezalar verip etrafa duman attırıyorlardı. Bu durum birkaç
-311-
¦mm
ay sürdü. Öğrencilerin hepsi bu meçhul müzisyene âşık olmuşlardı. Her biri, kendini bir Zatulbe olarak görüyordu. Ses, Droit-Mur Sokağı tarafından geliyordu. Bu adamı bir an için görmek adına yeryüzünde yapamayacakları fedakârlık yoktu. Bu kadar güzel flüt çalan ve bütün kalpleri yerinden oynatan bu adam uğruna her tehlikeyi göze almaya, her şeyi denemeye hazırdılar. Bazıları dışarı çıkmayı başarıp Droit-Mur Sokağı tarafındaki üçüncü kata kadar ulaşmış ama hiçbir şey görememişlerdi. Hatta biri, elini parmaklıkların arasından sokup beyaz bir mendili sallamaya bile çalışmıştı. İçlerinden ikisi, hepsinden daha cesaretli çıkıp bir yolunu bulmuş ve dama kadar tırmanmayı başarmış, kendilerini tehlikeye atıp en sonunda adamı görmüşlerdi. Flüt çalan, bir tavan arasında oturan yaşlı, iflas etmiş, kör bir sığınmacıydı. Sıkıntısını dağıtmak için çalıyordu.
6. Küçük Manastır
Küçük Picpus'ta bulunan bu bina bağımsız üç ayrı bölümden oluşmuştu: Rahibelerin bulunduğu büyük manastır, öğrencilerin bulunduğu yatılı okul ve bir de küçük manastır. Bu küçük manastır, devrim sırasında yıkılmış manastırlardan gelen çeşitli tarikatlara mensup rahibelerin birlikte ibadet ettikleri, kendine ait bir bahçesi olan bir binaydı. Karmakarışık, beyazın, grinin ve siyahın bütün tonlarının ve bütün tarikat çeşitlerinin topluluğuydu burası. Hani şu iki sözcük bir araya getirilebilirse burası bir cümbüş manastırıydı.
-312-
İmparatorluğun ilanından beri sefalete düşmüş ve ortada kalmış olan rahibelere Bernardin-Benediktenlerin kanatlan altına sığınma izni verilmişti. Devlet, kendilerine küçük bir yardım yapıyordu. Picpus rahibeleri sığınan rahibeleri karşılamak için telaşa düşmüşlerdi. Acayip bir kargaşaydı bu. Herkes kendi bildiğine göre hareket ediyordu. Ara sıra öğrencilere, gidip onları ziyaret etme izni veriliyordu. Bu durum nedeniyle öğrenciler birçok rahibeyle tanışma fırsatı bulmuşlardı. Bunların arasında, Sainte Bazile Ana, Sainte Scolastique Ana ve Jacop Ana, öğrencilerin anılarından silinmemiştir.
Bu sığınmacı rahibelerden biri odasından hiç çıkmazdı, Saint-Aure tarikatının tek temsilcisiydi. Saint-Aure tarikatına mensup rahibelerin manastın, XVIII. yüzyılın başında, sözünü ettiğimiz Picpus Manastın'nda bulunuyordu. Bu manastır, Martin-Verga'nın Bene-diktenlerine sonradan geçmişti. Tarikatının beyaz bir elbiseyle al şaldan oluşan şahane elbisesini giyemeyecek kadar fakir olan bu rahibe, oyuncak bebek yapmış, bu kıyafeti dini bir huşu içinde o bebeğe giydirmişti. Bunu herkese derin bir tatminle gösteriyordu. Öldüğü zaman bu bebeği manastıra bıraktı. 1824'te bu tarikattan ancak bir tek rahibe kalmıştı, bugün ise sadece manken-bebek kalmıştır.
Bu değerli analardan başka, rahibe olmayan bazı kadınlar da Madam Albertine gibi başrahibeden manastırda kalabilme iznini almışlardı. Bunlann arasında, Madam de Bea-
-313-
ufort ve Markiz Dufresne de vardı. Kadınlardan bir başkası da burnunu silerken çıkardığı korkunç gürültüyle tanınmıştı. Ona Madam Vacarminı adını takmışlardı.
1820 ya da 1821 yıllarına doğru, bir dergi çıkaran Madam de Genlis manastıra girmek istediğini bildirmişti. Dük de Orleans aracı olmuştu. Rahibeleri bir korkudur aldı. Madam Genlis romanlar yazmış bir kadındı. Ama o, bu romanlarından nefret ettiğini, o zamandan bu yana çok değiştiğini ve koyu dindarlık dönemine girdiğini söylüyordu. Tanrı'nın ve dükün yardımıyla, manastıra girmeyi başardı. Bahçede gölgelik bir yer olmadığını bahane ederek, yedi sekiz ay sonra manastırdan ayrıldı. Rahibeler buna çok sevindiler. Çünkü yaşlı olmasına rağmen, Madam Genlis oldukça güzel harp çalıyordu.
Gittiği zaman hücresine işaretini bırakmaktan geri kalmadı. Madam Genlis, Latin dili ve edebiyatında üstattı, üstelik batıl inanışları vardı. Bu iki kelime onun hakkında yeterli derecede bilgi verir sanırım. Daha birkaç yıl öncesine kadar, içinde parasını ve mücevherlerini sakladığı dolap kapısının içine yapıştırılmış san kâğıt üzerine kırmızı mürekkep kullanarak yazdığı Latince bir şiiri okumak mümkündü. Kadına kalacak olursa bu şiirin özelliği hırsızlan başansızlığa uğra tmakmış.
Şiir VI. yüzyıl Latincesiyle yazılmıştı ve İsa'nm çarmıha gerildiği Golotha dağındaki
Fransız Vacarme sözcüğü gürültü patırtı anlamına gelmektedir. Burada bir sözcük oyunu yapılıyor.
-314-
i
iki hırsızın adlarının Dimas ve Gestas mı yoksa, Dismas ve Gesmas mı olduğu sorusunu ele alıyordu. Eğer bu ad Gesmas ise, geçen yüzyılda, Vikont de Gestas'ın bu hırsızın soyundan geldiğine ait iddialar asılsızdı.
Yukanda sözü geçen üç binanın tam ortasında bulunan kilise; büyük manastır, küçük manastır ve okulun ortak kullandığı ibadet yeriydi. Yola açılan bir kapı aracılığıyla içeriye halk bile kabul ediliyordu. Ama büyük binanın içinde bulunanlar kilisede oldukları zaman dışardan girenleri görmemeleri için ne gerekirse yapılmıştı. Kilisede koronun olduğu yer başka kiliselerde olduğu gibi mihrabın arkasında değil, ayini yöneten papazın sağ tarafında uzanan bir mahzen ya da zindan gibi bir yerdi. Daha önce sözünü ettiğimiz yedi ayak yüksekliğindeki perde
burayı öteki taraflardan ayınyordu. Bu perdenin ardında, tahta sıralara oturmuş rahibeler, sol tarafta öğrenciler, sağ tarafta tövbekarlar ve dipte yeniler yer alırlardı. Koro yeri denilen bu mağara, bir koridorla manastınn bulunduğu binaya bitişikti. Kiliseye ışık bahçeden geliyordu. Sessizlik gereken ayinlere katıldıklarında halk onlann varlığından, oturup kalktıktan zaman ses çıkaran sıralann gürültüsünden haberdar olabiliyordu.
7. Bu Karanlıktan Birkaç Siluet
1819'dan 1825'e kadar altı yıl boyunca Picpus'un başrahibesi Matmazel de Bleme-ur'du. Dini unvanı: Masum Ana'ydı.
Saint Benoit Tarikatına Mensup Azizlerin
-315-
Hayatı adındaki kitabın yazan Marguerite de Blemeur'ün ailesinden geliyordu. Altmış yaşlarında, kısa boylu toplu bir kadındı. Az önce sözünü ettiğimiz mektup onun, 'çatlak zurna gibi' şarkı söylemekten başka bir kusuru olmadığını yazıyor. Bütün manastır, oradaki tek neşeli insan olan bu kadına sevgi ve hayranlık duyardı.
Masum Ana da, ata soyu olan Marguerite gibi bilime düşkündü. Çok okumuş, Latince'yi yutmuştu. Tarih konularında derin bir bilgisi vardı. Yunanca ve İbranice bilirdi. Bir Benedict rahibesinden çok, bir Benedict rahibiydi.
Başrahibe yardımcısı yaşlı bir İspanyol'du. İsmi Cineres Ana'ydı. Gözleri hemen hemen hiç görmüyordu.
Seçici rahibelerin arasında en önemlileri para işlerine bakan Sainte-Honorine Ana'ydı. Sainte-Gertrude yeni rahibelere bakardı. Sa-inte-Ange sağlık işleriyle ilgilenirdi; manastırdaki tek kötü kalpli rahibe de oydu. Sainte Mechtilde çok gençti ve sesi çok güzeldi. Presentation Ana 1847'de başrahibe olmuş, bu rahibelerden ikisi, Sainte-Celigne ve Sainte-Chantal ise delirmişlerdi.
Bir de en güzelleri arasında, yirmi üç yaşında sevimli bir genç kız vardı. Bu genç rahibe, Bourbon Adası'ndan Şövalye Roze'un torunlarındandı.
Şarkı ve korodan sorumlu olan Sainte-Mechtilde Ana, öğrencilere gönül rızasıyla şarkı söyletiyordu. Her yaştan bir çocuk alır, onları boy sırasıyla, yan yana dizip ayakta şarkı söyletirdi. Adeta, genç kızlardan oluşan
-316-
bir kaval, meleklerden yapılmış canlı bir flüt görüntüsü veriyordu bu.
Tövbekar rahibeler arasında öğrencilerin en fazla sevdikleri Sainte-Euphrasie Ana'ydı. Sainte-Marguerite Ana'yı da seviyorlardı. Bir de kocaman burnuyla kendilerini güldüren Sainte-Michel Ana. Bu kadınların hepsi çocuklara karşı müşfik davranıyorlardı. Ancak kendilerine karşı serttiler. Ateş, sadece okulda yakılıyordu ve okulun yemekleri manastı-nnkilere göre çok iyiydi. Her yönden çocuklarla ilgileniyorlardı. Ne var ki, bir rahibenin yanından geçen çocuk onunla konuşmak isterse rahibe ona asla cevap vermiyordu.
Bu sessizliğin sonucu olarak, konuşma becerisi manastırda insanlardan alınıp, cansız eşyaya aktarılmıştı. Ya çınar ya da bahçıvanın çıngırağıydı artık konuşanlar. İç kapıdaki rahibelerin yanı başında duran tiz sesli ve bütün binadan duyulan zil, bir tür sesli telgraf denebilecek çalışlarla buradaki hayata ait yapılacak işleri haber verir; gerektiğinde içeridekilerden birini görüşmeye çağırırdı. Yapılacak her iş için başka bir zil sesi vardı. Orada yaşayanları çağırmak için de böyleydi. Örneğin başrahibeyi çağıran zil iki, başrahibe yardımcısını çağıran üç defa çalıyordu. Sınıfa girme zili altıydı. Bu yüzden öğrenciler, sınıfa girmek değil, altıya girmek diyorlardı. Dört defa çalan zil Madam de Genlis'in ziliydi. On dokuz vuruş, büyük bir olayın olduğunu gösterirdi. Bu, dış kapının açıldığına işaretti. Üstü kilitlerle dolu bu korkunç kapı ancak piskopos geldiği zaman açılırdı.
-317-
Piskopos ile bahçıvan hariç, manastıra hiçbir erkeğin girmemiş olduğunu söylemiştik. Öğrencilerin gördüğü iki erkek daha vardı: Biri, koroda bir kafes ardından seyretme imkânını buldukları manastırın özel rahibi ihtiyar ve çirkin Rahip Banes, öteki de, resim hocası Mösyö Ansiaux. Yukarda sözü geçen mektup, ondan "Mösyö Anciot, o korkunç ve yaşlı kambur" olarak söz ediyordu.
8. Post Çorda Lapides*
Manastırın manevi yüzünü kabataslak çizdikten sonra, maddi yönünü de kısaca ele almak faydalı olacak. Okurların bu konularda zaten epey bilgisi bulunmaktadır.
Picpus-Saint-Antoine Manastın, Polonceau, Droit-Mur ve Küçük Picpus Sokağı ile eski şehir planlarında, Aumarais Sokağı diye adlandırılan sokağın meydana getirdiği dört köşeli alanı baştan başa kaplar. Bu sokaklar, sözü geçen alanı bir hendek gibi çepeçevre sarmaktadır.
Ana bina çeşitli yapılardan oluşuyor ve kuşbakışı bakıldığında toprağa yatırılmış bir darağacını andırıyordu. Darağacının uzun kolu Droit-Mur Sokağı'nın Polonceau Sokağı ile Küçük Picpus Sokağı arasında kalan kısmını boydan boya kaplıyordu. Darağacının kısa kolu, yüksek, gri renkli, demir parmaklıklı hüzünlü bir cepheydi, Picpus Sokağı'ndaki 62 numara, bu kolun son noktasıydı. Bu cephenin ortasında, örümceklerin ağ kurduğu toz ve külden beyazlaşmış alçak, eski bir kapı vardı.
Lat.: Kalpten sonra taşlar.
-318-
Bu kapı ancak pazar günleri bir iki saat kadar ve bir de ara sıra manastırdan bir rahibenin cenazesi çıktığı zaman açılırdı. Darağacının dirseğinde, kare şeklinde bir odada ayinler yapılırdı. Uzun kolda rahibelerin odaları, küçük kolda mutfakla, yemekhane ve kilise bulunuyordu. 62 numara ile kapalı olan Küçük Aumarais Sokağı'nın arasında yatılı okul yer almıştı. Dışardan görülmüyordu. Dörtgenin geri kalan kısmını Polonceau Sokağı'ndan çok, daha aşağı seviyede olan bahçe oluşturuyordu. Bu yüzden bahçe duvarları dışarıya oranla içeride çok daha yüksekti. Hafifçe tümsek olan bahçenin tam ortasındaki bir tepeciğin üstünde güzel bir çam ağacı vardı. Muntazam olmayan duvarlarla sona eren bahçe yollan, eşit uzunlukta değillerdi. Kenarlannda kısa boylu ağaçlar vardı. Büyük kavaklarla çevrili bir yol bahçenin ta dibindeydi ve Droit-Mur Sokağı'nın köşesinde bulunan yıkık manastırdan küçük manastır binasına doğru uzanıyordu. Küçük manastır Aumarais Sokağı'nın köşesin-deydi ve önünde küçük bahçe denilen bölüm yer almıştı.
Bütün bu söylediklerimize, bir avluyu, çeşitli dönemeçleri, hapishane duvarlan gibi duvarlan, uzayıp giden damlan ve Polonceau Sokağı'nın öbür tarafını pervazlayan evlerin damlannı da ilave etmek gerekir. Böylece bundan kırk beş yıl önce Bernardinlerin Küçük Picpus Manastın'nın nasıl bir yer olduğu hakkında tam bir fikir edinilebilir.
Öte yandan, bütün bu sokaklar Paris'in en eski sokaklanndandı. Droit-Mur ve Aumarais
-319-
isimleri çok eski isimlerdi. Sokaklar, isimlerinden de eskidirler. Aumarais Sokağı'na Maugo-ut Sokağı, Droit-Mur Sokağı'na Eglantiers Sokağı deniyordu. Çünkü insanlar taşlan yontmaya başlamadan, Tanrı yollan açmıştı.
9. Rahibe Başlığı Altında Bir Yüzyıl
Mademki Picpus Manastırı'nın eski durumuna ait ayrıntıları anlatıyoruz, mademki bu gözlerden uzak sığınma yuvasına bir pencere açıp burayı okurlarımıza tanıtma cüretini gösteriyoruz; o halde burasıyla ilgili bir başka olaydan söz açmamıza izin verilsin. Bu kitapla doğrudan doğruya ilgisi olmasa da manastırı daha iyi anlatması açısından, kendine özgü ilginç simaları bulunduğunu göstermek çok önemli ve yararlıdır.
Manastırda, Fontevrault Manastın'ndan gelmiş olan yüz yaşında bir rahibe vardı. Bu kadın devrimden önce, sosyetedeydi sürekli, XVI. Louis'nin Mühürdarı Mösyö de Miromes-nil'den söz ederdi hep ve bir de çok iyi tanıdığını söylediği Duplat adındaki bir başkanın hanımının ismini ağzından düşürmezdi.
Neden söz ederse etsin sözü döndürüp dolaştırıp mutlaka bu iki insana getirmekten büyük haz duyardı. Fontevrault'nun harikulade şehir gibi bir yer olduğunu ve içinde yollar bulunduğunu söylerdi.
Taşralı aksanıyla konuşuyor; bu da, kendisini dinleyen öğrencileri neşelendiriyordu. Her yıl tarikata olan bağlılığını göstermek için yemin ederek iman tazelerdi. Bu yemin sırasında o kadar komik sözler söylüyordu
-320-
ki, öğrenciler saklanarak gülmekten kendilerini alamıyorlardı. "Aziz Fransuva bunu Aziz Julien'e, Aziz Julien, Aziz Eusebe'ye, Aziz Eu-sebe Aziz Procope'a verdi. Ben de size veriyorum," derdi.
Bernardin rahiplerinin ne kadar cesur olduklarından ve silahşörlerden hiç de aşağı kalmadıklarından söz ederdi. Kadının kimliğinde bir yüzyıl konuşuyordu, ancak anlattıkları geçen yüzyılın hikâyeleriydi. Devrimden önceki âdetleri biliyordu. Bir mareşal, prens ya da dük geçtiği zaman, Champagne ve Bourgogne taraflarında, onlara dört çeşit şarap vermek adetmiş. Halk gösteriler yaptıktan sonra, gümüş kupalar içinde verilirmiş bu şaraplar. Birinci kupanın üstünde, maymun şarabı, ikincide aslan şarabı, üçüncüde koyun şarabı, dördüncüde domuz şarabı yazılıymış. Bu dört yazı, sarhoşluğun dört dönemini ifade edermiş. Birincisi neşelendiren sarhoşluk, ikincisi öfkelendiren, üçüncüsü ahmaklaştıran, dördüncüsü de saçmalatan sarhoşluk.
Daima kilitli duran aynalı bir dolapta canı gibi sevdiği bir şey saklıyordu; Fontevrault Manastırı'nın kuralları böyle bir şey yapmasına engel değildi. Sakladığı şeyi kimseye göstermek istemez, onu bakmak istediği zaman kendisini odasına kilitlerdi. Tarikatının kuralları buna da izin veriyordu. Koridorda birisinin ayak seslerini duyunca, yaşlı elleriyle dolabı mümkün olduğu kadar hızla kapatıyordu. Kendisine bundan söz açıldığı zaman, konuşmayı o kadar seven yaşlı kadın tek bir söz söylemiyordu. Onun bu sükûtu ve inatçılığı karşı-
-321-
sında en meraklı ve en dik kafalı insanlar bile pes demişlerdi. Manastırda canı sıkılan ve yapacak işi olmayanlar, yaşlı kadının bu esrarengiz eşyasını dillerine dolamışlardı. Bu kadar değerli ve esrarengiz eşya acaba neydi? Belki kutsal bir kitap, eşi bulunmaz bir teşbih... Belki de azizlere ait gerçek bir eşya. Herkes bir tahmin ileri sürüyordu. Yaşlı kadın ölür ölmez, gerekli sürenin geçmesini bile beklemeden hemen dolabı açtılar. Bu porselen bir tabaktı. Üzerinde, ellerindeki şırıngalarla, kaçışan melekleri kovalayan birtakım eczacı çıraklarının tasviri olan bir tabak. Kaçan melekler gülünçtüler. Sevimli, küçük aşk meleklerinden biri şişlenmişti bile. Kıssadan hisse: Karın ağrısı aşkı yener.
Bu yaşlı kadın, manastırın konuşma odasını çok hüzünlü bulduğu için, hiçbir ziyaretçiyi kabul etmezdi.
10. Aralıksız İbadetin Kaynağı
ha ölmüştü. Biri yirmi sekiz, öteki yirmi üç yaşındaydı. Bu zorluklar yüzünden manastır, kızlar okulunu kapatmak zorunda kalmıştı.
Bu olağandışı, meçhul, karanlık eve girmeden, bize eşlik edenlerin ve bazı kimselerin yararına, Jean Valjean'ın melankolik öyküsünü derleyenleri oraya sokup onlara kılavuzluk etmeden manastırın önünden geçip gidemezdik. İşte, bugün artık bu kadar yeni hissini veren o eski âdetlerle dolu manastıra girdik. Burası kapalı bir bahçeydi. Hortus conc-lusus. Bu garip, yalnız yerin en ince ayrıntılarını konuştuk, ama saygısızlık etmedik. Ayrıntıları açıklarken saygı duymak ne kadar mümkünse o kadar duyduk. Burayla ilgili her şeyi anladığımızı iddia etmiyoruz, ama hiçbir şeyi de küçümsemiyoruz. Her şeye rağmen celladını kutsayacak kadar ileri giden Joseph de Maistre'in Tann'ya şükredişinden de, çarmıha gerilen İsa ile alay eden Voltai-re'den de aynı derecede uzağız.
Yeri gelmişken Voltaire'in yanıldığını söylemeden geçmeyelim. Voltaire'in İsa'yı, Ca-las'ı savunduğu gibi savunması gerekirdi. İnsan üstü biçimlenmeleri inkâr edenler bile, İsa'nın öldürülmüş bir bilgin olduğunu kabul ederler.
On dokuzuncu yüzyılda dini düşüncede bir bunalım baş gösterdi ve bazı şeyleri artık kimse öğrenmek istemez oldu. Böyle bir durum faydasız değildir, ama öğrenilmeyen şeylerin yerine öğrenilmesi gereken yenilerinin konması gerekir. İnsan kalbinde boşluğa yer yoktur. Kimi biçimler reddedilebilir; reddedil-
-326-
meleri de gerekir; ancak bunların yeniden inşa edilmesi şartıyla.
Bu arada artık ortadan kalkmış olan şeyleri inceleyelim. Onlardan kaçınmak için bile olsa, onları anlamak şarttır. Geçmişte yapılan sahte özenli şeylerin bazıları isimlerini değiştirip kendilerini gelecek gibi göstermeye çalışıyorlar. Hayalet, geçmiş zaman pasaportunda sık sık sahtekârlık yapar. Tuzaklara dikkat edelim, her şeyden kuşkulanalım, kanmayalım, maskeyi çekip çıkaralım. Geçmişin takındığı çehrenin ismi batıl inançtır. Maskesinin ismi de ikiyüzlülüktür.
Manastırlara gelince, çözülmesi zor bir konudur. Uygarlık bir yandan onları mahkûm eder, öbür yandan uygarlığın güvencesinde-dir, onları korur. Özgürlük ise hâlâ koruyor. Bu yüzden güç bir konu.
|^
-327-
YEDİNCİ KİTAP
PARANTEZ
1. Soyut Bir Düşünce Olarak Manastır
Bu kitap, başkişisi sonsuzluk olan bir dramın kitabıdır...
İnsan, bu dramda ikinci kişidir...
Hal böyleyken, yolumuz bir manastırın önünden geçer geçmez.içeri girmek zorunda kaldık. Bunun nedeni, manastırın hem Do-ğu'da hem Batı'da, hem eski hem yeni çağlarda, hem putperestlikte hem İslamiyet'te, hem Budizm'de hem de Hıristiyanlık'ta rastlanılan ve insanoğlu tarafından sonsuzluğun görülmesi için kullanılan optik aletlerden biri olmasıdır.
Burada konunun dışına çıkıp, bazı düşünceleri enine boyuna irdeleyecek değiliz. Ancak, itirazlarımızı kendimize saklayarak, ifade sınırlarımızı hatta tepki veren duygularımızı koruyarak söylememiz gerekir: İster yanlış ister doğru anlamış olsun, insanın içinde sonsuzluğu gördüğümüz her defasında ona saygı duyuyoruz. Sinagogda, camide, tiksindiğimiz, nefret ettiğimiz, iğrenç bir yan vardır; Uzakdoğu tapınaklarında ve kuzey yerlilerinin çadırlarında ise hayranlık duyduğumuz yüce bir yan vardır; Tann'nın insan
-329-
duvarlarına yansıması, aklın derin düşüncelere dalması için ne büyük bir neden, hayal âlemine dalmak için ne de sınırsız kaynak bulunmaktadır.
İnsan denilen duvarın üzerinde Tanrı aydınlığının yaptığı oyunları seyretmek, düşünce için büyük bir zevk ve uçsuz bucaksız buruyadır.
2. Tarihi Bir Olgu Olarak Manastır
Tarih, akıl ve doğrular, manastır hayatını mahkûm etmişlerdir.
Bir ulusta gereğinden çok manastır olması demek, dolaşımın engellenmesi sanayi merkezleri yerine, engelleyici unsurlar, miskinlik merkezleri anlamına gelir. Büyük sosyal topluluk yanında, manastırlar, kayın ağacına göre ökse otu; insan vücuduna göre siğildirler. Manastırların zenginleşip gelişmesi, semirmesi, ülkelerin yoksullaşması demektir. Uygarlığın ilk çağlarında insandaki hayvani şiddetin manevi güç ve inanç sayesinde bastırılmasını sağladığı için faydalı olan manastırlar; canlanmış ulusların boynunda birer boyunduruk olurlar. Manastırlar bir defa yoldan çıkıp bozuldu mu, (bugün bunu görüyoruz) eski çağlarda onları birer kurtarıcı yapmış olan aynı nedenler, birden kötülüğünün nedeni olmaya başlar.
Dış âleme kapanmanın artık çağı geçti. Modern uygarlığa ilk dersleri vererek ona faydalı olmuş olan manastırlar, aynı uygarlığın büyüme ve gelişmesini engellediler. İnsanın eğitimine faydalı olmaları açısından X. yüzyıl-
-330-
da iyi, XV. yüzyılda üzerinde konuşulabilir, XIX. yüzyılda tiksinti verici kurumlar olmuşlardır. Manastır denilen cüzam, yüzyıllar boyu, biri Avrupa'nın ışığı, diğeri ihtişamı olan şahane iki ülkeyi yiyip bitirmiştir: İtalya ve İspanya. İçinde yaşadığımız çağda bu ülkeler biraz düzelebilmişlerse, bunun nedeni 1789'un güçlü ve sağlam, tedavi edici biliminin onları canlandırmış olmasıdır.
Özellikle kadın manastırları, örneğin bu yüzyılın başında İtalya, Avusturya ve İspanya'da görüldüğü gibi, ortaçağdan kalmış olan en kasvetli ve karanlık topluluklardandır. Bu manastırlar, bütün dehşetlerin bir araya geldiği yerlerdir. Katolik manastırları baştan başa ölümün kara ışıklarıyla doludur.
İspanyol manastırlarının durumu, tam bir mezarı anımsatır. Bu manastırlarda, karanlığın hâkimiyetinde belirsizleşmiş sisli kubbelerin altında Babilvari katedraller gibi yüksek ve masif mihraplar yükselir. Bu manastırlarda, karanlıkların içinde uzun zincirlere bağlanmış olan, kocaman İsa heykelleri sallanır, siyah abanoz zemin üzerinde yine fildişi İsa heykelleri görülür. Bu heykeller sanki kanlı değil, kanlar içindedirler; korkunç ve yücedirler. Dirseklerinden kemikleri belli olur, dizleri soyulmuştur, yaralarından etleri görünür, başlarına gümüşten dikenli taç konmuş, bedene altın çiviler çakılmıştır. Almlardaki kan damlaları yakuttandır, gözlerinde elmastan gözyaşları vardır... Yakutlar ve elmaslar sanki ıslanmışlardır. Karanlık bir köşede aşağılarda bir yerde duran peçeli yaratıklar ağlamakta-
-331-
dırlar. Böğürleri kaba kumaştan yapılmış gömlek ve demir düğümlü kırbaçlarla paralanmış, göğüsleri çürümüş, ibadetten dizleri soyulmuş varlıklardır bunlar, eş olduklarını sanan kadınlar, melek olduklarını sanan hayaletler. Bu kadınlar düşünürler mi? Hayır. Arzulan var mıdır? Hayır. Severler mi? Hayır. Canlı mıdırlar? Hayır. Sinirleri kemik, kemikleri taş olmuştur. Peçeleri gecenin kumaşından örülmüştür. Peçenin altında soludukça, ölümün trajik soluğunu duyduğunuzu sanırsınız. İnsanlara eziyet etmek için yeryüzünde dolaşan hortlağa benzeyen bir başrahibe on-lan bir yandan takdis eder bir yandan da dehşete boğar. Orada acımasız koşullarda saf ve temiz kalınır. İspanya'nın eski manastırları böyledir. Dayanılmaz ibadet; bakirelerin ma-ğarasıdır manastırlar; zulüm yerleridir.
Katolik İspanya, Roma'dan daha Romalıydı. İspanyol manastın Katolik manastırlan-nın en halisiydi. Orada Doğu'yu hissederdiniz. Piskopos sanki kızlar ağası gibi, Tann'ya adanmış olan bu yaratıklar sarayını kilit ve gözaltında tutardı. Başrahibe odalık, rahip harem ağasıydı. Gece olunca yakışıklı, genç, çıplak adam haçtan iner ve hücreye neşe getirirdi. Çarmıhta can vermiş olan sultana, sultanlık edeni bütün eğlencelerden yüksek duvarlarla korurdu. Dışanya şöyle bir göz atmak ihanet sayılıyordu. Zindana kapatılmak deri torbanın yerini alıyordu. Doğu'da denize atılıyor, Batı'da toprağa gömülüyordu. Her iki yerde de korkunç kurallar vardı: Birinde dalgalar, ötekinde çukur; birinde boğulmak, öte-
-332-
kinde gömülmek. İğrenç bir paralelliktir bu.
Geçmişten yana çıkanlar, artık bunlan inkâr edemiyorlar. Sadece bunlardan söz edilince gülüp geçmek istiyorlar. Tarihin öğrettiklerini ortadan kaldırmak, felsefenin gösterdiklerini bir yana atmak, bütün can sıkıcı olaylan ve karanlık sorunlan silip geçmek için yeni bir yöntem gözde şimdi. Bu yöntemi kullananlar bu olayların hep abartıldığını ileri sürüyorlar. Jean Jacques Rousseau, Diderot ve Voltaire; bu filozofların hepsi de bu konuyu abartıyorlarmış. Son zamanlarda, birisi, Tacitius'un abartarak Neron'u yanlış tanıttığını söyleyecek kadar işi ileri götürdü. Zavallı Holophernes'e acımamız gerekirmiş.
Ne var ki olgulan olduğundan başka türlü göstermek zordur; gerçekler direnir. Bu kitabın yazan kendi gözleriyle Brüksel'den kırk kilometre ötede bulunan, Villers Manastı-n'nda evvelce manastır avlusu olan çayırlığın ortasındaki zindan deliklerini ve Thil Neh-ri'nin kıyısında bu tür zindan çukurlarını görmüştü. Bu zindanların yansı suyun yansı toprağın içindeydi. Taştan yapılmış dört odada birer demir kapı, bir hela çukuru ve bir de demir parmaklıklı kapı vardı...
Nehrin seviyesinden iki ayak, iç taraftan, yani zeminden altı ayak yukandaydı. Demek ki dış tarafta, duvarın dört ayaklık kısmı suyun altında kalıyordu. Zemin daima nemliydi. Zindanda bulunan insanın yatacağı yer, işte bu ıslak topraktı. Bu odalann birinde, duvarda bir lale parçası görülüyordu. Başka birinde, dört granit taşından yapılmış kutuya
-333-
benzer dört köşe bir şey vardı; ne yatılacak kadar uzun, ne de oturulacak kadar yüksekti. Buraya bir insan konuyor, üstüne de bir taş kapak örtülüyordu. Bütün bunlar inkâr edilemez. Gün gibi açık. Gözle görülüyor, elle tutulabiliyor. Bu hücreler, bu zindanlar, demir kapılar, laleler, tabanından su akan mazgallar, taştan yapılmış
kutular -içlerine insanların canlı canlı konulduğu mezarlar- bu çamur gibi zemin, hela çukurları, çürümüş duvarlar, bunların hepsi gerçekti. Demek bütün bunlar abartı!..
3. Geçmişe Hangi Şartlarda Saygı Duyulabilir
Manastırlar, İspanya'da da Tibet'te de hep aynı olduklarından, uygarlık için bir tür verem hastalığından başka bir şey değildir. Hayatı durdurur, insanları ölüme mahkûm ederler; Avrupa'da korkunç bir felaket haline gelmişlerdir. Bunlara bir de, vicdanlara sıkça baskı yapan iç acılarını, zorla rahiplik, rahibelik mesleğine sokulup manastırlara kapatılanları, özgürlükleri sınırlanan insanları, manastıra sırtını dayamış olan derebeylerini, büyük kardeşlerin istemedikleri nüfus fazlası akrabalarını manastırlara hapsetmelerini, biraz önce sözü geçen zulümleri, zindan hücrelerini, kapatılmış ağızlan, kilitlenmiş düşünceleri, ebedi yeminle manastıra kapanan talihsiz zekâları, canlı gönüllülerin toprağa gömülmesini ekleyin ve ruhban sınıfına katılmaları, kişisel acıların yanında ulusların gerilemesini de düşünün. O zaman, kim olursanız
-334-
olun, bir tabutu ya da kefeni hatırlatan insan icadı bu iki kefenin, papaz cüppesi ve rahibe elbisesinin önünde dehşetten titrersiniz.
Gelgeldim, felsefeye ve ilerlemelere rağmen bazı yerlerde, manastırlara kapanma zihniyeti XIX. yüzyılın ortasında hâlâ sürmekte; hatta, dünyadan el ayak çekmeye karşı şu günlerde duyulan garip bir rağbet insanların çoğunu şaşırtmaktadır. Eskimiş kurumların hâlâ var olmakta devam etmeleri, saçımızda çoktan beri duran bir kokunun çıkmak istememesine, kokmuş balığın nefis bir yiyecek olduğunu iddia etmeye, çocuk elbiselerinin büyüklere uyabileceğinin düşünülmesine, canlı insanları kucaklamak isteyen ölülerin sevgisine benzer.
Çocuk elbisesi şöyle der: "Nankör, seni zamanında kötü günlerde soğuktan korumadım mı? Artık beni niye istemiyorsun?" Balık: "Engin denizden geliyordum," der. Koku, "Ben önceden güldüm," der. Ceset, "Seni sevmiştim," der. İşte manastır da böyle diyor: "Sizi uygarlık yoluna sokan benim."
Buna verilecek tek cevap var: Evet ama eskiden...
Ölüp gitmiş olan şeylerin yeniden hayata gelip insanları yönetmelerini, kötü inançları yeniden canlandırmayı, mumyalan yaldızlamayı, manastırlan tamir etmeyi, batıl inançları ortaya çıkarmayı, militarizmi ve dünyadan el etek çekmeyi savunmayı, asalaklan çoğaltarak toplumu kurtarmanın mümkün olacağını, geçmişi şimdiye zorla kabul ettirmeyi düşünmek; bütün bunlar insana çok
-335-
garip geliyor. Ama bu teorileri savunan teo-risyenler de yok değil. Akıllı kişiler kolay bir yol bulmuşlar: Geçmişin üzerine, toplumsal düzen, tanrısal hukuk, ahlak ve aile dedikleri bir boya çekmek. Geçmişte büyüklere saygı, baş eğme, dini gelenekler, meşruluk ve din bulunduğunu söyleyen bu kişiler: "İşte namuslu insanın peşinden gideceği şeyler!" diye bağırıyorlar. Bu mantık, eskilerin çok iyi bildiği bir mantıktır. Eski kâhinler, siyah bir dana yavrusunu beyaz tebeşirle boyayıp, "Bu dana beyazdır," derlerdi. Bos cretatus.
Bize gelince, biz geçmişin şu ya da bu yanına saygı duyar, onu bütün olarak koruruz; yeter ki, geçmiş artık öldüğünü kabul etsin. Eğer hâlâ yaşadığında ısrar edip direnirse, üzerine saldırıp onu öldürmeye çalışmalıyız.
Batıl inanç, softalık, yobazlık, peşin hükümler, yaşayanlara eziyet etmek için hâlâ ortalıkta dolaşan hayaletlerdir; buna rağmen hayata sıkı sıkıya bağlıdırlar; dumandan varlıkları içinde dişlerini ve tırnaklarını çıkarırlar, onları yakalamak için yanlarına yaklaşmak, göğüs göğüse savaşmak ve bu savaşı bir an bile bırakmamak gerekir. Çünkü, hayaletlerle durup dinlenmeden ve ebediyen çarpışmak insanlığın alın yazısıdır. Bir gölgeyi yakalayıp yere sermek güç iştir.
Fransa'da, XIX. yüzyılın tam ortasında ortaya çıkan bir manastır, gün ışığına direnen bir baykuş yuvasından başka bir şey değildir. 1789, 1830 ve 1848'lerin kenti Paris'in göbeğinde apaçık yobazlığın ve keşişliğin görülmesi, Roma'nın Paris'e getirilmesi gibi tarihe ay-
-336-
kın bir durumdur, bir anakronizmadır. Normal zamanlarda, miadı dolmuş bir durumu ortadan kaldırmak için bu durumu yaratan şeye, içinde bulunulan tarihin rakamlarını söyletmek yeter. Ama normal bir zamanda bulunmuyoruz.
Öyleyse saldıralım.
Saldıralım, ama yanlışlık yapmayalım. Gerçeğin belirgin özelliği şiddete yer vermemesidir. Şiddet ve aşırılıktan gerçekler ne kazanabilir ki?.. Bir yanda yıkılması gerekenler, öbür yanda aydınlatılıp bakılması gerekenler var. Hem iyi niyetli, hem ağırbaşlı bir inceleme olağanüstü bir güçtür. Işığın yeterli olduğu yere alev götürmeye kalkmayalım.
Öyleyse, XIX. yüzyıl göz önünde tutulunca, genel olarak bütün manastırlara karşıyız. Bu gibi dünyadan el ayak çekmeye, yuvaları ister Hindistan'da, ister Türkiye'de olsun, karşıyız. Manastır demek, bataklık demektir. Kokuşmuşlukları apaçıktır, rutubetleri insanı hasta eder, çürürken insanları da yıldızları da kirletirler. Çoğalırlarsa
veba gibi ortalığı kasıp kavururlar. Hint fakirlerinin, dervişlerin vb bir böcek yuvası gibi kaynaştıkları ülkeleri dehşete kapılmadan düşünemeyiz.
Bunları söylemekle din sorununu çözmüş olmuyoruz. Bu sorunun, belli birtakım anlaşılmaz esrarlı tarafları vardır, insanı korkutur. Dolayısıyla şimdi bu sorunu incelememize izin verilsin.
-337-
4. İlkeler Açısından Manastır
İnsanlar birleşerek topluluk halinde yaşarlar. Hangi hak onlara bu imkânı verir? Birleşebilme hakkı...
Bazen evlerine kapanırlar, hangi hakla? Her insanın kapısını kapama ya da açık tutabilme hakkı dolayısıyla.
İsterseler dışarı çıkmazlar. Hangi hakla? Evinde kalabilme hakkının içine aldığı gidip gelme hakkıyla...
Peki, orada ne yapıyorlar?
Onlar, alçak sesle konuşuyor ve çalışıyorlar. Dünyadan, şehirlerden, zevklerden, gösterişlerden, gururlanmalardan ve çıkarlardan yüz çevirmişlerdir. Kaba yünden ya da bezden elbiseler giymişlerdir. Hiçbirinin dikili bir ağacı yoktur. Oraya girince, zengin olan birden fakirleşir; bütün malını dağıtır. Asil olan, seçkin olan; köylü olanın eşiti olur. Hücre herkes için aynıdır. Hepsi aynı biçimde tıraş olur, aynı cüppeyi giyer, aynı kara ekmeği yer, aynı hasır üstünde yatar ve hepsi aynı yerde ölürler. Sırtlanndaki torba da, boyun-lanndaki ip de bir örnektir. Tarikatları yalınayak yürümelerini buyuruyorsa yalınayak yürürler. Aralarında bir prens olabilir, o da ötekilere benzeyen bir gölgeden başka bir şey değildir. Hiçbir lakapları yoktur. Aile isimleri bile silinip gitmiştir. Sadece küçük isimleriyle çağrılırlar. Vaftiz isimlerinin ağırlığı hepsinin sırtına çökmüştür. Kan bağı ile bağlandıkları ailelerini yıkmış, manevi bir aile kurmuşlardır. Bütün insanlardan başka akrabaları yoktur. Fakirlerin yardımına koşar, has-
-338-
talan tedavi ederler. Boyun eğdikleri kişileri kendileri seçerler. Birbirlerine "kardeşim" diye hitap ederler.
Burada sözümü kesip, "Ama bu sizin anlattığınız ideal bir manastır," diyeceksiniz.
Bu gerçekte olmayan, hayali bir manastır olsa da bu bile, üzerinde durmam için yeterli bir nedendir.
Bundan önce ele aldığım manastırdan saygıyla söz etmemin nedeni budur. Ortaçağı, Asya'yı, tarihi ve siyasi konulan, taraf tutmaları bir yana bırakarak ve manastırlara girişin, girenlerin gönül rızasıyla olduğunu kabul ederek sorunu sırf felsefi olarak ele alsam bile, manastırlara kapananları daima dikkat ve ciddiyetle ele alacağım. Hatta sempati bile göstereceğim. Topluluğun bulunduğu yerde birlikte yaşamak, birlikte yaşamanın bulunduğu yerde hukuk vardır. Manastırlar eşitlik ve kardeşlik formülünden türemişlerdir. Özgürlük ne yüce bir şey. Ne güzel bir değişim bu. Özgürlük, manastırları Cumhuriyete çevirmeye yetiyor. Devam edelim...
Dört duvarın içine girmiş olan bu erkek ve kadınlar aynı elbiseyi giyiyor, aynı haklara sahip oluyor, birbirlerini "kardeşim" diye çağırıyorlar. Peki, bütün yaptıkları bu mu? Hayır. Başka bir şey daha yapıyorlar. Ne yapıyorlar?
Karanlığa bakıyorlar. Diz çöküyorlar. Ellerini birleştiriyorlar.
Peki, bu, ne demektir?
-339-
5. Dua
Dua ediyorlar. Kime? Tann'ya.
Tann'ya dua etmek ne demektir? Bizim dışımızda bir sonsuz var mı? Bu sonsuz olan tek, ebedi ve ezeli midir? Sonsuz olduğu için zorunlu olarak tözsel midir? Ve bu sonsuz olan maddeden yoksun olsaydı, bu yönden sınırlı olur; sonsuz olduğu için zorunlu olarak akıllı olurdu ve eğer akıldan yoksun olsaydı, bu ölçüde sınırlı olmaz mıydı? Bizler kendimize sadece özellik olarak varlık idesini eklediğimize göre, bu sonsuz olan, bizde özsel varlık idesini (fikrini) mi uyandırıyor? Başka deyişle, o sonsuz olan mutlak, bizler ise ona bağımlı olan görece (varlıklar) değil miyiz?
Dışımızda bir sonsuzluk olduğu gibi, içimizde de bir sonsuzluk yok mudur? Bu iki sonsuzluk, (korkutucu çoğul hali), birbiriyle çakışmıyor mu? İkincisi, birincisinin üzerinde durmuyor mu? Onun aynası, yansıması, onunla merkezi aynı olan bir boşluk değil mi? Bu ikinci sonsuzluk da mı akıl sahibi? Düşünür mü, sever mi, arzu eder mi? Bu iki sonsuzluk da akıl sahibiyse, her birinin ayrı ayrı iradeleri, ayrı ayrı benlikleri var demektir. İkinci sonsuzun benliği, ruh; birincininki Tanrı'dır.
İkinci sonsuzu düşünce yoluyla birinci sonsuzla ilişkilendirmeye ibadet denir.
İnsan zihnini hiçbir şeyden mahrum etmeyelim. Ortadan kaldırmak kötü bir şeydir.
-340-
f
Yapılacak iş, yenileştirmek ve değiştirmektir. Düşünce, rüya, ibadet gibi bazı insan faaliyetleri, meçhule çevrilmiştir. Meçhul, bir okyanusa benzer. Peki vicdan nedir? Vicdan, meçhulü gösteren bir pusuladır. Düşünce, rüya, ibadet, bunlar büyük ve esrarlı ışımalardır. Onlara saygı duyalım. Ruh, bu yüce aydınlık nereye gider? Karanlığa; yani aydınlığa gider.
Demokrasinin büyüklüğü, insanın elinde-kileri ve eline geçecek şeyleri reddetmemesi ve yasak etmemesindedir. İnsan haklarının yanı başında, ruhun haklarını da kabul eder. Yobazlığı yıkıp sonsuzluğa tapınmak, işte kanun bu. Yaradılış ağacının altına sığınıp tapınmakla, yıldızlarla dolu uçsuz bucaksız dallarını seyretmekle yetinmiyoruz. Bizim bir görevimiz var: İnsan ruhunu yüceltmeye çalışmak, mucizelere karşı sırlan savunmak, anlaşılmayanı sevip, saçma olanı kenara atmak, açıklanamayan bir şeyi ancak zorunlu olduğu zaman kabul etmek, inancı büyütmek, batıl inançların yükünü dinin üzerinden kaldırmak, Tanrı'yı belirtmek.
6. İbadetteki Mutlak İyilik
İbadet ve dua etme şekillerinin hepsi iyidir; yeter ki samimiyetle yapılmış olsun. Kitabınızı ters çevirin ve sonsuzun içinde olun.
Sonsuzu inkâr eden bir felsefe olduğunu biliyoruz. Bir de güneşi inkâr eden, bir hastalık olarak sınıflandırılmış olan bir başka felsefe var: Körlük.
Kendimizde eksik olan bir duyuyu gerçe-
-341-
I
ğin, doğrunun kaynağı düzlemine yerleştirmek, ancak bir köre yakışır.
İşin garibi, el yordamıyla yolunu bulmaya çalışan bu felsefe, Tann'yı gören felsefenin karşısında ukalalık eder, ona açıyormuş gibi davranır, yüksekten bakar. Sanki bir köstebek şöyle bağırmaktadır: "Bir güneşleri varmış gibi boş laf etmelerine çok acıyorum."
Ünlü ve güçlü tanrıtanımazlar da bulunduğunu biliyoruz. Aslında, zekâlarının gücüyle gerçekle yüz yüze geldiklerinde de tanrıtanımaz olduklanndan iyice emin değillerdir. Bütün sorun, onlara kalacak olursa tariflerde anlaşmazlık olmasındandır. Gerçi onlar Tann'ya inanmazlar, ama büyük insanlar oldukları için Tann'nın var olduğunu ispatlamaya çalışırlar.
Felsefelerini sevmesek bile, onları filozof olarak kabul ediyoruz. Devam edelim:
Hayran olunacak bir şey de, kelime değişiklikleriyle yetinmenin sağladığı kolaylıktır. Kuzeyin biraz sisli bir felsefe ekolü 'kuvvet' kelimesini 'irade' kelimesinin yerine koyarak insan düşüncesinde büyük bir değişiklik yaptığını sandı.
Bitki büyüyor yerine, bitki istiyor demek, elverişli bir çözüm gibi görünüyor. Gelgele-lim; evren istiyor ve bunun elverişli olmasının nedeni de şu: Bitki istiyor, şu halde bitkinin bir ben'i var, evren istiyor, o halde evreni yaratan bir ben, yani Tanrı var.
Bu okulun söylediklerine katılmayan bizler, hiçbir şeyi incelemeden reddetmiyoruz,
-342-
ancak bitkinin bir iradesi olduğu görüşünü benimsemek, bu okulun reddettiği evrenin bir iradesi olduğu görüşünü benimsemekten daha zor geliyor bize.
Sonsuzun iradesini yani Tann'yı inkâr etmek için, sonsuzun kendisini inkâr etmek gerekir. Bunu ispatlamıştık.
Sonsuzun reddedilmesi, doğrudan doğruya nihilizme götürür. O zaman her şey zihnin (aklın) bir tasanmı, bir kavrayış olup çıkar.
Nihilizmle tartışma yapılamaz. Çünkü mantıksal nihilist, karşısındakinin varlığından şüphe duyar, ama o, kendi varlığından da emin değildir.
Bir nihilist, kendi varlığının, "zihnin bir kavrayışından, bir tasanmından başka bir şey olmadığını' düşünebilir.
Sadece 'akıl, zihin' dediği anda inkâr ettiği şeylerin hepsini bir anda ve birden kabul ettiğinin farkında değildir.
Kısacası, her şeyi tek bir 'hayır'la karşılayan filozof, düşünceye hiçbir açık yol bırakmayan bir filozoftur.
'Hayır'a verilecek tek cevap 'evet'tir.
Nihilizmin ufku yoktur. Hiçlik yoktur. Sıfır mevcut değildir. Her şey bir şeydir. Hiçbir şey, hiçbir şeydir.
Herhangi bir şeyi, evet'lemek, insanoğluna ekmekten daha fazla gereklidir.
Görmek ve göstermek bile yetmez. Felsefenin bir güç olması, çaba ve etkilerinin insan hayatını düzeltmeye yönelmiş olması gerekir. Sokrat'ın, Adem'in içine girip Marc Aurele'ü ortaya çıkarması; yani zevkin, hazzın insa-
-343-
nmdan bilge insanı yaratması gerekir. Cennetini okul haline getirmeli. Bilim bir ilaç olmalı. Eğlenmek denilen şey ne hüzünlü bir amaç, ne karanlık bir tutkudur. Hayvanın özelliğidir bu. Ruhun gerçek zaferi düşünmede görülür. Gerçek felsefenin amacı, insanların susuzluğuna düşünceyi sunmak; Tanrı kavramını hepsine bir iksir gibi içirmek, vicdan ile bilimi bunların içinde uzlaştırmak, onlara bu uzlaştırmayı anlatarak doğru insanlar olmalarına çalışmak; işte felsefenin asıl görevi budur. Ahlak, tam çiçek açmış hakikatten başka bir şey değildir. Derin düşünce, hareket etmeye götürür. Mutlak pratik olmalıdır. İdeal, insan zekâsının havası, suyu, yiyeceği olmalıdır. "Alın, bu benim etim, bu benim kanım" deme hakkı ancak ideal'indir. Bilgelik, kutsal topluluktur. Ancak bu şartla bilgelik kısır bir bilim sevgisi olmaktan çıkarak, insanların birbirine bağlanışlarının tek ve hâkim şekli haline girebilir. Bu yüzden birçok bilgeliklerin felsefeyken din haline gelmiş olduklarını görüyoruz.
hava vardı. Zaten Fauchelevent kendi kendine, "Bir azize soru sorulmaz," diyor ve Mösyö Madeleine'e saygı duyuyordu. Yalnızca, Jean Valjean'ın ağzından kaçan birkaç
-352-
kelime, Fauchelevent'e, Mösyö Madeleine'in son zamanlarda işlerinin bozulduğunu, iflas ettiğini düşündürmüştü. Belki de alacaklılar peşindeydi ya da siyasi bir işe bulaştığı için saklanmak zorundaydı. Böyle bir ihtimal, çoğu kuzeyli köylülerimiz gibi yaşlı ve bir Bona-partist yüreği taşıyan Fauchelevent'i sonuçta pek de rahatsız etmiyordu. Mösyö Madeleine kaçarken saklanacak yer olarak manastın seçmiş olmalıydı, burada kalmasından doğal ne olabilirdi? Ancak Fauchelevent'in sürekli olarak kafasına takılan ve beynini işgal eden soru, Mösyö Madeleine'in şu anda, kızla birlikte karşısında oluşunun yarattığı esrarengiz durumdu. Fauchelevent onları görüyor, onlara değiyor, onlarla konuşuyordu ama bir türlü onların yanında olduğuna inanamıyordu. Bir tutarsızlık, bir tuhaflık kulübesine girmişti. Fauchelevent bir sürü tahminlerde bulunup duruyordu; ama net olarak gördüğü tek şey vardı: Mösyö Madeleine hayatını kurtarmıştı. Bu tek kesinlik, yeterliydi. Şimdi benim sıram diyor, sonra şöyle ilave ediyordu: Beni kurtarmak için, Mösyö Madeleine arabanın altına girerken bu kadar uzun boylu düşünmemişti. Sonunda Mösyö Madeleine'i kurtarmaya karar verdi.
Ne var ki, kendi kendine yine sorular soruyor ve bunlara cevap veriyordu. Peki bir hırsızsa, benim hayatımı kurtardı diye, şimdi benim de onu kurtarmam gerekir mi? Peki katil olsaydı, onu yine kurtarır mıydım? Evet. Bir aziz olduğuna göre onu kurtarmam gerekiyor mu? Evet, kurtaracağım.
-353-
Gelgeldim, onu manastırda saklamak çok önemli bir sorundu. Bir hayal ürününe benzeyen böyle bir girişim karşısında Fauchelevent gerilemedi bile. Bu fakir köylünün bağlılığından, iyi niyetinden, dağlılara özgü o sınırlı inceliğinden başka bir şeyi yoktu. Bütün bu özellikler, bir zamanlar yüce bir amacın emrine verilmiş, manastırın imkânsızlıklarının ve Saint Benedict'in kurallarının oluşturduğu zahmetli yokuşun üstesinden gelmekte işe yaramıştı. Fauchelevent bütün hayatı boyunca bencil bir adam olmuştu. Son günlerinde topal, hasta bir insan olarak artık dünya ile ilgisini kesince, birisine karşı bağlılığını ödemek ve iyilik etmek imkânını bulduğuna çok sevinmişti. Karşısında yararlı bir eylem yapma imkânı görünce, ölmek üzereyken elinde, hayatında hiç tatmadığı değerli bir şarap bardağı bulan ve onu ihtirasla içen bir adama benziyordu. Birkaç yıldır bu manastırda soluduğu havanın, onun kişiliğini yıkmış olduğunu da söyleyelim. Bu hava, onun iyi bir hareket yapmasını adeta gerekli kılmıştı.
İşte böylece vardığı sonucu kafasında şekillendirdi: Kendini Mösyö Madeleine'e adayarak, ona sadık kalacaktı.
Fauchelevent'in zavallı bir köylü olduğunu söylemiştik. Bu tanımlama doğru, ama eksiktir. Anlattığımız hikâyenin şu an ulaştığımız noktasında bu yaşlı adam hakkında daha fazla bilgi vermemiz gerekli görülmektedir: Fauchelevent köylüydü ama aynı zamanda köy noteriydi. Bu da, inceliğine bir alaycılık, saflığı-
-354-
na ve sadeliğine etkileyici bir yan katıyordu. Birçok nedenden ötürü işleri kötü gidince noterlikten arabacılığa ve işçiliğe kadar düşmüştü. Ama atlar için gerekli görünen sözlerin, küfürlerin yanı sıra, içinde noterlikten de bir şey kalmıştı; doğal bir zekâsı vardı; dilbilgisi hataları yapmaz, uzun sohbetler sürdürebilirdi. Bu özellik köylülerde nadiren görülür. Öteki köylüler onun için, "Okuyup yazmış bir beyefendi gibi konuşuyor," derlerdi.
Fauchelevent gerçekten de son yüzyılın küstah, argo sözlüğündeki terimlerle, yan-fe-odal küçük toprak sahibi, yan-hödük denenlerdendi. Yine saraydan ahıra yönelik meta-forlarla tanımlanan şu, yarı-köylü, yan-yurt-taş, karabiber ve tuz'du; hayata şiddetle asılıp uğraştığı halde kaderin de onu şiddetle kullandığı Fauchelevent bir tür zavallı, yaşlı, yorgun, pejmürde kılıklı biriydi. Yine de etkileyici bir adamdı ve arzu dolu, iyi bir yüreği vardı; insanları incitmekten korkan kaliteli biriydi, sahip olduğu hatalar, kusurlar ve kötü huylar, alabildiğine önemsizdiler. Yüz ifadesi dikkat çekiciydi. O yaşlı yüzünde, zayıflık ya da çılgınlık belirtisi olan ürkütücü, çirkin çizgiler yoktu.
Geceleyin müthiş rüyalar görmüş olan Fauchelevent sabaha doğru gözlerini açınca karşısında uyuyan Cosette'i seyreden Mösyö Madeleine'i saman yatağının üzerinde otururken gördü.
Fauchelevent yerinde doğrularak, "Şimdi burada olduğunuza göre acaba içeri nasıl girmeyi düşünüyorsunuz?" dedi.
-355-
Durumu olduğu gibi özetleyen bu kelimeler, Jean Valjean'ı daldığı düşüncelerden uyandırdı.
Birlikte bu sorunu görüşmeye başladılar. Fauchelevent, "Öncelikle, bahçeye adımınızı bile atmamalısınız. Çocuk da hiç dışarı çıkmamalı. Görüldünüz mü mahvolduk demektir," dedi.
"Haklısınız."
"Mösyö Madeleine," diye devam etti yaşlı adam. "Çok iyi bir anda, yani çok kötü bir an demek istedim, geldiniz. Kadınlardan biri ağır hasta. Bu yüzden bizim tarafa pek dikkat etmeyeceklerdir. Sanırım kadın ölüyor. Kırk saattir dua ediliyor. Herkes bununla meşgul; cemaat karmakarışık. Ölmek üzere olan, bir azize. Zaten burada biz
"Sadece sık sık dedim."
"Doğrusu ne dediğinizi anlamıyorum."
"Siz söylediniz ben de tekrar ettim."
"Ben sık sık demedim ki..."
Tam bu sırada saat dokuzu çalmaya başlamıştı.
Başrahibe hemen, "Sabahın dokuzunda bütün saatlerde, Tann'ya hamd ve ibadet olsun," dedi.
Fauchelevent, "Amin!" diye cevap verdi.
Saat tam zamanında çalmıştı. Bu da sık sık kelimesinin doğuracağı anlaşmazlıkları kökünden kesip attı. Yoksa ikisi de bu tartışmanın sonunu getiremeyeceklerdi.
Fauchelevent alnını kuruladı.
Başrahibe bu defa, gizli olması muhtemel olan bir duayı içinden okudu, omuzlarını silkti.
"Canlıyken, Çarmıh Ana yola getirme işlemlerini yaptırıyordu. Öldükten sonra mucizeler yaratacak."
Fauchelevent toplanarak ve bir daha saç-
-368-
malamamaya çalışarak, "Mutlaka yapar," dedi.
"Mösyö Fauvent, Çarmıh Ana'nın sayesinde manastırımız takdis edilmiştir. Şüphesiz, ölürken dua okumak ve ruhunu Tann'ya teslim ederken kutsal sözler söylemek sadece Kardinal Berulle'e nasip olmuştur. Herkese nasip olmaz. Böyle bir mutluluğa erişmemesine rağmen, Çarmıh Ana'nın ölümü de çok imrenilecek bir ölüm oldu. Son dakikaya kadar hepimizi tanıyor, bizimle konuşuyordu, sonra birden meleklerle konuşmaya başladı. Eğer biraz daha fazla inancınız olsaydı ve onun hücresine girebilseydiniz, size dokunarak ayağınızdaki topallığı geçirebilirdi. Ölürken gülüyordu. Tann'nın yamfidaki hayata başladığını görüyorduk. Bu ölüm, sanki cennetten bir parçaydı."
Fauchelevent, vaaz dinliyor gibi, "Amin!" dedi.
"Mösyö Fauvent, ölülerin isteklerini yerine getirmek gerekir."
Sonra teşbihini yokladı. Fauchelevent sesini çıkarmıyordu. Başrahibe devam etti:
"Bu konuda din uğruna her şeylerini vererek çalışmış olan büyük insanlann kitaplan-na başvurdum."
"Buradan çanlar, bahçedekinden çok daha iyi duyuluyor efendim."
"Zaten o sadece bir ölü değil, aynı zamanda bir azizedir."
"Siz de öylesiniz efendim."
"Yirmi yıldan beri bir tabutta yatıyordu. Bu izni, aziz babamız, VII. Pie vermişti."
"Bonaparte, imparatorluk tacını giydi..."
-369-
Fauchelevent gibi usta birisi için bu sözü ağzından kaçırmak yanlış bir hareketti. İyi ki, kendi düşüncelerine dalmış olan başrahibe, onun söylediğini duymamıştı. Devam etti:
"Fauvent Baba!"
"Buyurun saygıdeğer efendim."
"Cappadoce Piskoposu Saint-Diodore, mezarının üzerine şu tek sözcüğün yazılmasını istemişti: Acarus. Bu kelime toprak solucanı demektir. İsteği yerine getirildi. Doğru değil mi?"
"Evet efendim."
"Aquila papazı olan, Tanrı'nın sevgili kulu Mezzocane bir darağacının altına gömülmek istedi, bu istek de yerine getirildi."
"Doğrudur efendim."
"Saint-Terence de mezarının üzerine, ka-tillerinkine konulan işaretin konulmasını istemişti. Böylece gelip geçenlerin, mezarına tüküreceklerini umuyordu. Bu da yerine getirildi. Ölülerin isteklerini yerine getirmek gerekir."
"Amin!.."
"Roche-Abeille'in yakınlarında, Fransa'da doğmuş olan Bernard Guidonis'nin ölüsü, kendisinin istediği şekilde kralın iradesine karşı gelinerek Limoge'a Dominikenlerin kilisesine nakledilmişti. Oysa Bernard Guidonis İspanya'da Tuy Piskoposu'ydu. Bunun aksi söylenebilir mi?"
"Doğrusu söylenemez efendim."
"Bu olay, Plantavit tarafından da doğrulanmıştır."
Başrahibe tekrar teşbihini çekmeye başladı. Sözüne devam etti:
-370-
"Mösyö Fauvent, Çarmıh Ana yirmi yıldır yattığı tabutunun içinde gömülecek."
"Bu doğru bir hareket olur."
"Bu da, onun uykusunun bir devamı olacak."
"Öyleyse ben onun tabutunu çivileyeceğim."
"Evet."
"Demek ki dışardan gelen tabutu kullanmayacağız."
"Şüphesiz."
"Siz nasıl isterseniz öyle yaparım."
"Dört rahibe, size yardım edecekler."
'Tabutu çivilemek için onların yardımına ihtiyaç yok."
"Çivilemek için değil indirmek için..."
"Nereye indirmek için?"
"Mahzene..."
"Hangi mahzene?"
"Mihrabın altındaki mahzene."
"Ama..."
"Demir bir kaldıracınız olacak."
"Evet ama..."
"Halkadan faydalanarak bu kaldıraç yardımıyla taşı kaldıracaksınız."
"Ama..."
"Ölülerin isteklerini yerine getirmek gerekir. Kilise mihrabının altındaki mahzene gömülmek, yabancı topraklara gitmemek, canlı iken ibadet ettiği yerde ölüyken bulunmak; Çarmıh Ana'nın son istekleri işte bunlardı."
"Ama bu ya... sak..."
"İnsanların yasak ettiği, Tann'nın istediği bir şey bu."
-371-
"Ya bu öğrenilirse?"
"Size güveniyoruz."
"Benim, duvardaki bir taş kadar güvenil-meye layık bir insan olduğumdan emin olabilirsiniz."
"Ayini yapacak olanlar toplandılar. Onlarla konuştum, şimdi bu konuyu konuşmakta olan rahibeler Çarmıh Ana'nın isteğine uygun olarak mihrabın altına gömülmesini kararlaştırdılar. Düşünün, burada gömülü olup da mucizeler yaparsa ne iyi olur. Böyle bir şey, bizim topluluğumuz için, Tann'nın bir lütfü olur. Mezardan mucizeler çıkar."
"Peki ama ya defin işleriyle uğraşan polisler?"
"II. Saint Benoit, mezar sorununda Cons-tantin Pogonat'ya karşı direnmişti."
"Ama Emniyet Müdürü?"
"Constantinus'un yönetimindeki Galya'ya giren Alman krallarından biri olan Chonode-maire, din adamlarının dini bir şekilde defnedilmelerine, yani mihrabın altına gömülmelerine izin vermişti."
"Ama polis müfettişi?.."
"Haçın önünde dünyanın hiçbir değeri yoktur. Chartreux'lerin on birinci ruhani reisi Martin bu konuyu iyice anlatmıştır."
Başrahibe Latince bir dua okudu, Fauc-helevent, hemen, "Amin!" dedi.
Zaten her Latince duada böyle diyerek işin içinden sıyrılıyordu.
Uzun zaman susan biri, kendini dinleyen bir başkasını bulunca konuşmaya başlar. Ünlü hatip Gymnastoras, hapishaneden çık-
-372-
tığı gün, uzun hapishane günlerinde düşündüğü çeşit çeşit ikna etme oyunlarını, ilk rastladığı ağaca anlatmaya başlamış ve ağacı ikna etmek için bir hayli ter dökmüştü. Sessizliğe, kimseyle konuşmamaya alışmış olan başrahibe de karşısında birisini bulunca, içinde toplanmış olan bilgi ve düşünceleri sayıp dökmeye başlamıştı.
"Sağımda Saint Benoit, solumda Saint Bernard var. Bernard kimdir? Bernard, Clair-vaux'nun ilk papazıdır. Fontaines en Bour-gogne ülkesi onun doğumuyla şeref kazanmıştır. Babasının adı Tecelin, anasınınki Alethe'ydi. Châlon-sur-Saöne Piskoposu tarafından papazlığa tayin edilmişti. Yedi yüz din adamı yetiştirdi ve 160 manastır kurdu. 1140 yılında, Sens konseyinde Abeilard'la Pierre de Bruys'ı, yardımcısı Henry'yi ve bir de Apostoliques adı verilen yoldan çıkmışları ya ikna etti ya da mahkûm ettirdi. Arnaud de Brexe'i susturdu. Yahudileri katleden keşiş Raoul'u şaşırttı. 1148 Reims konseyinde yönetime hâkim oldu. Poitiers Piskoposu Gilbert de la Poree'yi mahkûm ettirdi, Eon de l'Etoile'ı mahkûm ettirdi, prensler arasındaki anlaşmaları çözüme bağladı, Kral Genç Lo-uis'ye doğru yolu gösterdi, Papa III. Eugene'e öğüt verdi, Temple'ı düzeltti. Haçlı seferlerinin düzenlenmesini önerdi. Peki ya Saint Benoit kim?.. Mont-Cassin patriği, Sainte Cla-ustral'in ikinci kurucusuydu. Batı dünyasının Basil'idir. Onun tarikatından 40 papa, 200 kardinal, 50 patrik, 1600 arşevek, 4 imparator, 12 imparatoriçe, 46 kral, 41 kraliçe,
-373-
3600 aziz çıkmıştır. 1400 yıldan beri varlığını sürdürüyor. Bir yanda Saint Benoit, bir yanda polis memurları, bir yanda Saint Bernard, bir yanda komiserler. Devletmiş, cenaze işle-riymiş, yönetimmiş tanıyor muyuz biz bunları? Bize yapılanları sokaktan gelip geçenler görse onları kınarlardı. Tozlarımızı, Hazreti İsa'ya sunma hakkından bile yoksunuz. Şu sizin sağlık komisyonunuz, devrimin uydurduğu bir şey. Tanrı, polis komiserine bağımlı oluyor, içinde yaşadığımız yüzyıl işte böyle. Susun Fauvent..."
Fauvent bu kadar söz karşısında şaşırmıştı, olduğu yerde duramıyordu.
"Manastırın, ölüler konusunda özgür olduğundan kimse şüphe edemez. Bunu ancak çılgınlar reddedebilir. Yaşadığımız çağ karmakarışık bir çağ. Bilinmesi gereken bilinmiyor da bilinmemesi gereken biliniyor. İnançsız bir çağ bu. Yüce Saint Bernard ile XIII. yüzyılın bir din adamı olan ve fakir Katoliklerin Bernard'ı diye anılan şahsı birbirine karıştıran cahillere bile rastlanıyor. Bazıları da, XVI. Louis'nin darağacı ile Hazreti İsa'nın çarmıhını birbirine karıştırıyorlar. Louis, bir kraldan başka bir şey değildi. Tann'dan korkmamız gerekir. Artık haklıyla haksız ayırt edilemez oldu. Cesar de Bus'ün ismi bilinmiyor ama Voltaire'in ismi biliniyor. Oysa Cesar de Bus Tann'nın sevgili kulu, Voltaire bedbahtın biridir. Son arşevek, kardinal Perigord; Charles de Condren'in Berulle'e; Francois Bourgo-in'un Condren'e; Jean Francois Senault'un Bourgoin'a ve Sainte Marthe'in Senaut'ya ha-
-374-
lef olduğunu bile bilmiyordu. Coton ismi, bir din okulu kuranlardan biri olması dolayısıyla değil de IV. Henri'nin küfürlerinde ismi geçen birisi olması dolayısıyla tanınır. Saint Francois de Sales'in dünya işlerine düşkün olanlar tarafından sevilmesi, oyun oynarken hile yapmasındandır. Sonra da dine saldırırlar. Neden? Çünkü kötü papazlar ortaya çıkmıştır, çünkü Sagittaire, Gap Piskoposu Salo-ne'un kardeşiydi, o da Embrun Piskoposu'ydu ve her ikisi Mommol'ün peşinden gitmişlerdi. Bu ne ifade eder ki? Martin de To-ur'un bir aziz olmadığını ve paltosunun yansını yoksullara vermediğini mi kanıtlar? Azizlere hakaret ediliyor. Gerçekler kabul edilmek istenilmiyor. En korkunç hayvanlar kör hayvanlardır. Kimse böyle bir cehennemi aklından geçirmiyor. Ah, kötü insanlar... Kralın iradesiyle demek, bugün devrimin isteğiyle demektir. İnsanlar artık neyin yaşayanın, neyin ölünün hakkı olduğunu bilmiyor. Bir aziz gibi ölmek bile yasak edildi. Mezar, medeni kanuna giren bir sorun oldu, bu korkunç bir şey. Saint Leon II, biri Pierre Notaire'e, öteki Vizigotlar kralına iki mektup yazmıştı. Bu mektuplarda, ölülerle ilgili sorunlarda her ikisinin de karar verme konusunda yetkisinin olmadığını söylüyordu. Châlon Piskoposu Gautier, Bourgogne Dükü Othon'a bu konuda karşı gelmişti. Bir zamanlar bizim dünya sorunlarında bile fikrimiz sorulurdu. Tarikatın piri olan Citeaux papazı, Bourgogne meclisinde müşavirdi. Biz ölülerimizi ne istersek onu yaparız. Saint Benoit, Fransa'da Fleury
-375-
Manastın'nda yatmıyor mu? Oysa 543 yılının Mart ayının 21. cumartesi günü, İtalya'da Mont-Cassin'de ölmüştü. Buna hiç şüphe yok. Bundan şüphe edenden her şeyden daha fazla nefret ederim. İsteyen, Arnoul'u, Gabriel Bucelin'i, Tritheme'i, Maurolicus'u ve Luc d'Achery'i okuyabilir."
Başrahibe derin bir nefes aldı, sonra Fa-uchelevent'e sordu:
"Anlaştık mı?"
"Evet efendim."
"Size güvenebiliriz, değil mi?"
"Şüphesiz."
"Çok güzel."
"Manastıra bütün varlığımla bağlıyım."
"Anlaşıldı. Tabutu kapayacaksınız. Rahibeler onu kiliseye götürecekler. Ölü için ayin yapılacak ve sonra manastıra dönülecek. Saat on bir ile gece yansı arasında demir çubuğu alıp geleceksiniz. Her şey büyük bir gizlilik içinde geçecek. Kilisede dört rahibeden başka kimse olmayacak. Bir de Miraç Ana ve siz olacaksınız."
"Peki dua eden rahibe?"
"Sizin tarafınıza bakmayacak."
"Ama sesleri duyacak."
"Ama dinlemeyecek, zaten manastınn bildiğini dış dünya bilemez."
Bir sessizlik oldu. Başrahibe devam etti:
"Çıngırağınızı çıkaracaksınız. Duasını eden rahibenin sizin orada olduğunuzu fark etmesine gerek yok."
"Efendim?"
"Evet, Mösyö Fauvent?"
-376-
"Doktor geldi mi?"
"Bugün saat dörtte gelecek. Kendisini çağıracak çanı çaldık. Siz hiçbir çan sesini duymuyorsunuz demek..."
"Kendi çan sesimden başkasına dikkat etmiyorum."
"Beraber içmedikçe tanışılmış sayılmaz. Kadehini boşaltan kalbini de boşaltır. Hadi içelim. Bunu
reddedemezsiniz."
"Önce iş."
Fauchelevent, 'Eyvah yandım,' diye düşündü.
İçinde bulundukları yoldan, rahibelerin gömüldüğü yere kadar bir iki metre kalmıştı.
Mezarcı tekrar başladı:
"Köylü dostum. Evde yedi kişi beni bekliyor. Onların yemek yemesi için benim içmemem gerekir."
Güzel laf ettiğini sanan birinin ciddiyetiyle ilave etti:
"Onların açlığı, benim susuzluğumun düşmanıdır."
Araba, bir sıra selvinin yanından döndü, anayolu terk edip küçük bir yola girdi, toprak zemini geçti; bir fidanlıkta
kayboldu. Mezarlığın çok yakınına gelindiğini gösteriyordu bu. Fauchelevent sallana sallana yürüyor, ama
arabanın ağır ilerlemesini bir türlü sağlaya-mıyordu. Neyse ki, yağmurlarla ıslanmış olan toprak tekerlekleri
tutuyor, arabanın ilerlemesini zorlaştınyordu.
Mezarcının yanına yaklaştı:
"Öyle güzel bir Argenteuil şarabı var ki," diye mırıldandı.
-392-
Adam, "Dostum," diye söze başladı, "ben mezarcı olacak adam değildim. Babamın hali vakti yerindeydi.
Edebiyatçı olmamı istiyordu, ama iflas etti. Bu yüzden yazar olmaktan vazgeçtim. Ama yine de yazı yazarım."
"Demek mezarcı değilsiniz."
Bunu söyleyerek adamı zayıf, duyarlı tarafından yakalamak istiyordu.
"Biri, ötekine engel değildir," dedi, "ben öyle düşünüyordum."
Fauchelevent tekrar etti.
"Haydi içelim."
Burada bir gözlemden söz etmemiz gerekir: Ne kadar sıkıntılı bir durumda olursa olsun içki ısmarlayan
Fauchelevent, parayı kimin vereceğini bir an bile aklından geçilmiyordu. Önceden, Fauchelevent ısmarlar,
Mestienne Baba öderdi.
Mezarcı gülerek devam etti:
"Hayatımızı kazanmamız gerekir. Bu yüzden bu işi kabul ettim. İnsan biraz okumuş olunca ister istemez filozof
olur. El işine, kol işini eklemek zorunda kaldım. Dükkânım Sevres Sokağı'ndaki pazardadır: Orada sevgililer için
mektuplar yazarım. Sabahlan aşk mektupları, akşamları mezar kazmak, hayat bu işte."
Araba ilerliyor, ne yapacağını bilemeyen Fauchelevent çaresiz, dört bir yanına bakmıyordu. Alnında iri ter
damlaları birikmişti.
"Ama insan iki efendiye kulluk edemez," dedi adam. "Ya kalemi ya da kazmayı seçmem gerekir. Kazma ellerime
pek uygun gelmiyor."
-393-
Araba durdu.
Önce çocuk, sonra papaz indiler.
Arabanın ön tekerlekleri bir toprak yığınına girmişti. Yığının ardında mezar çukuru görülüyordu.
"İşte bir komedi," dedi Fauchelevent. Şaşkındı.
6. Dört Duvar Arasında
Tabutta kim vardı? Bilindiği gibi Jean Val-jean.
Tabutun içinde yaşayabilmek için elinden geleni yapıyor, hâlâ nefes alıyordu.
İnsandaki vicdan huzurunun kendisine ne kadar güç verdiğini görmek şaşılacak bir şeydir. Jean Valjean'ın
düşündüğü her şey o ana kadar aksamadan yürümüştü. O da Fauchelevent gibi Mestienne Baba'ya
güveniyordu. Sonuca ulaşacağından hiç şüphesi yoktu. Bu kadar kritik bir durumda hiç kalmamış; hiçbir zaman
böylesine sakin olmamıştı.
Tabutun dört yanından korkunç bir huzur yayılıyordu. Sanki, ölülerin sessizliğinden bir şey Jean Valjean'ın o
sakin benliğine girmişti.
Bu tabutun içinden, ölümle oynadığı oyunun bütün evrelerini takip edebiliyordu ve etmişti.
Fauchelevent kapağı çiviledikten sonra, önce yerden kaldırıp götürüldüğünü ve sonra bir arabaya konulduğunu
hissetmişti. Sarsılmalar azalınca, taş yoldan toprak yollara geçildiğini, yani sokaklardan bulvarlara varıldığını
anlıyordu. Boğuk bir gürültü duyunca, Austerlitz Köprüsü'nü geçtiklerini fark
-394-
etmişti. Birinci duruş, mezarlığın kapısıydı; ikincisi, mezar çukuru.
Aniden çabucak tabutu yerden kaldırdıklarını hissetti. Derken sert bir çarpma sesi duydu. Bunun, çukura
indirmek için tabuta sardıkları ipin sesi olduğu sonucuna vardı.
Başı dönmüştü.
Hamallar ve mezar kazıcılar, büyük olasılıkla tabutun dengesini bozmuş ve baş tarafını ayak tarafından önce
indirmiş olmalıydılar. Yatay, dümdüz ve hareketsiz bir hale gelince birden kendine geldi. Dibe ulaşmıştı.
Bir tür üşüme hissediyordu.
Dışardan, derinden gelen bir ses yükseldi; duygusuz, soğuk, duayı andırır kutsal bir ses. Anlamadığı kimi
Latince sözler duydu; öyle yavaş telaffuz ediliyorlardı ki, onları tek tek duyabiliyordu: 'Oui dormlunt in terrae pulvere,
evigüabımt; alii in vitam aeternam, et alii in opprobrium, ut videant semper.'
Bir çocuk sesi:
"De profundis."
Derin ses tekrarladı:
"Requiem aeternam dona ei, Domtne."
Çocuk sesi cevap verdi:
"Et lux perpetua luceat ei."
Kapağın üzerine yağmur damlası gibi düşen bir şeyler duydu. Herhalde kutsal suydu. Tuhaf bir ürperti ve titreme
hissetti.
"Tamam, artık sona eriyor," diye düşündü. "Biraz sabır. Rahip şimdi gider. Fauchelevent, Mestienne'i içmeye
davet eder. Sonra Fauchelevent gelip beni çıkarır. Bir saatlik iş."
Derin ses hâlâ devam ediyordu.
-395-
Jean Valjean uzaklaşan ayak sesleri duyar gibi oldu. "Gidiyorlar işte yalnızım," diye düşündü. Birden tam
tepesinde, gök gürültüsü gibi bir ses duydu. Bir kürek dolusu toprak parçası tabutun üzerine düşmüş, nefes
aldığı deliklerden birisi tıkanmıştı. İki kürek toprak parçası daha tabutun üzerine düştü. Sonra bir dördüncü. En
güçlü insandan bile daha güçlü şeyler vardır. Jean Valjean kendinden geçti.
7. 'Kartı Kaybetmemek' Deyimi Nereden Geliyor
Jean Valjean'ın içinde olduğu tabutun ba-şucunda bakın neler oluyordu:
Papaz ve çocuk, cenaze arabasına binip uzaklaştıkları zaman mezarcıdan gözlerini ayırmayan Fauchelevent,
onun eğilip toprağa saplı küreğini aldığını gördü.
O zaman Fauchelevent olağanüstü bir karar verdi. Kollarını kavuşturarak, "Ben ödeyeceğim," dedi.
Mezarcı şaşkınlıkla ona bakıp, "Neyi?" dedi.
Fauchelevent tekrar etti:
"Ben ödeyeceğim."
"Neyi?"
"Şarabı."
"Hangi şarabı?"
"Argenteuil şarabını."
"Nerede bu?"
"Bon Coing'de."
"Defol be adam!" dedi mezarcı.
Sonra tabutun üzerine bir kürek toprak attı.
Tabut boş bir şeye çarpmış gibi ses çıkar-
-396-
dı. Fauchelevent neredeyse çukura düşecekti. Şaşkınlıkla bağırmaya başladı:
"Arkadaş yoksa meyhane kapanacak."
Mezarcı küreğine biraz daha toprak doldurdu. Fauchelevent tekrar etti, "Ben ısmarlıyorum." Sonra mezarcının
kolunu tuttu. "Bana bak arkadaş ben manastırın mezarcı-sıyım, size yardım etmeye geldim, bu işi gece de
yaparız. Şimdi içmeye gidelim."
Bir yandan ısrar ederken bir yandan da, "İçerse acaba sarhoş olur mu?" diye düşünmekten kendini alamıyordu.
"Bu kadar istiyorsan içeriz, ama işten sonra, önce olmaz," dedi mezarcı.
Sonra küreğine sarıldı. Fauchelevent onun kolunu tuttu.
"Argenteuil şarabı içeceğiz."
"Yeter be!" dedi mezarcı. "Amma da konuştun. Bırak beni!"
Bir kürek daha attı.
Fauchelevent artık ne dediğini bilmez bir haldeydi.
"Canım gel içelim. Nasılsa ben ısmarlıyorum," diye tekrarladı.
"Hele çocuğu önce bir uyutalım," dedi mezarcı.
Bir kürek daha attı. Sonra küreği toprağa saplayarak devam etti:
Fauchelevent'in saçları bir anda dimdik oldu, ayağa kalktı, sırtını mezarın kenarına çarptı; tabutun üzerine
düşmek üzereydi; Jean Valjean'a baktı.
Jean Valjean sapsarı olmuş, hâlâ hareketsiz yatıyordu.
Fauchelevent alçak sesle, "Ölmüş!" dedi.
Ardından yeniden doğruldu, ellerini çaprazlamasına omuzlarına şiddetle vurdu.
"İşte benim kurtarmam bu kadar olur," diye bağırdı.
Çaresiz adam kendini tutamayıp ağlamaya başladı. Bir yandan da kendi kendine konuşuyordu. Kendi kendine
konuşmak normal bir şeydir. Güçlü heyecanlar genel olarak yüksek sesle dile gelirler.
"Bu Mestienne Baba'nın hatası. Sersem herif. Beklenilmedik zamanda ölünür mü? Mösyö Madeleine'i o öldürdü.
O şu anda ta-
-400-
butun içinde. Göçüp gitti işte. Onun gibi bir adam böyle ölsün, iyi de, ne anlamı var bu olup bitenin? Tanrım,
Tanrım! O öldü ve şu küçük kız, onu ne yapacağım? Meyveci kadın ne diyecek? Böyle bir adam ölür mü hiç?
Benim arabamın altına girmiş hayatımı kurtarmıştı. Mösyö Madeleine! Mösyö Madeleine. Boğuldu, zaten
söylemiştim, inanmamıştı bana. Bu adam insanların en iyisiydi, öldü. Ya küçük çocuk? Ben oraya gitmem.
Burada kalırım. Başıma bunlar geldikten sonra, ikimiz de ne kafasızmışız. Bir de yaşlı olacağız. Peki ama
manastıra nasıl girmişti? Böyle şeyler yapmamak gerekir. Mösyö Madeleine! Madeleine Baba! Madeleine Baba!
Mösyö Madeleine! Mösyö Madeleine! Duymuyor beni. Ne olursunuz, buradan hemen çıkın. N'olursunuz!"
Saçlarını yolmaya başladı.
Uzaklardan, bir gıcırtı duyuldu. Mezarlığın kapısı kapanıyordu.
Fauchelevent, Jean Valjean'm üzerine yeniden eğildi. Birden yerinden sıçrayıp, mümkün olduğu kadar geriye
gitti. Jean Valjean gözlerini açmış, ona bakıyordu.
Bir ölüyle yüz yüze gelmek dehşet vericidir, ama birisinin ansızın canlandığını görmek de en az o kadar
ürkütücüdür. Fauchelevent buz kesip sapsarı olmuş, bu yoğun duygusal olayların etkisiyle tamamen dikkati
dağılmıştı. Karşısındaki bir ölü mü yoksa diri mi ayırt edemeyecek bir halde Jean Valjean'a, o da kendisine
bakıyordu.
"Uyuyakalmışım," dedi Jean Valjean.
Sonra doğrulup oturdu.
-401-
Fauchelevent dizlerinin üzerine çöktü.
"Aman Tanrım, beni çok korkuttunuz!"
Ardından tekrar ayağa sıçrayıp sevinçle haykırdı:
"Yaşasın Mösyö Madeleine!"
Jean Valjean sadece bayılmıştı. Temiz hava onu kendine getirmişti.
Neşe, korkuya tepkidir. Fauchelevent'in de aynen Jean Valjean gibi kendine gelmesi için belli bir sürenin
geçmesi gerekti.
"Demek ölmediniz. Ne kadar akıllısınız; size o kadar yüksek sesle bağırdım ki, sonunda kendinize geldiniz.
Gözlerinizin kapalı olduğunu görünce kendi kendime 'işte ölmüş' dedim, neredeyse delirecektim. Hani, deli
gömleğini giyecek kadar. Sizin ölmüş olduğunuzu görünce ne yapabilirdim ki? Sonra şu küçük kız var. O meyve
satan kadına ne demeli? Olup bitene bir türlü akıl erdiremeyecekti. Çocuğu veriyoruz, sonra büyükbabası öldü
diyoruz. Ne acayip bir hikâye olacaktı. Ey, benim cennetlik azizlerim. Neyse yaşıyorsunuz ya."
"Üşüyorum," dedi Jean Valjean.
Fauchelevent bu kelimeyi duyunca birden içinde bulunduğu durumu hatırladı. Kendilerine gelmiş olmalarına
rağmen, pek farkında olmasalar da her ikisi de tedirginlik duyuyordu. Bulundukları yerin tuhaf kasvetinden
kaynaklanıyordu bu tedirginlik.
"Buradan hemen çıkalım!" diye bağırdı Fauchelevent.
Ceplerini karıştırıp daha önce yanına aldığı bir matarayı çıkardı.
-402-
"Önce biraz boğazımızı ıslatalım," dedi.
Açık havanın yaptığı etkiyi içki tamamladı. Şişeden bir yudum alan Jean Valjean tamamen kendine geldi.
Tabuttan çıktı ve kapağı yeniden çivilemesi için Fauchelevent'e yardım etti.
Üç dakika sonra çukurdan çıkmışlardı.
Fauchelevent artık rahatlamıştı. Acele etmiyordu. Mezarlık kapanmıştı. Mezarcı Gribi-er'in geri gelmesi
imkânsızdı. Bu 'acemi çaylak,' şu anda, evinde hani hani kartını arıyor olmalıydı ama bulamayacaktı. Çünkü kart
Fauchelevent'in cebindeydi ve kartı olmadan mezarlığa yeniden giremezdi.
Fauchelevent küreği, Jean Valjean kazmayı aldı. İkisi birden boş tabutu gömdüler.
insanlar arasındaki eski isimleri unutulmuş, isimlerin yerini münzevi lakaplan almıştı. Hiç et yemiyor ve hiç şarap
içmiyorlardı, çoğu zaman gece yanlanna kadar bir şey yemeden duruyorlardı. Kırmızı kılık kıyafetten
yoksundular; yaz için kalın, kış için ince ve hafif siyah yünden çuhalar giyerlerdi; bunların ne bir parçasını
-415-
kısaltabilir ne uzatabilirlerdi; hatta mevsimine göre keten bir bez elbise ya da yün bir yeleğe sahip olma
ayrıcalığından bile yoksundular; altı ay boyunca ateş nöbetleri geçirmelerine neden olan kaim, şayak fanilalar
giyiyorlardı. Oturdukları yerler kışın en soğuk aylarında bile ısıtılmıyordu. Odalarına ateş denen şey girmemişti.
Mahkûmlar gibi iki parmak kalınlığında şilte üzerinde değil hasır üzerinde yatıyorlardı. Uyku uyuyacak vakit bile
bırakmıyorlardı. Bütün bir gün çalıştıktan sonra, geceleyin tam dinlenmeye geçip uykuya dalacakları sırada
kalkıp bitkin bir halde soğuk kilisenin taşlarına diz çökerek dua ediyorlardı.
Bazı günler, her birinin sırası gelince, diz çökmüş ya da yüzüstü yere yatıp kollarını haç şeklinde açmış, secdeye
varmış bir halde on iki saat durması gerekiyordu.
Ötekiler erkek, bunlar kadındı.
O erkekler ne yapmışlardı? Hırsızlık, dolandırıcılık, yağmalama yapmış, adam öldürmüş, ırza geçmişlerdi. Onlar
haydutlar, zehirleyiciler, yangın çıkaranlar, katillerdi... Peki bu kadınlar ne yapmışlardı? Hiçbir şey
yapmamışlardı.
Bir yanda haydutluk, sahtekârlık, cinayet gibi her tür kötülük, öte yanda tek bir şey vardı: Masumiyet.
Bir yanda alçak sesle itiraf edilen cinayetler, öbür yanda yüksek sesle itiraf edilen suçlar. Bir yanda cinayetler,
öbür yanda önemsiz hatalar.
Bir yanda leş gibi bir koku, öbür yanda
-416-
anlatılmaz güzel kokular. Bir yanda silahların altında tutulan topla tüfekle kuşatılmış ve kurbanlarını yavaş yavaş
yiyip bitiren bir manevi veba hastalığı, öte yanda bütün ruhların aynı ocakta, namuslu, masum bir şekilde
kucaklaşması. Orada zulüm; burada karanlık; ama aydınlıkla dolu bir karanlık, dalga dalga, ışık yayan
aydınlıklar.
İki esaret yuvası: Birincisinde affa uğramak ya da kaçıp kurtulmak mümkün. İkincisinde ölüme kadar devam
etmek, bütün umut geleceğin uzak ucunda, insanların ölüm dedikleri o zayıf özgürlük ışığından ibaret.
Birincide zincirlerle, ikincide inançla bağlıydılar.
Birinciden ne kokusu tütüyor? Korkunç bir lanetlenmişlik, diş gıcırtıları, nefret, umutsuz bir kötülük, insan
topluluğuna karşı bir kuduz köpek haykırışı, gökyüzüne acı bir baş kaldırma.
İkinciden çıkan neydi? Kutsallık ve sevgi.
Birbirlerine bu kadar benzeyen ve benzemeyen bu iki yerde de, birbirinden bu kadar ayrı olan insanların
yaptıkları iş aynıydı: Kefaret ödemek.
Jean Valjean birincilerin kefaretlerini ödemelerini anlıyordu, ama ötekilerinkini anla-yamıyordu. Bu masum ve
temiz varlıklara bakıp dehşet içinde kendi kendine şöyle düşünüyordu: 'Niçin ceza çekiyorlar? Neyin kefareti?
Hangi kefaret?' Vicdanında bir ses ona cevap veriyordu: İnsanın yüce ruhluluğunun en büyüğünü göstererek,
başkasının günahının kefaretini ödüyorlar.
-417-
Burada biz, kendi bakış tarzlarımızı ileri sürmüyoruz. Olup bitenlere Jean Valjean'ın gözüyle bakıp, sadece onun
hissettiklerini anlatıyoruz.
Jean Valjean'ın gözlerinin önünde özverinin en kutsalı, erdemliliğin erişebileceği en yüksek nokta bulunuyordu.
Bu, başkalarını affeden ve onların hatalarının kefaretini çeken bir günahsızlıktı: Gönül rızasıyla kabul edilmiş
esirlik, bilerek kendine işkence etmek, işlenmemiş suçların cezasını çekmek, eziyeti kabul etmek, sırf günahkâr
ruhları bu günahlarından kurtarmak için... Bu, Tanrı sevgisi içinde ortaya çıkan insan sevgisiydi, yüzlerinde hem
acı çekenlerin, hem mükâfat görenlerin izi vardı.
Ve birden, aklına kendi durumundan ara sıra yakındığı geldi.
Çoğu zaman gece yansı kalkıyor, katı şartlar altında ezilen bu masum ve acı çeken insanların şükran şarkılarını
dinliyor; forsada ceza çekenlerin çoğunun Tann'ya karşı geldiklerini, küfür etmek için seslerini gökyüzüne
yükselttiklerini, bir zamanlar kendisinin bile gökyüzüne yumruklarını kaldırdığını düşündükçe iliklerine kadar
ürperip delire-cek gibi oluyordu.
Şimdiye kadar başına gelenler ilahi takdirin ona bir İhtan olmalıydı; bu da onu derin düşüncelere sürüklüyordu.
Bütün o tırmanışlar, tehlikeli serüvenler, duvarlan aşmalar, yükseklere tırmanışlar; öteki kefaret ödeme yerinden
kurtulmak için katlandığı onca zahmete, buraya girmek için katlanmıştı.
-418-
Acaba kaderin bir göstergesi miydi bu?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)